07 Şubat 2018

Gilles Deleuze - Anlamın Mantığı


BEŞİNCİ DİZİ
Demek ki anlam şeylerle önermeleri, isimlerle fiilleri, işaret etmelerle ifadeleri karşı karşıya getiren bir ikiliğin iki teriminden biri değildir yalnızca, o aynı zamanda sınırdır, keskin kenardır ya da iki terim arasındaki farkın eklemlenişidir , kendine özgü ve onu yansıtan bir içine girilmezliğe sahiptir. O halde, anlamın bu kez içsel olan yeni bir paradokslar dizisiyle kendi içinde de geliştirilmesi gerekir.

Geri gitme ya da sonsuzca çoğalma paradoksu. Herhangi bir şeye işaret ettiğimde, anlamın anlaşıldığını, zaten orada olduğunu varsayarım hep. Bergson'un dediği gibi, seslerden imgelere, imgelerden anlama gitmeyiz: anlama ''birdenbire'' yerleşiriz. Anlam, olanaklı işaret etmeleri gerçekleştirmek ve hatta bunların koşullarını düşünmek için zaten yerleşmiş olduğum sfer gibidir .Ben konuşmaya başlar başlamaz, anlam zaten varsayılmaktadır; bu ön varsayını olmaksızın başlayamazdım. Başka bir deyişle, asla söylediğim şeyin anlamını söylemem. Buna karşılık, söylediğim şeyin anlamını daima bir başka önermenin nesnesi haline getirebilirim, ama bu seferde bu başka önermenin anlamını söylemem. Böylece önceden varsayılanın sonsuzca geri gitmesine dahil olurum. Bu geri gitme hem konuşanın ne kadar güçsüz olduğunu, hem de dilin ne kadar güçlü olduğunu gösterir: söylediğim şeyin anlamını söyleme, hem bir şeyi hem onun anlamını söyleme konusundaki güçsüzlüğüm, ama bunun yanı sıra dilin sözcükler üzerine konuşma konusundaki sonsuz gücü. Kısacası: bir şey durumuna işaret eden bir önerme verili olduğunda, bu önermenin anlamı daima bir başka önermenin işaret edileni olarak alınabilir . Önermeyi bir isim gibi ele almada uzlaşırsak, bir nesneye işaret­ eden her ismin o ismin anlamına işaret eden yeni bir ismin nesnesi haline gelebileceğini görürüz: i veriliyken, bu i onun anlamına işaret eden i 'ye gönderme yapar, i , i , ' e gönderme yapar, vb. Dil, sahip olduğu isimlerin her biri için, o ismin anlamıyla ilgili bir isim barındırmak zorundadır. Sözel birimlerin bu şekilde sonsuzca çoğalması Frege paradoksu olarak bilinir . Ama Lewis Carroll'ın da paradoksudur bu. Bu paradoks aynanın diğer tarafında, Alice'in Şövalyeyle karşılaşmasında açıkça ortaya çıkar. Şövalye, söyleyeceği şarkının başlığını bildirir: ''Şarkının ismi, Morina Balığının Gözleri olarak isimlendirilmiş." - ''Aa, şarkının ismi bu mu?'' dedi Alice. ''Hayır, anlamıyorsunuz, dedi Şövalye. İsmi böyle isimlendirilmiş. Asıl ismi Yaşlı mı Yaşlı Adam." -''O halde şöyle demeliydim: şarkı böyle mi isimlendirilmiş?'' diye düzeltti Alice. ''Hayır, böyle de dememelisiniz: bu bambaşka bir şey. Şarkı, Geçim Yolları diye isimlendirilmiş, ama yalnızca isimlendirilişi böyle, anlıyor musunuz?'' - ''Ama o zaman şarkı nedir?'' - ''Oraya geliyorum, dedi Şövalye, şarkı aslında Kapıda Otururken."

Carroll'ın terminolojisine bağlı kalmak adına ancak epeyce ağırlaştırarak çevirebildiğimiz bu metin, bir dizi isimsel birim ayırt ediyor. Sonsuz bir geri gitme sergilemiyor, bunun yerine ramda kendini sınırlandırmak için, uzlaşımsal olarak sonlu bir ileri gitmeye göre hareket ediyor. O halde sondan başlayıp doğal geri gitmeyi tekrar inşa etmemiz gerek. ) Carroll diyor ki şarkı aslında ''Kapıda Otururken''. Bunun nedeni şarkının kendisinin de bir önerme, bir isim olması (buna i diyebiliriz). ''Kapıda Oturur ken'' işte bu isim, şarkının kendisi olan ve ilk kıtadan itibaren ortaya çıkan isim. ) Ama şarkının ismi değil bu: kendisi de bir isim olan şarkıya başka bir isimle işaret ediliyor. Bu ikinci isim (buna da i 2 diyelim), 2., 3., 4. ve 5. kıtaların konusunu oluşturan ''Geçim Yolları''. O halde, Geçim Yolları şarkıya işaret eden isim ya da şarkının isimlendirilmesi. 3°) Ama gerçek isim, diye ekliyor Carroll, aslında şarkının bütününde ortaya çıkan ''Yaşlı mı Yaşlı Adam''. Bunun nedeni, işaret eden ismin kendisinin de yeni bir isim (i 3 ) meydana getiren bir anlama sahip olması. 4°) Ama bu üçüncü isme de bir dördüncüyle işaret etmek gerekiyor. Yani: i 2 'nin anlamı olan i 3 ' e i ; le işaret-etmek gerekiyor. Bu dördüncü isim, şarkının isminin isimlendirilişi: 6. kıtada ortaya çıkan ''Morina Balığının Gözleri''.

Carroll 'ın sınıflandırmasında tam dört isim var: şarkının gerçekliği olan isim; bu gerçekliğe işaret eden, dolayısıyla şarkıya işaret eden ya da şarkının isimlendirilişini temsil eden isim; bu ismin yeni bir isim ya da yeni bir gerçeklik meydana getiren anlamı; bu yeni gerçekliğe işaret eden, dolayısıyla şarkının isminin anlamına işaret eden ya da şarkının isminin isimlendirilişini temsil eden isim. Burada birkaç noktaya dikkat çekmemiz gerek: ilk olarak, Lewis Carroll kendini isteyerek sınırlandırmaktadır , çünkü hem tek tek her kıtayı bile hesaba katmaz, hem de diziyi ileri gidecek şekilde sunması rastlantısal bir başlangıç noktası alabilmesini sağlar: ''Morina Balığının Gözleri." Oysa geriye giden yönde ele alındığı takdirde, dizinin gerçek bir isimle bu gerçekliğe işaret eden bir ismin sürekli birbirinin yerini almasıyla sonsuza dek uzatılabilir olduğu açıktır . Öte yandan, Carroll'ın dizisinin az önce belirttiğimizden çok daha karmaşık olduğu fark edilecektir. Aslında en başta söz konusu olan yalnızca şuydu: herhangi bir şeye işaret­ edeı1 bir isim kendi anlamına işaret eden bir başka isme gönderme yapar ve bu sonsuza dek sürer. Carroll'ın sınıflandırmasında, bu özel durum yalnızca i 2 ve i 4 tarafından temsil ediliyor: i 4 , i 2 'nin anlamına işaret-eden isimdir. Ama Lewis Carroll bunlara iki başka ismi de ekliyor: işaret-edilen esas şeyin ken disini (şarkıyı) bir isim olarak ele alan bir ilk isim; işaret-eden ismin anlamını ona işaret-edecek isimden bağımsız bir isim olarak ele alan bir üçüncü isim. Öyleyse Lewis Carroll geri gitmeyi sonsuza dek yer değiştir en dört isimsel birimden meydana getiriyor. Ya ni: her çifti parçalara ayırıyor, her çifti dondurup ondan bir ek çift çıkarıyor. Neden böyle olduğunu göreceğiz. Ama sürekli birbirinin yerini alan iki terimli bir geri gitmeyle de yetinebilir iz: herhangi bir şeye işaret eden isim ve bu ilk ismin anlamına işaret-eden isim. Bu iki terimli geri gitme, sonsuzca çoğalmanın asgari koşuludur.

Bu daha basit ifade, Alice Harikalar Ülkesinde'deki bir metinde ortaya çıkar. Düşes durmadan her şeyde çıkarılması gereken bir ders, ahlaklı bir yan bulmaktadır . En azından bir önerme olması koşuluyla her şeyde. Çünkü Alice konuşmadığı zaman, düşes savunmasız kalır: ''Kafanızdan bir şeyler geçiyor yavrucuğum, bu yüzden konuşmayı unutuyor sunuz. Şimdilik bundan çıkarılacak dersi size söyleyemiyorum." Ama Alice konuşma ya başlar başlamaz, düşes de ahlak derslerini bulur: ''Oyun yoluna girmeye başladı galiba'' dedi Alice. - ''Doğru, dedi düşes, bundan çıkarılacak ders de şudur: ah! dünyayı döndüren sevgidir sevgi ." - ''Birisi, diye mırıldandı Alice, herkes kendi işine baksa dünya asıl o zaman döner demişti." - ''Olsun, bu da aşağı yukarı aynı kapıya çıkar, dedi düşes, ... bundan çıkarılacak ders de şudur: siz anlama özen gösterin, sesler kendi başlarının çaresine bakarlar." 3 Bütün bu pasajda söz konusu olan, bir cümleden diğerine götüren fıkir çağrışımları değildir: her önermeden çıkan ders ilk önermenin anlamına işaret-eden bir başka önermeye karşılık gelir. Anlamı yeni bir önermenin nesnesi haline getirmek: ''anlama özen göstermek '' tam da budur işte. Bu koşullarda, önermeler çoğalıp dururken ''sesler kendi başlarının çaresine bakarlar''. Anlamın mantığıyla etik, ahlak ya da ahlaklılık arasında derin bir bağ olabileceğide onaylanmış olur.

Yalıtık olarak tekrar ortaya çıkma ya da kuru kuruya yinelenme paradoksu. Sonsuza dek böyle geri gitmekten kaçınmanın bir yolu var aslında: şeylerle sözcüklerin sınırındaki incecik zar olarak anlamı önermeden damıtma ya yetecek bir süreliğine önermeyi sabitlemek, hareketsizleştirmek. (Az önce, Carroll' da geri gitmenin her aşamasında tekrar karşımıza çıktığını gördüğümüz ikiye ayrılmanın sebebi de budur) . Peki anlamın yazgısı, bu boyuttan vazgeçememek ve bir kez oraya ulaştığımız da ne yapacağımızı bilememek mi? Önermenin tarafsızlaşmış bir ikizini, kuru bir hayaleti, kalınlıksız bir fa ntazmı ortaya çıkarmaktan başka ne yapmış olduk? Anlam önermede bir fiille ifade edildiğine göre, bu fiilin de mastar , ortaç ya da soru biçiminde ifade edilmesi gerekir: Tanrı-olmak ya da gökyüzünün mavi­ olması ya da gökyüzü mavi midir? Anlam olumlamalın da olumsuzlamanın da askıya alınışına yol açar. ''Tanrı vardır, gökyüzü mavidir'' önermelerinin anlamı bu mu? Şey durumlarına atfedilen olarak anlam varlık-dışıdır, varlığa ait değildir, varlık olmayana uygun düşen bir aliquid'dir. Önermenin ifade­ edileni olar ak anlam önermede var olmaz, içten içe olur ya da alttan alta­ olur. Olay anlamın bu yalıtılmışlığı Stoamantığının da en dikkat çekici noktalarından biridir: sadece cisimler etkilerler ve etkilenirler, etkileme ve etkilenmelerin neticesinden ibaret olan cisimsizler değil. O halde bu paradoksu Stoacıların paradoksu diye adlandırabiliriz. İfade edilenin baş döndürücü yalıtılmışlığının ilanı Husserl'de de yankı bulur ve noema'nın konumunu destekler: ''İfade katmanı, tüm diğer yönelimselliklere tam da bir ifade kazandırmanın ötesinde ki onun özgünlüğü de buradadır üretken olamaz. Ya da başka bir deyişle: onun üretkenliği, onun noematik etkinliği ifade etmede tükenir."

Anlam önermeden damıtılsa bile ondan bağımsızdır, çünkü önermenin olumlanmasını ve olumsuzlanmasını askıya alır, yine de onun uçucu bir ikizinden ibarettir: tıpkı Carroll' daki kedisiz gülüş ya da şamdansız alev gibi. Böylece iki paradoks, sonsuzca geri gitme ve yalıtık olarak tekrar ortaya çıkma paradoksları bir ikilemin terimlerini meydana getirir: ya biri ya diğeri. Bunların birincisi bizi nasıl en yüksek güçle en büyük güçsüzlüğü birleştirmeye zorluyorsa, ikincisi de buna benzer, daha sonra yerine getirmemiz gerekecek bir görevi önüm üze serer: anlamın, damıtıldığı önermeden yalıtılmışlığıyla önermenin boyutlarını oluşturma gücünü birleştirmek. Her halükarda, görünen o ki Lewis Carroll bu iki paradoksun bir ikilem oluşturduğunun tamamen farkındaydı. Alice Harikalar Ülkesinde'de, kahramanlar , içine düştükleri gözyaşı havuzundan çıkınca kurumak için ancak iki seçeneğe sahiptirler: ya farenin öyküsünü, olabilecek en ''kuru '' öykü olan, çünkü bir önermenin anlamını hayaletimsi bir bunu'da yalıtan öyküyü dinlemek, ya da sonsuz bir çoğalmanın döngüsünde önermeden önermeye yuvarlanıp giderek, canları isteyince durarak, kazananı kaybedeni olmayan bir Caucus yarışına girişmek. Her durumda, kuruluk metnin devamında içine girilmezlik olarak adlandırılacak şeydir . İki paradoks kekemeliğin temel biçimlerinide temsil eder: döngüsel, ihtilaçlı bir çoğalmaya özgü koralı 5 ya da çırpınmalı bir kekemelik ve kesintili bir hareketsizleşmeye özgü kaskatı ya da vurgusal bir kekemelik. ' ' Poeta Fit, non Nascitur'' da 6 dendiği gibi, kasılma ya da vızıldama, şiirin iki kuralı.

Tarafsızlık ya da özün üçüncü hali paradoksu. İkinci paradoks da bizi zorunlu olarak bir üçüncüye sürükler. Çünkü eğer önermenin ikizi olarak anlam olum lamaya da olumsuzlamaya da kayıtsızsa, etkin olmadığı gibi edilgin de değilse, önermenin hiçbir kipi onu etkileyemez. Nitelik açısından, nicelik açısından, ilişki açısından ya da kipsellik açısından karşıtlık içine giren önermelerin anlamı tamamen aynı kalır. Çünkü bütün bu bakış açıları işaret etmeyle ve onun şey durumlarınca gerçekleştirilmesi ya da doldurulmasının çeşitli yönleriyle ilgilidirler, anlamla ya da ifadeyle değil. İlk olarak nitelik, olumlama ve olumsuzlama: ''Tanrı vardır'' ve ''Tanrı yoktur'' önermeleri, anlam işarete dilenin varoluşundan bağımsız olduğuna göre, aynı anlama sahip olmak zorundadır . 14. yüzyılda, Nicolas d'Autre court'un ortaya attığı, yoğun kınamalara maruz kalan fantastik paradoks işte budur: contradictoria ad invicem idem sigrıificant.

Sonra nicelik: bütün insanlar beyazd ır, hiçbir insan beyaz değildir , bazı insanlar beyaz değildir ... Sonra da ilişki: ilişki tersine çevrildiğinde de anlam aynı kalmak zorundadır , çünkü anlam bakımından ilişki daima iki yönde birden kurulur , anlam bütün deli oluş paradokslarının tekrar ortaya çıkmasına yol açar. Anlam daima çift yönlüdür ve ilişkinin doğru bir yönü olmasına izin vermez. Olaylar asla birbirlerinin nedeni değildir , ama yarı­ nedensellik ilişkilerine girerler, iki yöne de dönmeyi bırakmayan gerçekdışı ve hayaletimsi bir nedensellik. Ne aynı anda ne de aynı şeye kıyasla daha genç ve daha yaşlıyımdır , ama aynı anda ve aynı ilişki yoluyla daha genç ve daha yaşlı olurum. Carroll 'ın yapıtına dağılmış sayısız örnek buradan doğar: ''kedilerin yarasaları yedikleri'' ve ''yarasaların kedileri yedikleri'' görülür, ''düşündüğüm şeyi söylerim'' ve ''söylediğim şeyi düşünürüm'', ''bana verilen şeyi severim'' ve ''sevdiğim şey bana verilir'', ''uyurken nefes alırım '' ve ''nefes alırken uyurum'' bunlar tek ve aynı anlama sahiptir. Böylece Sylvie ve Bruno'daki nihai örneğe ulaşırız: ''Herkes Sylvie'yi sevecek'' önermesini taşıyan kırmızı mücevherle ''Sylvie herkesi sevecek'' önermesini taşıyan mavi mücevher tek ve aynı mücevherin iki tarafıdır ve oluşun yasasına göre bunu yalnızca kendisine tercih etmek mümkündür

Son olarak kipsellik: işaret-edilen nesnenin olanaklılığı, gerçekliği ya da zorunluluğu anlamı nasıl etkileyebilir ki? Çünkü olay, kendi adına, kendi şimdisini sonsuzca böldüğü gelecekte ve geçmişte aynı tek kipselliğe sahip olmalıdır . Hem eğer olay gelecekte olanaklı, geçmişte gerçekse, bu ikisine aynı zamanda bölündüğü için ikisi birden olmak zorundadır. Onun zorunlu olduğunu söylemek midir bu? Gelecekteki olumsallarla ilgili paradoksu ve bunun bütün Stoacılık için taşıdığı önemi anımsı yoruz. Zorunluluk hipotezi çelişmezlik ilkesinin gelecek bildiren önermeye uygulanmasına dayanır. Bu çerçevede, Stoacılar zorunluluktan kurtulmak ve zorunlu olanı değil de ''yazgısal olanı' ' kabul etmek için olağanüstü bir çaba sarf ederler.9 Ama biz bu çerçevenin dışına çıkıp Stoacı tezi yine de başka bir düzlemde yeniden bulabiliriz. Çünkü çelişmezlik ilkesi bir yandan bir işaret etmenin gerçekleşmesinin olanaksızlığıyla, diğer yandan imlemenin asgari koşuluyla ilgilidir. Ama belki de anlamla ilgili değildir: ne olanaklı ne gerçek ne zorunlu, sadece yazgısal ... Olay hem onu ifade eden önermede alttan alta olur , hem de yüzeyde, varlığın dışında şeylerin başına gelir: ileride de göreceğimiz gibi, ''yazgısal olan'' budur. Olayın önermede gelecek olarak dile getirilmesi gerekir , ama aynı şekilde önermenin de olayı geçmiş olarak dile getirmesi gerekir. Tam da her şey dilden geçtiği ve dilde olup bittiği için, Carrol l'ın kullandığı genel tekniklerden biri olayı iki sefer sunmaya dayanır: olay ilk sefer alttan alta olduğu önermenin içinde, ikinci sefer yüzeyde başına geldiği şey durumunun içinde sunulur. İlk sefer onu önermeyle ilişkilendiren bir şarkının sözlerinde, ikinci sefer onu varlıklarla, şeylerle ve şey durumlarıyla ilişkilendiren yüzey sonucunda (örneğin Tweedledum ve Tweedledee arasındaki savaş ya da aslanla likornun savaşı; Sylvie ve Bruno'da Carroll okuyucudan bahçıvanın şarkısında sözlerimi olaylara göre kurduğunu, yoksa olaylarımı sözlere göre kurduğunu tahmin etmesini ister). Ama her şey hep tek seferde olduğuna göre, bunlar içi ve dışı, ''içten içe oluşu'' ve ''varlık dışılığı'', geçmişi ve geleceği hep tersine çevrilebilir bir devamlılık içinde olan aynı yüzeyin iki eş zamanlı yüzü olduğuna göre, iki sefer söylemeye gerek var mı?

Anlamın önermenin kiplerinden etkilenmediğini gösteren tüm bu tarafsızlık paradokslarını nasıl özetleyebiliriz? Filozof İbni Sina özün üç halini birbirinden ayırıyordu: öz onu genelliği içinde düşünen zihin açısından evrenseldi, ete kemiğe büründüğü tek tek şeyler açısındansa tekildi. Ama bu iki halin hiçbiri özün kendisi değildir: Hayvan salt hayvandan başka bir şey değildir (''animal non est nisi animal tantum''), evrensele de tekile de, özele de genele de kayıtsızdır.  Özün ilk hali, kavramın ve kavram içerimlerinin düzeni içinde önerme tarafından imlenen özdür. İkinci hali, bağlı olduğu tek tek şeylerin içinde önerme tarafından işaret edilen özdür. Ama üçüncüsü anlam olarak özdür, ifade­ edilen olarak özdür: hep bir kuruluk içinde, animal tantum [salt hayvan], hep baş döndürücü bir yalıtılmışlık ya da tarafsızlık içinde. Evrensele de tekile de, genele de özele de, kişisele de kolektife de, ayrıca olumlamaya da olumsuzlamaya da kayıtsız, vb. Kısacası: bütün karşıtlara kayıtsız. Çünkü bütün bu karşıtlar , işaret etme ve imleme ilişkileri bakımından ele alınan önermenin kipleridir sadece, önermenin ifade ettiği anlamın özellikleri değil. Saf olayın ve ona eşlik eden fatum'un [yazgının] konumu bu şekilde bütün karşıtlıkları aşıp ne özel ne kamusal, ne kolektif ne bireysel ... olmak mı, aynı anda hepsi olmasını sağlayan tarafsızlığıyla daha da korkunç ve güçlü olmak mı?

Saçmalık ya da olanaksız nesneler paradoksu. Bu paradokstan da yine başka bir paradoks çıkar: çelişik nesnelere işaret eden önermelerin de bir anlamı vardır. Buna karşılık, işaret ettikleri şey hiçbir durumda gerçeklik kazanamaz, böyle bir gerçekleşmenin olanaklılık türünü belirleyecek hiçbir imlemeleri de yoktur. İmlemesiz yani saçmadırlar. Yine de bir anlamları vardır. Saçmalık ve anlamsızlık mefhumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü olanaksız nesneler yuvarlak kare, yer kaplamayan madde, perpetuum mobile, vadisi olmayan dağ vb.varlığın dışındaki ''yurtsuz'' nesnelerdir. Ama dışarıda kesin ve belli bir konuma sahiptirler: ''varlık­ dışı'' na aittirler, bir şey durumu içinde gerçekleşmesi olanaksız saf ideal olaylardır. Bu paradoksu Meinong paradoksu olarak adlandırmalıyız. Meinong ondan en güzel ve en parlak sonuçları çıkarmayı başarmıştır . İki çeşit varlığı, işaret etmelerin maddesi olarak gerçeğin varlığıyla imlemelerin biçimi olarak olanaklının varlığını ayırt edeceksek, gerçeğin, olanaklının ve olanaksızın asgari ortak yanını tanımlayan bir varlık dışılığı da bunlara eklemeliyiz. Çünkü çelişmezlik ilkesi olanaklıya ve gerçeğe uygulanır, olanaksıza değil: olanaksızlar varolan dışıdırlar, bu asgari yana indir genmişlerdir ve bu halleriyle önermede içten içe olurlar. 




Dan Brown "Bizi birleştirmeyi vaat eden teknoloji bile bizi birbirimizden ayırıyor. Artık her birimiz tüm dünyayla elektronik bağlantı içindeyiz ama aslında son derece yalnızız."

Küçük beyinler, büyük zekalardan daima korkar.

Korku, tüm savaş silahlarından daha hızlı yaralar.

Gerçek, sadece ölümün gözlerinden görülebilir.

Ölümden korkmuyorum...Çünkü ölüm hayalcileri şehit mertebesine yükseltir... Asil fikirleri güçlü eylemlere dövüştürür.

"Primum non nocere." Tıp etiğinin temel kuralını tekrar etmişti: "Öncelikle, hiçbir zarar verme.".

 Söz konusu dünya meseleleri olduğunda inkar, küresel bir salgın haline gelmişti.

Mantık ile kalp arasındaki yüz yıllık savaş, nadiren aynı şeylerin gerçekleşmesini ister.

Tanrı tüm dualara cevap verir ama fakat cevabı bazen hayırdır.


Fizik kuralları, Tanrı'nın şaheserini boyamak için yeryüzüne yaydığı tuvaldir.

 Ölümün ardından doğum gelir. Cennete ulaşmak için insanın cehennemden geçmesi gerekir.

 Kendimiz için yaptığımız şeyler, bizimle beraber ölüp gider. Başkaları ve dünya için yaptıklarımızsa ölümsüzdür.

Liderler savaş ilan etmeden önce ölümü herkesin tadacağını hatırlasalardı, dünya çok daha farklı bir yer olabilirdi, diye düşündü.

Sevmeyi öğrenirsen, yaşamayı unutursun. Eğer sevmezsen, hayatına yıllar katarsın ama yıllarına katacak bir hayat bulamazsın.

En iyi kandırmacalar, mümkün olduğu kadar gerçek dünyaya bağlı kalarak yaratılır.

Doğru ellerde ateş aydınlanma sağlayabilir... Ama yanlış ellere geçtiğinde ateş yıkıcı olabilir.

 Unutma, yokuş aşağı inmek kolaydır ama manzara tepeden seyredilir.

Bir fikrin geniş kitleler tarafından kabul edilmesi, onun gerçekliğinin ispatı değildir.

Her bir neslin buluşlarının yanlış olduğu, bir sonraki neslin teknolojisiyle ispatlandı. İnsan öğrendikçe, bilmediğini anlamıştı.

Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.

Tarih bize bir şey öğrettiyse o da bugün alaya aldığımız garip düşüncelerin bir gün kabul edilen gerçeklere dönüştüğüdür.

İnsan aklı, bedeninden çok daha büyük acılar çekebilir.

Bizi birleştirmeyi vaat eden teknoloji bile bizi birbirimizden ayırıyor. Artık her birimiz tüm dünyayla elektronik bağlantı içindeyiz ama aslında son derece yalnızız.

Ruhlarımızı ayakta tutan gizem ve meraktır.

Dünyanın anlamının farkına varmadan dünyada yaşamak, kitaplara dokunmadan büyük bir kütüphanede dolaşmaya benzer.

Kendimiz için yaptığımız şeyler, bizimle beraber ölüp gider. Başkaları ve dünya için yaptıklarımızsa ölümsüzdür.

Shakespeare - Onikinci Gece


Müzik eğer aşkın gıdasıysa, durmayın çalın!
O kadar çalın ki, tıka basa doysun gözü aşkın!
Aşk ise hayal ediyor olur olmadık şeyleri.
Bilirsiniz büyüklerin yaptıkları küçüklerin çenesini yorar.
Doğa çoğu kez pislikleri kapatır, bir güzellik duvarıyla.
Tasa insanın en büyük düşmanıdır.
Akıllı bir kaçık, kaçık bir akıllıdan yeğdir.
Onarılmamış herhangi bir şey yamalıdır. Yoldan çıkan erdem günahla yamanır; yola giren günah ise erdemle yamanır.
Aklımın kabul etmeyeceği bir hayale gözlerimin kapılmasından korkuyorum.
Kadınların bal mumu yüreklerinde,
Yakışıklı düzenbazların izlerini bırakmaları ne kadar da kolay!
Aşk nedir? Elbette gelecek olan değildir;
Şimdiki gülüşündür; şimdiki sevincindir;
Bilinmez hiçbir zaman neyin geleceği;
Bir gecikmeye gör kazanç elde var sıfır;
Yirmi kez tatlı kız, onun için gel öp beni!
Unutma, gençlik dayanıksız bir kumaştır!
Bir kadın kendinden büyüğüne varmalıdır;
Ancak böyle ona uyabilir,kocasının gönlündeki yeri koruyabilir;
Çünkü delikanlı, kendimizi ne kadar översek övelim,
Duyduğumuz sevgi, kadınlarınkinden daha delişmen, daha kaypak,
Daha hırslı, daha kararsızdır,
Bu sevgi daha çabuk biter, daha çabuk kazanılır.
Kadınlar gül gibidirler,
O güzel çiçekleri açtıktan kısa bir süre sonra,
Solup dökülürler.
Biz erkekler çok konuşur, sık da yemin ederiz;
Ama aslında duygularımızdan üstündür gösterişimiz.
Çünkü her zaman yeminlerimizde cömert,sevgimizde pintiyiz.
Bazıları büyük doğar, bazıları büyük işler yapar, bazılarına ise büyüklük kendiliğinden gelir.
-Acıyorum size.
-Bu sevgiye doğru bir basamaktır.
-Hayır,basamak değil; herkes bilir ki acıdığımız çoğu kez düşmanımızdır.
Ne kadar yakışıyor alayın hareleri
Öfkeli, hor gören dudaklarına!
Bir katilin suçu bile
Saklanmak istenen aşk kadar çabuk göstermez kendini;
Öğle gibi aydınlıktır aşkın gecesi de.
Cesario, baharın gülleri, bekaret,onur, gerçek
Ve herşey adına beni hor görsen de
Öylesine çok seviyorum ki seni,
Ne akıl ne mantık seklayamaz sevgimi.
Karşılık bulmadan seni sevdim diye,
Kayıtsız kalmakta haklı olduğun sonucuna varma:
Daha doğrusu şu gerçeğe dayanarak ölç ve biç iyice:
Karşılıklı aşk güzeldir, ama daha güzeli;
karşılık beklemeden kendini verendir.
Ona haber gönderdim; ya gelmeyi kabul ederse!
Onu nasıl ağırlayayım? Ne vereyim ona?
Çünkü gençlik yalvararak değil, ödünç alınarak değil;
Çoğu kez satın alınarak ele geçer.
Eğer bu düş ise bitmesin uykum.


Fernando Pessoa - Şiirler


II
Sayısız insan yaşar içimizde,
hissetsem de düşünsem de bilemem
kim düşünür içimde kim hisseder.
Düşünceler ya da hisler için
yalnızca sahneyim ben.




Ruhsa, birden fazla var bende.
B e n' se benden daha fazlası.
Herkes kayıtsız oysa yaşadığım hayata:
Susturuyorum onları,
kendim konuşurken.

Hislerim, hissetmediklerim -
onlardan doğup da birbiriyle
çelişenler. Farkına varmıyorum
hiçbir şeyin - yalnızca yaşıyorum ben,
olmak istediğime kimsenin bir sözü yok.