28 Şubat 2018

Yaşar Kemal 'Sevinç, Sevgi, Coşku '

Sevinç, Sevgi, Coşku
Ben sevgiden, sevinçten söz açmak istemez miyim, delice, çılgınca, içim taşa taşa, bir sevinçten söz açmak istemez miyim? Ben sevinçli adamım. Bu dünya böyle olmasa, böyle kara, karanlık olmasa, ben sevinçten taşar coşardım. Yaradılışım karanlıktan çok aydınlığa, acıdan çok sevince… Ne çare, ne çare ki sevinmek gelmiyor elimden… Dostluktan söz açmak, ne güzel. Bir dostum var. Sıcacık eli var. Sevgi dolu gözleri var. Ne güzel yalansız, salt sevgi dolu bir insan eli sıkmak. Sıcacık, sıcacık… Ben deli olurum, insanlar karanlık karanlık, kuşkulu baktıkça bana… Bütün insanlar kuşkusuz, korkusuz, çıkar düşünmeden, düşmanlık geçirmeden içlerinden baksalar birbirlerine… İnsan, ne olur biliyor musunuz, sıcacık bir bahar güneşinin bahtiyarlığında duyar kendisini… Bahar güneşinde bir sevinç içinde gerinir. İnsan bir bahar çiçeği temizliğinde olur. 



27 Şubat 2018

Hasan Ali Yücel " Biz, kuşdili değil, Türk dili söylemek istiyoruz. İlim için, felsefe için her türlü insan düşüncesini anlamak için Türk dilini getirmek istiyoruz."

Biz ilim ve felsefede de imtiyaz ve aristokrasi kabul etmiyoruz. Bütün bilgimiz ve dilimiz halk dilinin içindedir ve öyle olacaktır. Başka milletlerin büyük ilim ve felsefe adamları bu kurala uyarak büyük olmuşlardır. Biz, kuşdili değil, Türk dili söylemek istiyoruz. İlim için, felsefe için her türlü insan düşüncesini anlamak için Türk dilini getirmek istiyoruz.


Victor Hugo "Kalabalıklar her zaman tehlikelidir. İçinde ruhlarını ucuza satan alçaklar barındırır."





Galileo Galilei "Bilim, kendisine yön vermeye çalışan ideolojik, politik, dini etmenlere, her tür baskı, yasak ve yasaya rağmen, doğası gereği eninde sonunda galip gelecektir."

Bilimsel gerçekler ne kadar bastırılırsa bastırılsın, eninde sonunda açığa çıkarlar. Galileo’nun bulgularının katolik kilise tarafından yasaklı olduğu dönemde bile bilime yön vermesi bunun en güzel örneği. Bilim, kendisine yön vermeye çalışan ideolojik, politik, dini etmenlere, her tür baskı, yasak ve yasaya rağmen, doğası gereği eninde sonunda galip gelecektir.

Bilimsel yöntemden uzaklaştıkça ve verilerin işaret ettiği sonuçları kabul etmek yerine belirli ideolojileri haklı çıkartmak için manipülasyonlara başvurdukça yanılgılara düşmemiz kaçınılmaz.  Galileo’nun teleskobundan bakmayı bile red eden bilim insanlarını her zaman anımsamalı ve bilimin dogmalardan, kişisel  ve kültürel inanç ve şartlanmalardan uzak, politikadan bağımsız şekilde bilimsel yönteme uygun şekilde yürütülmesini sağlamalıyız. 
Mahkeme kararından hemen sonra Galileo’nun mırıldandığı gibi(*): “Dünya, yine de dönüyor…”

(*) Bilim tarihçilerinin elinde   “Dünya yine de dönüyor.” cümlesini Galileo’nun söylediğini kesin olarak kanıtlayan bir kaynak mevcut değildir. Buna rağmen genel popüler kültür bu cümleyi uzun bir zamandır Galileo’yla bağdaştırmıştır.
 
Sayfa Kaynağı

    DÜNYA YİNE DE DÖNÜYOR… 


    25 Şubat 2018

    Falih Rıfkı Atay - Atatürk ve Orman Sevgisi

    Ormansız yurt topraklarından üzüntü duyan Atatürk, yeşile hayran bir kişiydi.
    İşte, Atatürk ve Orman Sevgisi’ne yönelik bir yazı…

    Atatürk tabiatı ve ağacı çok severdi. Ankara'daki Orman Çiftliğini boz topraktan ormanlık haline soktu. Ağaçların dikilişini, tutuşunu, büyüyüşünü adım adım kollardı. Akköprü tarafından çiftliğe giden yolun etrafındaki boş topraklar meyvelik olmuştu. Bir gün bu meyvelikten geçerken birdenbire şoförüne:

    — Dur dedi.
    Arabadan inerek orada bulunanlara:

    — Burada bir iğde ağacı vardı, ne oldu? diye sordu. Kimse iğde ağacını bilmiyordu. Atatürk'ün biraz önceki neşesi kalmamıştı. Çünkü Çiftlik'in ilk çorak günlerinin yeşilliği sökülüp atılmıştı. Yol boyunca hep iğde ağacını aradı.

    — İğde, yaşlanmış ve çelimsiz bir ağaçtı. Fakat yaşıyordu. Baharda güzel kokular veriyordu, diye sızlandı. Atatürk, İstanbul'daki büyük ağaçtan gördükçe:

    — Bunlar da güzel ama ben yapraklarının ve dallarının her yıl ne kadar büyüdüğünü gördüğüm ağaçlarımı seviyorum, derdi. Vatanı yeşil ve bayındır görmek için çok çalıştı. Yalova'yı, Florya'yı o değerlendirmişti. Bursa'yı bir kaplıca şehri yapmak için uğraşıp durmuştu. Planlı Ankara onun fikri idi.

    Çankaya'daki bahçesini yapan memur şu fıkrayı anlatmıştı.

    Bahçeyi dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağaç Atatürk'ün geçeceği yolu kapıyordu. Ağacın bir yanı havuz, bir yanı dik bir yokuştu. Atatürk ağaca yaslanarak güçlükle karşı tarafa geçti. Atıldım,

    — Emrederseniz hemen keseyim, efendim, dedim.
    Yüzüme baktı:

    — Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin? dedi.

    Falih Rıfkı Atay
    (Babamız Atatürk)


    Antoine de Saint-Exupery - Gece Uçuşu

    Gece Uçuşu

    Sürükleyici bir dille yazılmış bu kısa romanda Saint-Exupéry, kendi deneyimlerine de dayanarak, Patagonya, Şili ve Paraguay’dan Arjantin’e gece uçuşları yapan kahraman pilotların dünyasına davet ediyor okuru. Bir tek gecede yaşanan olaylardan yola çıkarak, insanın doğayla mücadelesini, ölüme karşı duruşunu, amacına ulaşabilmek için göze aldığı şeyleri destansı bir biçimde anlatan Gece Uçuşu unutulmayacak bir roman.

    Uçmayı, yani “Doğanın ilahi gücünün simgeleri olan geceye, güne, dağlara, denizlere ve fırtınalara” teslimiyet gerektiren bu deneyimi, bugüne kadar Saint-Exupéry’den daha şiirsel ve büyüleyici anlatan kimse çıkmadı.

     Çevirmen: Bertan Onaran


    Shakespeare - Bir Hint masalı

    Bir Hint masalına göre;
    Kedi korkusundan, endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücü biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür.

    Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya baslar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya baslar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür..

    Ve der ki,

    "Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var.
    O yüzden ben sana yardım edemem."

    Ünlü yazar Shakespeare, bu konuda söyle diyor:

    İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor...
    Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
    Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
    Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
    Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
    Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.



    Muzaffer İzgü - Zıkkımın Kökü



    2 

    Zıkkımın Kökü, Muzaffer İzgü'nün kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı bir roman, “Muzo” karakteri ise yazarın ta kendisi. Romanında; Adana'da, kiralık bir arsanın ortasına kurdukları derme çatma gecekonduda ailesiyle birlikte verdiği yaşam mücadelesini anlatıyor.

    Daha ilkokula giderken yaz tatillerinde çalışmaya başlayan Muzo bir çok iş yapmak zorunda kalır.Yazlık sinemalarda gazoz, sokaklarda darı, su, şeker satar, karpuz yükler, babasıyla seyyar satıcılık yapar. Bazen gazoz şişelerini yıkar, bazen lokantada bulaşıkları. Vestiyere bakar, muavin olup bir kamyonla yollara düşer. Sokak aralarında annesinin pişirdiği kuru patlıcan dolmalarını satar. Kahvede çırak olur, çay-kahve dağıtır, sevdiği kızın peşinden pamuk toplamaya gider.

    Adana'nın gecekondu mahallelerinde geçen bu zorlu hayat, Muzo'nun bakış açısından anlatılır. Harcanan emek, para kazanıp aileye destek olmanın sevinci, yardımlaşma ve dayanışma, kimi zaman boşa giden çabalar, hayal kırıklığı… Her türlü zorluğa karşın, inadına direnmek, yılmadan karşı koymak, hep yeniden başlamak…Ve mutluluğun tarifi:“Bizim mutluluğumuz çok basitti. Tencerede yemeğimiz olsun, çıkında ekmeğimiz, lambada gazımız, ocakta çaydanlığımız, yeterde artardı bile...”

    Muzaffer İzgü'nün, 'yaşamöyküsü'nü anlattığı Zıkkımın Kökü, aynı adla sinemaya da uyarlandı. Memduh Ün ile Macit Koper'in senaryolaştırdığı, yönetmenliğini Memduh Ün'ün yaptığı; Menderes Samancılar, Meriç Başaran, Günay Girik, Elif İnci, Sırrı Elitaş ve Emre Akyıldız'ın rol aldığı Zıkkımın Kökü filmi, Hindistan Udaipur Film Festivali'nde Altın Film, Tokyo Film Festivali'nde Asya'nın En İyileri, İspanya'da En İyi Yönetmen ödüllerine değer görülürken; Adana'da Altın Koza'da beş ödül birden, Kültür Bakanlığı Ödülü, Paris'te 1994'te Cine Junior en büyük ödülünü de aldı.

    21 Şubat 2018

    Yuval Noah Harari - Homo Deus

    Bilgi Özgür Kalmak İstiyor
    Tıpkı kapitalizm gibi Dataizm de yoluna tarafsız bir bilimsel teori olarak başlamış olsada, giderek doğruyu ve yanlışı belirleme iddiası taşıyan bir din olma yolunda ilerliyor. Bu dinin en yüce değeriyse “bilgi akışı”. Eğer yaşam bilginin devinimiyse ve biz yaşamın iyi olduğuna inanıyorsak, o halde evrendeki bilgi akışını artırmamız, derinleştirmemiz ve yaymamız gerekir. Dataizme göre insan deneyimleri kutsal değildir ve Homo sapiens yaratılışın zirvesi olmadığı gibi Homo deus'un öncüsü de olamaz. İnsanlar zamanla gezegenimizin sınırlarım aşıp galaksiye hatta tüm evrene yayılacak “Nesnelerin İnternetini  yaratma amacıyla kullanılan araçlardan ibarettir. Bu kozmik bilişim sistemi, adeta Tanrı gibi her yerde olacak ve her şeyi kontrol edecek, insanlarınsa sisteme dahil olup onunla kaynaşmaktan başka şansı kalmayacaktır.

    Bu tutum bazı geleneksel dini inançların vizyonunu anımsatır, örneğin Hindular insanların kainatın ruhu  atman  ile kaynaşıp onun bir parçası hâline gelebileceklerine ama bunun için çabalamaları gerektiğine inanır. Hıristiyanlar ölümden sonra azizlerin ruhunun Tanrı’nın rahmetiyle dolacağını, buna karşın günahkarların onun varlığıyla tüm bağlarının kopacağına inanır. Silikon Vadisi’ndeki Dataist peygamberler de bilinçli olarak bu geleneksel mesihçi dile başvuruyor, örneğin Ray Kurzweil’in  insanlık adlı kehanetler kitabında, Vaftizci Yahya’nın yakarışlarının yankılandığını duyabilirsiniz: “Göklerin hükümranlığı yakındır” (Matta, 3:2).

    Dataistler; ölümlü insanevladına hâlâ tapanlara, miadı dolmuş bir teknolojiye ısrarla tutunmaya çalıştıklarını anlatıyor. Onlara göre  Homo sapiens köhne bir algoritmadan ibaret. Nihayetinde insanların tavuklardan ne gibi bir üstünlüğü var ki? Sadece, bilgi akışları tavuklarınkine göre çok daha karmaşık bir örüntü üzerinden sağlanıyor. İnsanlar daha çok veriyi absorbe edip, daha iyi algoritmalarla işleyebiliyor. (Bu ifade gündelik dilde, insanların sözde daha derin hisler ve daha üstün düşünsel yetilere sahip olduğu şeklinde karşılık bulur. Ancak hatırlayacağınız üzere, hakim biyolojik dogma, duyguların ve zekanın da algoritmalardan ibaret olduğunu söylüyordu.) Pekala, o zaman insana kıyasla daha fazla veriyi absorbe edip daha etkin işleyebilen bir bilişim sistemi oluşturduğumuzda, tıpkı insanın tavuktan üstün olması gibi, bu sistem de insandan üstün olmayacak mı?

    Dataizm içi boş kehanetlerden ibaret değildir. Her din gibi uygulanabilir buyrukları vardır. Bir Dataist her şeyden önce daha fazla kitle iletişim aracına bağlanarak veri akışını olabildiğince artırmalı, ve bunun sonucu olarak olabildiğince çok bilgi üretmeli ve tüketmelidir. Tıpkı diğer başarılı dinler gibi, Dataizm de misyonerdir. Dataizmin ikinci buyruğu her şeyin, hatta bu devasa ağa bağlanmak istemeyen kafirlerin bile sisteme bağlanmasını emreder. “Her şey” ile kastedilen yalnızca insanlar değildir, bunun da ötesinde akla gelebilecek tüm “nesneler” kastedilmektedir. Bedenimle beraber, sokaktaki araçlar, mutfaktaki buzdolapları, kümeslerdeki tavuklar ve ormandaki ağaçlar dahil, hepsi ama hepsi Nesnelerin İntemeti’ne bağlanmalıdır. Buzdolabı kalan yumurtaların sayısını tespit ederek kümesteki tavuğa ne zaman yeni yumurta tedarik edilmesi gerektiğini bildirmelidir. Araçlar birbiriyle iletişim hâlinde olmalı, ormandaki ağaçlar da hava durumu ve karbondioksit seviyelerini bildirmelidir. Evrenin, yaşam ağına bağlanmayan ve dahil olmayan hiçbir parçası kalmamalıdır Veri akışını engellemek günahların en büyüğüdür. ölüm, veri akışının kesilmesinin ötesinde nedir ki? Nitekim Dataizm bilgi edinme özgürlüğünü her şeyden üstün tutar İnsanlar nadiren daha önce görülmemiş, yepyeni bir değer üretir En son 18. yüzyılda karşımıza çıkan bu durum, hümanist devrim aracılığıyla özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin coşkulu ilkelerini vaaz etmişti. 1789’dan beri sayısız savaşa, devrime ve ayaklanmaya rağmen insan evladı yeni bir değer yaratabilmeyi başaramadı. Takip eden tüm çatışmalar ve mücadelelerse ya bu üç hümanist değer adına ya da Tanrı’ya itaat etmek, ulusa hizmet etmek gibi çok daha eski inançlar uğruna veriliyordu. Dataizm 1789’dan beri yeni bir değer yaratabilmiş ilk harekettir: Bu değer bilgi edinme özgürlüğüdür.

    Bilgi edinme özgürlüğünü eski bir liberal değer olan ifade özgürlüğüyle  karıştırmamamız gerekir. İfade özgürlüğü insanlara dilediklerini düşünüp söyleme ve arzu ettiklerinde susup düşüncelerini kendilerine saklama hakkını vermiştir. Bilgi edinme özgürlüğüyse insanlara değil,  bilgiye  tanınmıştır. Dahası bu yeni değer, bilginin serbest dolaşım hakkına insanların veriye sahip olma ve bu verinin hareketini kısıtlama hakkından fazla imtiyaz tanıyarak geleneksel ifade özgürlüğünü boyunduruğu altına alabilir. Dataizm 11 Ocak 2013’te, yirmi altı yaşındaki ABD’li hacker Aaron Swartz’ın evinde kendi canına kıymasıyla ilk şehidini verdi. Ender bir dâhi olan Swartz henüz on dört yaşındayken RSS iletişim protokolünün geliştirilmesine katkıda bulundu. Bilgi edinme hakkının ateşli bir savunucusu olan Swartz, 2008’de bilginin serbest ve sınırsız dolaşımını talep eden  Gerilla Açık Erişim Manifestosu 'nu yayınladı. Manifestosunda şöyle diyordu: “Nerede depolanmış olursa olsun bilgiyi almalı, kendi kopyalarımızı çıkarmalı ve dünyayla paylaşmalıyız. Telif hakkı biten şeyleri alıp arşive eklemeliyiz. Gizli veritabanlarını satın alıp internete koymalıyız. Bilimsel dergileri indirip dosya paylaşım ağlarına yüklemeliyiz. Gerilla Açık Erişim için savaşmalıyız.”

    Sözünün eri olan Swartz, JSTOR dijital kütüphanesinin müşterilerinden aldığı paradan rahatsızdı. Milyonlarca bilimsel makaleyi ve çalışmayı elinde bulunduran JSTOR, biliminsanlarının ve dergi editörlerinin ifade özgürlüğüne inandığı gibi, ifadeleri içeren makalelere erişmek için bir ücret ödemek gerektiğine de inanıyordu. JSTOR insanların ürettikleri fikirler karşılığında bir ödeme alma hakları olduğunu iddia ederken, Swartz tam tersini düşünüyordu. Bilginin özgür olmak istediğini, fikirlerin onları üreten insanlara ait olmadığını ve veriyi duvarların arkasına hapsederek ona ulaşmak için bir ücret beklenmesinin yanlış olduğuna inanıyordu. JSTOR’a erişmek için MIT'nin bilgisayar ağını kullandı ve herkesin internet üzerinden özgürce okuyabilmesi için yüz binlerce bilimsel makaleyi indirip kullanıma açtı.

    Swartz bu eylemden sonra tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Muhtemelen hüküm giyerek hapse yollanacağını fark edince de kendini astı. Hackerlar imza kampanyaları düzenlediler, bilgi edinme özgürlüğünü kısıtlayıp Swartz’ı hedef hâline getiren akademi ve devlet kurumlarına yönelik siber saldırılar düzenleyerek tepkilerini gösterdiler. Baskılar karşısında, bu trajedinin bir parçası olduğu için özür dileyen JSTOR, bugün elindeki verinin (hepsine değilse de) bir kısmına serbest erişim hakkı tanımaktadır.

    Dataist misyonerler, şüphecileri ikna etmek için bilgi edinme özgürlüğünün muazzam faydalarını her fırsatta vurgular. Tıpkı kapitalistlerin her başarıyı ekonomik büyümeyle ilişkilendirmesi gibi Dataistler de ekonomik büyüme dahil tüm iyi ve faydalı şeyleri bilgi edinme özgürlüğüne bağlar. ABD neden Sovyetler Birliğinden daha hızlı büyüdü? Çünkü bilgi ABD’de daha serbest dolaşıyordu. Peki ABD’liler Nijeryalılara ya da İranlılara göre neden daha sağlıklı, daha varlıklı ve daha mutlu? Tabii ki bilginin özgürlüğü sayesinde. Yani daha iyi bir dünya yaratmak istiyorsak, veriyi özgür kılmalıyız.

    Google’ın, yeni salgınları geleneksel sağlık kuruluşlarından daha hızlı tespit edebildiğine önceki bölümlerde değinmiştik, ancak biliyoruz ki bu sadece ürettiğimiz verilere erişim izni verdiğimiz müddetçe mümkün. Verinin serbest dolaşımı, ulaşım sistemlerinin yeniden düzenlenmesi gibi uygulamalarla çevre kirliliğini önleyebilir ve atıkları azaltmamızı sağlayabilir. 2010 itibarıyla dünyadaki özel araçların sayısı bir milyarı geçti ve bu sayı her geçen gün artıyor.  Bu araçlar daha geniş yollara ve daha fazla park yerine duyulan ihtiyacı artırmakla kalmıyor, gezegeni kirleterek muazzam kaynakları da tüketiyor, özel araçlarla ulaşımın rahatına varan insanların tren ve otobüsle yetinmesiyse pek mümkün görünmüyor. Ancak Dataistler insanların özel araçlardan ziyade hareket özgürlüğüne önem verdiklerini söylüyor ve iyi bir bilişim sisteminin çok daha ucuz ve etkin bir hareket özgürlüğü sağlayabileceğini öne sürüyor.

    Benim de bir özel aracım var ama çoğu zaman otoparkta atıl duruyor. Sıradan bir günde sabah 8.04’te aracıma biniyor, yarım saatte üniversiteye varıyor ve aracı park yerine bırakıyorum. Akşamüstü 18.11’de tekrar yarım saatlik bir yolculukla evime varıyorum, bu kadar. Aracımı günde yalnızca bir saat kullanıyorsam, neden geri kalan yirmi üç saatte de elimde tutuyorum? Bilgisayar algoritmaları tarafından işletilen bir araç paylaşma sistemi yaratabiliriz. Bilgisayar evden 8.04’te çıkmam gerektiğini bilir ve en yakındaki otonom arabayı beni alması için tam o vakitte evime yönlendirebilir. Otonom araç beni üniversite kampüsüne bıraktıktan sonra otoparkta beklemek yerine başka yerlerde işe yarayabilir. Yine saat tam 18.11’de üniversitenin kapısından çıkarken bir başka araç beni eve götürmek için önümde durabilir. Böylece bir milyar özel aracın yerini elli milyon ortak araç alabilir, böylelikle çok daha az sayıda yol, köprü ve tünel inşa etmek zorunda kalır ve park yeri sorununa da kalıcı bir çözüm bulabiliriz. Tabii ki tüm bunlar mahremiyetimizden feragat ederek algoritmalara nerede olduğumuzu ve nereye gitmek istediğimizi söylediğimizde gerçekleşebilir.
    "Homo Deus"

    Küçük İskender - Mayıs Giremez

    Toz, zamanın kurumuş gözyaşlarıdır.
    Şimdilik acı kaybımız yok çünkü acı kaybolmaz.
    Üşüdüğünde sen, üstündekini çıkartıp veren biri
    Gibidir hayat,
    Soğuktan donma diye sana sunar kendine dair gerçekleri.
    Hani şöyle bir gülsen şehrin bütün meydanları aydınlanacak.
    Tanrı resmi bırakıp şiire başlamalı.
    Belli belirsiz sonbaharlardan hiçbir şair sağ çıkmadı
    Ortak hüzünlerine topluca gömdüler.
    Ne desem aksini söylüyor hüzün.
    Herkes aşkını başkasına anlatacak kadar yalnızdı.
    Hayat kilitli bir sandıktı biz anahtarını aramızda kaybettik.


    Bülbülü Öldürmek - Harper Lee


    Bazen bir insanın elindeki incil, babanın elindeki viski kadehinden daha tehlikeli olabiliyor...Harper Lee - Bülbülü Öldürmek 

    Arka Kapak Bilgisi

     1960 yılında yayımlandığından bu yana bütün edebiyatseverlerin gönlünde özel bir yer edinen, Pulitzer ödüllü Bülbülü Öldürmek, Amerika'nın güneyinde yaşanan ırkçılığı ve eşitsizliği bir çocuk kahramanın, Scout Finch'in gözünden anlatıyor.

    Harper Lee, kullandığı yalın ama çarpıcı dil aracılığıyla adalet, özgürlük, eşitlik ve ayrımcılık gibi hâlâ güncel temaları, Scout'ın büyüyüş öyküsüyle birlikte dokuyarak, iyilik ve kötülüğü hem bireysel hem de toplumsal düzeyde mercek altına alıyor. Bir "zenci"nin haksız yere suçlanması üzerinden gelişen olaylar; önyargılar, riyakârlık, sınıf ve ırk çatışmalarıyla beslenen küçük Amerikan kasabasının sınırlarını aşıp, insanlar arası ilişkide adaletin ve dürüstlüğün önemini anlatan evrensel bir hikâyeye dönüşüyor. Etkileyici gerçekliği ile ürperten, "insani" vurgusuyla sarıp sarmalayan, çağdaş dünya edebiyatının en önemli örneklerinden biri olan bu klasik roman, Ülker İnce çevirisiyle tekrar Türkçede.

    "İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır."

                                                            Özet
     Scout, henüz 6 yaşında olan küçük bir kız çocuğudur. Abisi Jem ve babası Atticus ile birlikte yaşarlar anneleri Scout daha iki yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Bir de yanlarında aşçıları Calpirnua vardır.

    Kitap, küçük kız Scout’un ağzından anlatılır. Scout ve Jem günlerini mahallede türlü türlü yaramazlıklar yaparak oyunlar oynayarak geçirirler bir de sadece yazları Maycomb’a teyzesinin yanına gelen Dill onlara katılır. Bu küçük afacanların en büyük zevkleri kendi içine kapanmış bir aile olan Radley’ler hakkında hikâyeler uydurmak ve onların evinin çevresinde çeşitli macera ve güç gösterisi olan oyunlar kurmaktadırlar. Hatta evin oğlu olan ve Öcü Radley adını verdikleri genç adam en büyük ilgi odaklarıdır.

    Scout abisi Jem’i örnek almakta ve mahalledekilerin, Calpirnua’nın ısrarlarına rağmen bir kız çocuğu gibi giyinip yemek yapmayı öğrenmeyi reddetmektedir. Onun için asıl ilgi çekici olan Jem ile birlikte çeşitli maceralara atılmaktır. Babaları Atticus ise avukattır. Her zaman sakin ve bilge tavırlarıyla betimlenir. Aynı zamanda da çok iyi bir babadır. Çocuklarını dinler onlarla konuşur ve her şeyden önce iyi birer insan olmayı öğretir.

    Kış gelince Scout okula başlar. Jem onu okulda yalnız bırakır çünkü kendi arkadaşlarıyla takılmak ister. Atticus, Scout’a daha okula başlamadan sık sık okumalar yaptırır. Scout’un da okumaya çok ilgisi vardır çünkü Atticus çok iyi bir okur olduğundan onu örnek alır. Scout’un okumayı bilmesine öğretmeni sinirlenir ve babasına bir daha Scout’a okul dışında okutma yapmaması için haber yollar. Scout okulu hiç sevmez çünkü fazla açık sözlü olduğu için başı hep belaya girer. O kış kasabada da işler yolunda gitmez. Scout ve Jem’in zaman zaman bahçesinde çocukları gibi sevdikleri çiçeklerine zarar vermeme koşuluyla vakit geçirdikleri Bayan Maudie’nin evinde büyük bir yangın çıkar. Bayan Radley ölür. Atticus ise mahkemenin görevlendirmesiyle bir davayı üstlenmek zorunda kalmıştır. Çocuklar daha farkında olmasa bile bu dava Atticus’ta büyük bir tedirginlik yaratmaktadır. Çünkü Atticus bir beyaza karşı bir siyahiyi savunmak zorundadır. Atticus işini özveriyle yapan ve haksızlığa karşı koyarak çocuklarına her zaman örnek olmaya çalışan bir adam olduğundan özellikle de suçsuzluğuna inandığı Tom Robinson’u hakkıyla savunmakta kararlıdır. Tom, Bay Ewell’in büyük kızına tecavüz etmekle suçlanmaktadır. Bay Ewell’ın kötü ünü kasabada bilinmektedir. Çalışmayan, çocuklarına kötü davranan ve ona buna sataşan beş para etmez bir adamdır. Atticus, iki tarafın da ifadelerini dinlediğinde Ewellların ifadelerindeki tutarsızlıklar ortadadır. Ayrıca tıbbi incelemeler de tecavüz bulgusuna rastlamamaktadır. Atticus, ne olursa olsun Tom’un suçsuzluğunu kanıtlamakta kararlıdır. Çocuklar için de kötü günler başlamaktadır. Çünkü babaları bir zenciyi mahkemede savunacaktır. Arkadaşları, mahalleli ve akrabaları tarafından sözlü tacize uğramaktadırlar.

    Mahkeme günü geldiğinde Atticus tüm kanıtları jüriye sunmuş ve tanıkların ifadelerinde açıklamaları ortaya koymuştur fakat jüriden Tom’un suçlu olduğu kararı çıkmıştır ve Tom idama mahkûm edilmiştir. Bir beyaza karşı bir zencinin kazandığı hiç görülmese de herkesin vicdanın da bir parça Tom’un suçsuz olduğu fikri belirmiştir. Birkaç kişi dışında hiç kimse açık sözlülükle bunu ifade etmemiştir çünkü onlara göre zenciler bozuk ahlaklıdır ve değişemezlerdir.

    Atticus, kararın temyize gideceğini, Tom’un serbest kalma ihtimalinin yüksek olduğunu Tom’a söylese de Tom, kaderinin bir beyaz adamlara bırakılmasına dayanamayarak cezaevinden kaçmaya çalışmış ve vurularak öldürülmüştür. Karısı Helen’e ve üç küçük çocuğuna bu acı haberi vermek Atticus’a düşmüştür.

    Herkesin Almanya’da Hitler’in Yahudilere yaptığı eziyetleri kınadığı sırada Scout, Amerika’da zencilere yapılanların da farklı olmadığını fakat kimsenin bunu eleştirmediğini düşünüp çok şaşırmıştır.

    Günler normale dönerken Ewell, mahkemede olmasa bile herkesin vicdanında haksız çıkarılmanın hıncını yaşamakta ve Atticus’u pek çok kez tehdit etmektedir. Atticus ise tüm sakinliğiyle Ewell’ı geri püskürtmektedir.

    Bir gece ay gökyüzünde bulutların arkasına gizlenmişken Jem ve Scout okuldaki balodan eve dönmektedirler. Scout, gösteri için jambon kılığına girmiş ve dönüşte yalnızca Jem’in yönlendirmesiyle yürüyebilmektedir. Derken birisinin kendilerini takip ettiğini fark ederler ve tam Radley’lerin evinin arka sokağında bir boğuşma başlar. Scout’un hareketleri çok kısıtlı olduğundan üstüne atılan kişiden kendini kurtaramaz ve Jem’e de yardım edemez. Bir boğuşma sesi duyar Jem’in çığlığından sonra bir kişinin daha geldiğini kendilerine yardım ettiğini duyar. Tanımadığı bu adam Scout’u yerden kaldırır. Jem’i de kucağına alarak evlerine doğru koşarlar. Eve vardıklarında herkes onları büyük bir panikle karşılar. Jem kendinde değildir ve kolu ciddi bir şekilde kırılmıştır. Scout ise kostümü sayesinde ciddi bir yara almamıştır. Şerif kostümü incelendiğinde bıçak darbelerini görür fakat kostümdeki tellerin bıçağın Scout’u yaralamasına engel olduğunu söyler. Onlara saldıran Bay Ewell’dır. İki küçük çocuğu öldürecek kadar alçalmıştır fakat boğuşma sırasında bıçağının üzerine düşmüş ve cezasını bulmuştur. Onları kurtaran bu tanımadıkları adam ise Öcü Radley adını verdikleri Bay Arthur’dur.

    Küçük bir kızın gözünden yetişkin insanlar olmanın en gülünç, en anlamsız yönlerinin aktarıldığı muhteşem bir eser. Okuma zevki vermesinin yanında akıcılığıyla da elinizden bırakamayacaksınız.

    Bülbülü Öldürmek Konusu
     Scout’un ağabeyi Jem’in on üç yaşındayken kolu kırılmıştır. Aralarında kolunun neden kırıldığını konusunda farklı nedenler söylerler. Babaları Atticus ikisinin de haklı olduğunu söyler. Evde Jem, Scout, babaları Atticus ve aşçıları Calpurnia ile birlikte Maycomb isimli küçük bir kasabada yaşamaktadırlar. Anneleri onlar küçükken ölmüştür.

    Her yaz mahalle komşularının yeğeni Dill gelir ve onunla oynarlar. Bütün yaz komşuları Boo Radley’i dışarı çıkarmak için uğraşırlar. Babaları Atticus bir avukattır ve çok yoğun çalışmaktadır. O yıl Scout okula başlar. Öğretmeni okumayı bildiğini fark edince ona kızar okumasını yasaklar. Okula gitmek istemez, babası akşamları okuyacaklarına söz verince okula gitmeye ikna olur. Ama okulda çok sıkıntı yaşamakta diğer öğrenciler de onunla dalga geçmektedir.

    Okula giderlerken önünden geçtikleri bir ağaca birileri hediyeler ve şeker koyar ancak Nathan Radley ağaçtaki o kovuğu çimentoyla kapatır. Dill o yaz yine gelir ama Scout’la çok oynamazlar artık. O da Bayan Maude’nin terasında yaz boyunca ikindi vakitleri oturarak onunla sohbet eder.

    O kış ihtiyar Bayan Radley ölür. Bayan Maude’ nin evinde yangın çıkar, çocuklar ve komşular ona yardımcı olurlar. O sıralar Atticus’un zenci bir adamın davasına bakması istenir. Bu duruma Maycomb’ lular çok tepki gösterirler. Okuldaki çocuklar da Scout ve Jem’le dalga geçer. Babaları aldırış etmemelerini ve dik durmalarını söyler. Komşuları Bayan Dubose’dan ikisi de çok korkmaktadırlar ama Bayan Dubose babalarının bu davaya bakmasıyla ilgili laf edince Jem Bayan Dubose’un bahçesindeki çiçekleri yolar ve dağıtır. Babaları özür dilemesini ister Jem den. Bayan Dubose Jem’in her gün gelip kendisine kitap okumasını ister. Scout’ la beraber her gün gidip kitap okur ama Bayan Dubose kısa bir zaman sonra ölür. Babaları Bayan Dubose’ un çok yaşlı ve hasta olduğunu yıllardır ağrılarını dindirmek için morfin kullandığını, artık acılarının dindiğini söyler.

    Bir gün Calpurnia çocukları kendi gittiği kiliseye götürür. Çocuklar orda diğer zencilerle tanışır ve onların iyi insanlar olduklarını öğrenir. Babalarının davasına baktığı Tom Robinson Bay Ewell’in kızına tecavüzden suçlanmaktadır. Ama işin aslında kız Tom’ a iftira atmaktadır ama zenci olması sebebiyle kimse inanmaz. O sıralar çocuklara göz kulak olmak için Alexandra Hala gelir. Scout’un bir erkek gibi davranmasını istemez, atık bir hanımefendi gibi davranması gerektiğini söyler, elbise giydirmeye çalışır.

    Mahkeme günü gelince tüm Maycomb sanki panayır izlemeye gider gibi mahkemeye izlemeye gider. Gizlice Scout, Jem ve Dill de mahkemeyi izlemeye giderler. Herkesin ifadeleri alınır. Ancak jüri üyeleri Tom’u, tüm deliller aksini gösterse de, suçlu bulur. O dönemlerde bir zenci suçlu bulunursa cezası idamdır. Tom idam edilir. Çocuklar bu duruma çok üzülürler.

    Ekim ayının sonlarında okulda bir gösteri yapılacaktır, Scout jambon kılığına girecektir. O gün akşam Jem’ le ikisi giderler. Dönüşte yol çok karanlıktır, Scout kıyafeti çıkarmak ister. O esnada birisi çocuklara saldırır. Daha sonra ise aniden adam durur biri gelir ve onları kurtarır. Çocuklar karanlıktan kimseyi göremezler. Babaları gelir, Jem’in kolu kırılmıştır. Onu tedaviye alırlar. Scout abisi için çok endişelenir. Ama doktor ve babası iyi olacağını söylerler. Bu esnada çocuklara saldıran Bay Ewell’ in ekmek bıçağı karnına saplanmış cansız bir şekilde yerde yatmakta olduğunu görürler. Atticus Jem’ in yapmış olmasından endişelenir ama Bay Ewell çocukları öldürmeye çalışırken ayağı takılmış ve bıçağın üzerine düşmüştür. Bay Tate olayı aydınlatır, kimsenin suçlu olmadığını söyler. Çocukları kurtaransa Boo Radley’ dir. Scout onu görünce çok sevinir. Ağaç kovuğuna hediyeleri koyanın da Boo olduğunu anlar. Scout onunla terasta oturur. Babasına Boo’ nun çok iyi bir insan olduğunu söyler.
     

    Isaac Asimov "Ne yazık ki, Sonsuzlukta bile şimdiki zaman geçip gidiyor"


    Öylesine gülünç olacaksınız ki herkes bir hiç olduğunuza inanacak. Bunun da tek amacı hayatınızı korumak... Gerçekten yaşanmaya değer olup olmadığı şüpheli olan hayatınızı.Gecenin bastırması, kökleri insanlık tarihinin başlarına kadar uzanan büyük bir psikolojik huzursuzluk yaratır. Gece daima bir güvensizlik ve korku zamanıdır ve cesaret güneşle birlikte batıp gitmiştir...Yok olmaktan kurtulanların pek azını teşkil eden bu edebiyat, beni kendisine aşık etti. Bizim dışa dönük dünyamızın tam aksine bu eserlerde içe dönük bir şeyler var...The Stars, Like Dust

    Evet. Bu çok garip ama gerçekten özlemiyorum. Mavi göğü, yeşil kırları, akan suları özleyeceğimden emindim. Arza özgü bütün bu nitelikleri. Ama hiç birini de özlemiyorum. Onları rüyamda bile görmüyorum."
    Selene, "Bazen öyle şeyler oluyor" dedi. "Daha doğrusu vatan özlemi çekmediklerini söyleyen bazı Göççülerle karşılaştım. Tabii öyleleri az. Ve hiç kimse bu küçük grubun müşterek özelliklerini anlayamıyor. Tabii türlü tahminler yürütülüyor. Kimisi bu Göççülerde ciddi bir duygusuzluk olduğunu, onların hiçbir şey hissedemediklerini söylüyor. Kimisi ise fazla duygulu olduklarını ve sinir krizi geçirmekten korktukları için vatan hasreti duyduklarını itiraftan kaçındıklarını...
    Bu yaygın budalalık insanın cesaretini kırıyor. Galiba insanlığın sırf kötü kalpli ve pervasız olduğu için intihar etmesine üzülmeyeceğim. Kalın kafalılık ve ahmaklık yüzünden ölmek pek vakarsızca bir şey. Madem böyle öleceksin o zaman insan olmanın ne yararı var?...İşte Tanrılar

    Tam şu anda hayatın bence en üzücü tarafı, bilimin bilgiyi biriktirme
    hızının toplumun bilgelik edinme hızından daha fazla olmasıdır.
    Aklı başında insan, haddini bilen insandır...
    Yazmak heyecan vericiydi.
    ...Aslına bakılacak olursa, romanlarımı hala aynı taktikle yazıyorum, konu yazdıkça şekilleniyor; ancak bir farkla; hikayeye bir son belirlemedikçe, olayların yazarken şekillenmesinin bir anlamı olmadığını öğrenmiş bulunuyorum...
    Artık yazmak için önce bir sorun ve o sorunun çözümünü düşünüyorum. Ancak bundan sonra yazmaya başlıyorum; hikaye, ilerledikçe geliştiği için karakterlerin başlarına neler geleceğini, güçlükleri aşmayı nasıl başaracaklarını yazdıkça öğrenmenin heyecanını yaşıyorum; ama hikaye önceden bildiğim bir sona, çözüme doğru gittiği için de bu süreçte yolumu kaybetmemiş oluyoru. Yazarlığa yeni başlayanlar benden tavsiye istediklerinde de hep bunun üzerinde dururum...... Hayata asıl neşe katan şey bilmek değil, öğrenme azmi ve kabiliyetidir.
    ... Geçmişin hayaletleriyle boğuşmak zorunda olmayan, hafızası hala yerinde, nostalji nedir bilmeyen, geçmişteki acıların üstüne sünger çekebilmiş ve kaybedilenin ardından duyulan o ince sızıdan bihaber 'şanslı' insanlar vardır elbette; bu insanlar için üzgünüm; zira kaybedilenlerin ardından gözyaşı dökmek, hayatta gözyaşı dökmeye değer bir şeylerinin olduğunu gösterir...
    ... Kendim için "insan" kelimesinden başka bir tanım kullanmayı reddediyorum. Bana kalırsa medeniyet ve insanlık yok olmasın diye gösterilen çabaların önündeki hızlı nüfus artışı dışındaki en büyük engel, insanların kendi aralarında durmadan küçük gruplara bölünme ve oluşan her yeni grubun da yalnız kendini yücelterek komşularını hakir görme alışkanlıklarıdır......Peki ama ya yanılıyorsam ? Bunu ünlü matematikçi, filozof ve sözünü esirgemeyen bir ateist olan Bertrand Russell'a da sormuşlardı. "Peki ya ölüp de kendinizi Tanrı'nın karşısında buluverirseniz ? o zaman ne yaparsınız ?" demişlerdi.
    Bunun üzerine yılların gözü pek fikir adamı şu cevabı verdi: 'O zaman ona, "Tanrım, bize daha fazla kanıt göstermen gerekirdi' derim."
    ... Ben bir ateistim ve bana göre ölümden sonra gelen tek şey de sonsuza dek sürecek rüyasız, derin bir uykudur..... Öğrenmek demek ufkunuzu genişletmek, daha fazla şey yaşamak ve kendinize farklı yaşam alanları yaratmak demektir.
    ... Bilgi yalnızca güç değildir; bilgi mutluluktur ve bilginin size öğretilmesi ise entelektüel manada, sevilmekle eşdeğerdir...
    Aklıma bir bilimkurgu kongresinde Ted Sturgeon'un söyledikleri gelmişti; ona göre bilimkurgu, temel insan hak ve özgürlüklerinin dillendirilebildiği son kaleydi. Sansürcü zihinler bilimkurgu okumayan; bilimkurguyu anlamaktan aciz olan ve okusalar dahi neyi yasaklamaları gerektiğini bilemeyecek kişilerdi. Sansürcü zihniyet bilimkurguyu kendine yem etme mertebesine yükseldiği gün zaten her şey bitmiş demekti. Artık demokrasiden geriye tek bir iz bile kalmazdı...
    Yıllar önce Isaac bir mektubunda Lili adlı sinema filmini izlediğini ve hayali bale sahnesinde ağladığını yazmıştı:
    "Beni niye ağlattığını biliyorum. Bu, aynı hayat gibi, insanlar birer birer giderler ve sen onları uğurlarsın, ta ki bir gün sıra sana gelene ve başkaları seni uğurlayana kadar. Sanırım burada önemli olan Carpe Diem - günü yakalamak - sonra geçip gitmesine izin vermektir...
     Bana iyi olduğumun söylenmesine bayılıyorum. Neden mi ? Kesinlikle, beni iyi olduğuma ikna ettiğinden filan değil. Beni, bir başka insanı benim iyi iş çıkardığımı düşündürtecek kadar etkileyebilmiş olduğuma ikna eder de ondan. O insan için ben hakikaten iyiyimdir. Bu gerçekten de harikadır; zeka düzeyiniz doğuştan bellidir, sizin elinizde değildir, hem korkunç ve iğrenç insanların da son derece parlak zekaları olabilir; ya da yakışıklı olabilirler, den den; sağlıklı; den den; müzikal yetenek, den den; yazarlık kabiliyeti, den den; ne varsa her şey, den den.
    Oysa iyi olma, bir başkasını mutlu edebilme kapasitesi tamamen sizin yarattığınız, yaratılması son derece güç ve fakat bir o kadar da tatmin edicidir...Dolu Dolu Yaşadım

    1. Bir robot, bir insana zarar veremez. Ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz.
    2. Bir robot, insanların verdikleri emirlere uymak zorundadır. Ancak bu tür emirler Birinci Yasayla çeliştiği zaman durum değişir.
    3. Bir robot, Birinci ve İkinci Yasalarla çelişmediği sürece varlığını korumak zorundadır...Robotik El Kitabı   Ben, Robot

    Voy gülümsedi. "İşte bu fena. Ne zaman birisi belirli bir alanda tam bilgi sahibi olmadığını belirterek konuya girse, arkasından o konuda çok açık bir biçimde fikrini belirtecek demektir...Sonsuzluğun Sonu

    Şiddet... yetersizin son sığınağıdır...Vakıf

    En iflah olmaz aptal kişi kendi bilgisinin farkında olmayan...İkinci Vakıf  

    Çılgınlıklarının seni götüremeyeceği yerin ilerisinde sınırlar vardır. Ben bundan memnunum. Gerçekte, ben huzurluyum...Robot Düşleri

    Bir gezegen dolusu insan, ekonomik zorunluluğun dikte ettiğinin karşısında hiçbir şey demektir.
    Ekonomi bilimi şimdi insanlığın tarafında...Tanrılar Ve İmparatorlar

    Ne yazık ki, Sonsuzlukta bile şimdiki zaman geçip gidiyor...Sonsuzluğun Sonu 


    18 Şubat 2018

    İlhan Selçuk ' İnsanın İnsallaşması '

                                         
    "Saatin akrebine baktığımız zaman, akrep hareketsiz gibi gelir bize. Fakat bir iki saat sonra akrebin yer değiştirdiğini görürüz. İnsanların hayatında da böyle olur. Çevremizdeki, hatta kendimizdeki değişikliğin çoğu zaman farkında olmayız. Tarihin akrebi bize hareketsiz gibi görünür."

    ---

    "İnsan Nasıl İnsan Oldu" adlı kitapta böyle yazıyor.

    Tarihin bilinmezliklerinden 1600 yılına değin "kahramanı insan olan" bir gerçek serüveni anlatıyor kitap; ama insan dediğimizde kimi vurguluyoruz?

    Diyelim ki insanoğlu Amerika'yı keşfetmiştir; Avustralya'yı bulmuştur. Peki, Amerika ve Avustralya'da insan yok muydu?

    Amerika ya da Avustralya'yı bulan insanın buralarda yaşayan insana insan gibi bakmadığını tarih söylüyor. "İnsan Nasıl İnsan Oldu"dan bu yolda birkaç satır:

    "Avrupalılar Avustralya'yı bulduklarında başlı başına bir kıtayı ele geçirmek onlar için büyük başarıydı. Avustralyalılar içinse bu gerçek bir talihsizlikti. Çünkü insan emeğinin devirlerini gösteren takvime göre hesaplanırsa, bunlar daha geri bir zamanda yaşıyorlardı. Avrupalıların göreneklerinden bir şey anlamıyor ve düzenlerine boyun eğmek istemedikleri için kendilerine yabanıl hayvanlar gibi davranılıyordu. (...) Avustralyalı için yasa olan, Avrupalı için cürümdü. (...) Hayvancılıkla uğraşan Avrupalı için koyun mal olduğu halde ilkel şartlarda yaşayan Avustralyalı avcı için bir avdı."

    "Amerika'yı bulan Avrupalılar yeni bir dünya bulduklarını sanıyorlardı. Kristof Kolomb'a üzerinde 'Kolomb, Kastilya ve Leon için yeni bir dünya buldu' sözleri yazılı bir nişan verilmişti. Ne var ki 'yeni dünya' gerçekte eski bir dünyaydı. Avrupalılar çoktan unutmuş oldukları geçmişlerini bir rastlantıyla Amerika'da bulmuşlardı."

    "Kızılderililer ve beyazlar ayrı ayrı çağın insanlarıydı."

    ---

    Ayrı ayrı çağın insanları olmak...

    İşte bütün tarihin ve yaşadığımız günlerin acılarını bu eşitsiz gelişme yaratmıştır; ama dünya değişiyor; insanlar gün geçtikçe eşitleniyor. Yeryüzünde binlerce yıl süren kölelik kurumu hiç değişmeyecek sanılıyordu. Eski Yunan şairi Teognis zaman saatinin yürümüyor gibi görünen akrebine aldanarak şu dizeleri yazmış:

    "Ne soğandan gül çıkar,

    Ne köleden özgür insan."

    Oysa köleliğin kurumlaşmasından bu yana tarih kölelerin özgürleşmesi sürecinden başka nedir ki? Bu savaşım günümüzde bile sürüyor.

    ---

    Atatürk, Cumhuriyet Türkiyesi'nin insan toplumu için bir hedef saptamıştı:

    -Çağdaş uygarlık düzeyine erişmek.

    Bu demektir ki aklımızın akreple yelkovanını uygarlığın en ileri saatine göre ayarlayacağız. Sakın yanlış yorumlamayalım; "Tanzimat kopyeciliği"ne sapmayalım; yüzeysel Batıcılık anlayışını Atatürkçülük diye yutturmaya kalkışmayalım. Çağdaşlaşmak, akıl ve bilim yolunda yürümek demektir.

    Eğer bugün "Batı" ile Türkiye arasında kimi konularda ve alanlarda çatışma varsa nedenlerini anlamaya çalışmalıyız. "Doğu" ile çelişkilerimiz varsa, onları da bilim ve akıl yoluyla çözümlemeye bakmalıyız. Bize yabancı ve ters gelen her konuya Amerika'nın ya da Avustralya'nın keşfi sırasında yaşayan yerliler gibi anlamaz gözlerle bakmayalım.

    ---

    İnsanın insanlaşması uzun ve acılı bir süreçtir. Bugün bile dünyada çeşitli toplumlar "ayrı zamanlarda" yaşıyorlar.

    Eşitleme kolay değil...

    Ne yazık ki Türkiye'nin toplumsal gerçeğinde ayrı ayrı zamanlarda yaşayan kişiler ve kesimler çoğaldı. Bunu demokrasinin gereği saymak için çok bilgisiz, bilinçsiz ya da saf olmalı. Atatürk, yaşadığımız toplumda kişiler ve çevreler arasında var olan zaman ayrılıklarıni yok etmek için "Öğretim Birliği Devrimi"ni gerçekleştirmişti. Bu devrimle ortaçağı yaşayanlar günümüze ulaşacaklardı. Köy enstitüleri de bu amaçla kurulmuştu. Ama hem öğretim birliği devrimini hem köy enstitülerini yıktık; saatlerimizi çağdaşlığa göre ayarlayacak akıl ve bilim yolundan uzaklaştık.
    Kötü bir iş yaptık.

    Daha uzun süre bu kötülüğün acılarını çekeceğiz, insanlaşma yolunda yürürken...

    Düşünüyorum Öyleyse Vurun
     
     

    Halil Cibran - Rüzgar Gülü




    "Gerçek olan şu ki: Biz her zaman kendi habercilerimizdik ve bundan sonra da her zaman kendi habercilerimiz olarak kalacağız. Topladıklarımızın ve toplayacaklarımızın hepsi el değmemiş tarlalarda hayat bulacaklar. Biz tarlalarda; hem çiftçi, hem toplanan, hem toplayanız. Sen siste dolanan bir arzu olduğun zamanlar ben de aynı siste dolanan bir arzu olarak oradaydım. Sonra birbirimize aktık ve isteklerimizden düşlerimiz doğdu. Ve o düşler sınırsız zamandı ve ölçüsüz boşluktu."


    Mehmet Uzun "Sessizliğin sesi duyulmaz, hissedilir; kulaklar değil, ruh ve yürek duyar onu."





    13 Şubat 2018

    Pablo Neruda "Sevdiğiniz insanların sevgisini hissetmek, hayatımızı besleyen güneş gibidir."



    Orhon M. Arıburnu - Sen gözlerimin içinde

    Ben daha büyük
    Ben daha yüce
    Sen gökyüzü
    Ben insan
    Ben sevgi
    Ben düşünce

    Ben daha büyük
    Ben daha yüce
    Ölürüm özgürlük için
    Acılar bende
    Umutlar bende

    Ben daha büyük
    Ben daha yüce
    Sen gökyüzü
    Sen sonsuzluk
    Sen bende
    Sen gözlerimin içinde


    10 Şubat 2018

    OSHO "Bana göre varoluş bir gizemdir. Onun ayaklarımızın altında olmasına ya da anlaşılmasına gerek yoktur. Onu yaşa, onu sev, onun keyfini sür. O ol. Neden onu anlamaya çalışıyorsun?

    Hayatın her bir anı önemlidir. Ve hiçbir an diğerinden daha az ya da daha çok değerli sayılamaz. Mutluluğu bulmak için belirli bir anı beklemek boşunadır. Bunun farkında olanlar her anı mutluluğa dönüştürebilirler. Doğru fırsat için bekleyenler ise, o fırsatın kendisini kaybederler. Yaşamın tamamlanması tek bir seferde elde edilemez, bu kocaman bir yığın değildir. Aksine, her bir anın içinde küçük parçalar halinde keşfedilecektir...Bir Sabun Köpüğüdür Hayat 
     
    Yaşam tamir edilip tamamlanacak bir şey değildir, yaşam yaşamaktır; bilinenin kıyılarından bilinmeyenin kıyılarına doğru, her zaman bilinmeyene doğru akan bir nehre benzeyen süreçtir.
    Yaşamak İnanmaktır, Osho'nun Hindistan seyahati sırasında öğrencilerine ve arkadaşlarına yazmış olduğu 365 özel mektubundan oluşuyor. Bu mektuplarda genel olarak yalnızlık, meditasyon, sevgi ve hassasiyet konuları üzerine yoğunlaşan Osho, aynı zamanda insanların hayatlarını güvence altına almak için harcadıkları gereksiz çabaya da değiniyor.
    Mutluluğu kelimelere dökmekte şaşırtıcı bir yeteneği olan Osho, bu mektupları her ne kadar arkadaşlarına ve öğrencilerine yazmış olsa da aslında hepimize sesleniyor. Her mektubun tadını çıkarın, gözlerinizi kapatın ve düşünün, tamamıyla mutluluk içinde olduğunuzu hissedeceksiniz...Yaşamak İnanmaktır

    İnsan bir gökkuşağıdır, hem de yedi rengiyle birlikte. Bu onun güzelliğidir ve aynı zamanda sorunudur da. İnsan çok yüzlüdür, çok boyutludur. Onun benliği basit değil, müthiş bir karmaşadır. Gökkuşağının yedi rengi vardır, insanın varlığının yedi merkezi vardır...Çakra Kitabı

    Unutma: Cesaret Korkusuzluk Demek Değildir. Eğer bir insan korkusuzca, ona cesur diyemezsin. Bir makineye cesur diyemezsin, o korkusuzdur. Cesaret sadece korku okyanusu içinde varolabilir. Cesaret, korku okyanusu içinde bir adadır. Korku vardır ama bu korkuya rağmen insan o riski göze alır; işte cesaret budur. İnsan titrer, insan karanlığa girmekten korkar ama yine de girer. İnsan, kendine rağmen adım atar; cesur olmanın anlamı budur. Bu, korkusuzluk demek değildir. Korku dolu olmak ama onun altında ezilmemek demektir...Cesaret-Tehlikeli Yaşamanın Coşkusu

    Yaşadığımız an, daima bir cehennemdir. Bunu sadece geleceğe yönlendirdiğin umutların sayesinde sürdürebiliyorsun. Bugün, bir yarın olduğu için yaşayabiliyorsun. Yarın bir şeylerin olacağını umut ediyorsun; yarın cennetin bazı kapıları açılacak sanıyorsun. Bugün hiçbir zaman açılmayacak ve yarın geldiğinde yarın olarak değil, bugün olarak gelecektir, ama zihnin bu arada tekrar ilerlemiş olacaktır. İleriye doğru gitmeye devam ediyorsun; işte hayale dalmanın anlamı budur. Şu anda yanında bulunan, burada ve şimdi olan gerçekle bir değilsin, başka bir yerdesin; ileri doğru hareket ediyor, ileri doğru zıplıyorsun...Bireyin Doğuşu

    Astroloji günlük hayatımızda çıkar sağlamak için geleceği tahmin ve kontrol etmek için mi vardır? Yoksa geçmişi ve geleceği de içine alan, insanın varoluşla, evrenle, kozmosla olan bağını ve ilişkilerini ele alan daha büyük ve önemli soruların yanıtlarını barındıran bir bilim midir? "Astroloji son derece ileri bir uygarlık tarafından, çok ileri derecede geliştirilmiş bir bilim dalıydı ama o uygarlık yok olduğundan bizim elimizde sadece astrolojinin eksik parçaları kaldı. Günümüzde artık bilim de yaşamın bütün olarak yıldızların hareketinden etkilendiği tezini kabul edebilecek bir noktaya gelmek üzere...Astroloji Hurafe mi Öze Açılan Kapı mı?

    Her bir kuşun şakıması ve gökyüzünde süzülen her bulut bir mesaj, şifreli bir mesaj gibidir. Onu deşifre etmen, onun derinliklerine bakman, sessiz olman ve mesajı dinlemen gerekir.
    Tüm varoluş âşıktır: Ağaçlar aşkla muazzam bir şekilde hareket ederler; bu yıldızlar, nehirler okyanusa doğru telaşla koşar, buluşup birleşebilecekleri bir yerde kaçamak bir aşk yaşamak için akarlar. İzle, her yerde aşkın gölgesini, heyecanını, gerilimini, aşkın coşkusunu bulacaksın. Hangi surette olursa olsun, derinden bakarsan her zaman her şeyin tam göbeğinde atan bir nabız bulacaksın. Buna aşktan başka bir şey denemez...Sevginin Yolu

    Tao benlik demektir. Tao bu âna inanır; hiçbir gelecek fikri yoktur. Bu saflık ânında, sessizlikte, kendiliğindenlikte yaşayabilirsen, o zaman hayatın dönüşür. Onu sen dönüştürmezsin - Tao dönüştürür, bütün dönüştürür. Sen yalnızca nehrin seni okyanusa götürmesine izin verirsin; nehri zorlaman gerekmez...Tao - Hal ve Sanat

    Ben de bir çiftçiyim ve birkaç tohum ektim. Onlar filizlendi ve şimdi çiçeklendiler. Benim bütün yaşamım bu çiçeklerin kokusu ile dolu ve bu koku sebebiyle şimdi farklı bir dünya dayım. Bu koku bana yeni bir doğuş verdi ve şimdi artık sıradan gözler tarafından görülür değilim. Daha önce görülmeyen ve bilinmeyen kapalı kapılar benim için açıldı ve artık ben gözler aracılığıyla görülmeyen bir dünyayı görüyor, kulakların duyamadığı müziği duyuyorum. Bulduğum ve bildiğim her ne ise akmaya istekli; tıpkı dağ şelaleleri ve kaynakların akışları gibi ve okyanusa doğru acele ediyor. Hatırla, bulutlar su ile dolu oldukları zaman yağmak zorundalar. Ve çiçekler koku ile dolu oldukları zaman, kokularını özgürce rüzgârlara yaymak zorundalar…ve bir lamba yandığı zaman, ışık ondan yayılmak zorunda.
    Bunun gibi bir şey gerçekleşmekte ve rüzgârlar bazı devrim tohumlarını alıp benden götürüyor. Hiçbir fikrim yok; hangi alanlara inecekler ve kimler onlara eğilim gösterecek? Sadece şunu biliyorum ki bu tohumları yaşamın, sonsuzluğun ve ilahi olanın çiçeklerinden elde ettim ve hangi alana inerlerse, tam oradaki zemin ölümsüzlüğün çiçeklerine dönüşecektir. Ölümsüzlük ölümde gizlidir ve ölüm yaşamdır; tıpkı toprağın içinde çiçeklerin olması gibi. Fakat toprağın potansiyeli, tohumun yokluğunda asla gerçekleşemez. Tohumlar açıkça gösterilmemiş olanı açıkça gösterir ve belirtilmemiş olana ifade verir. Her neyim varsa, her neysem, ilahi bilincin tohumları gibi vermek istiyorum. Bilgi ile neye erişilirse -bilmek- aşk onu bolca paylaşır. Bilmekte kişi Tanrı'yı bilir; aşkta kişi Tanrı olur. Bilgi ruhsal disiplindir, aşk tamamlanmaktır...Bilgelik Tohumları

    İnsanoğlunun içine, en derinlerine baktığımda ne mi görüyorum? İnsanın da aslında topraktan yapılma bir kandil olduğunu. Fakat sadece kilden yapılmış bir lambadan ibaret değil insan; onun içinde Güneş'e doğru dur duraksız yükselen bir alev var. Onun kilden olan sadece bedeni, ruhu ise işte o alevin ta kendisi...Bilincin Ölümcül Alevi

    Coşku manevidir. O, zevkten ya da mutluluktan farklıdır, tamamıyla farklıdır. Onun dışarıyla, diğeriyle hiçbir ilgisi yoktur; o içsel bir olgudur. Coşku çılgındır. Ve sadece çılgın insanlar bu bedeli ödeyebilir. Sıradan akıllı insan çok kurnazdır, çok hesapçıdır, çok hilekârdır. O coşkunun bedelini ödeyemez çünkü onu kontrol edemez. Ancak perişan haldeki bir insanı kontrol edebilirsin. Coşkulu bir insan özgür olacaktır. Coşku özgürlüktür. Coşkulu olduğunda sen bir köleye indirgenemezsin. Tanrı yukarıdaki cennetlerde bir yerlerde değildir. O, şimdi burada; ağaçlarda, taşlarda, senin içinde, benim içimde, her şeyin içinde. Tanrı varoluşun ruhudur, görünmez olan, en içteki özdür.
    Ne olacağın hakkında bir fikrin olmadan dünyada yaşa. Bir kazanan mı yoksa kaybeden mi olmanın hiçbir önemi yok. Ölüm her şeyi senden alır. Önemli olan tek şey oyunu nasıl oynadığındır. Hoşuna gitti mi? O zaman her an bir coşku anıdır...Coşku - İçten Gelen Mutluluk

    Hayatı, bütünselliği içinde yaşa. Dünyada yaşarken, onun bir parçası olma. Hayatta, suyun içindeki bir nilüfer çiçeği gibi yaşa: o, suyun içinde yaşar ama su ona dokunamaz. Ancak o zaman bodhichitta senin içinde çiçeklenir, tomurcuklanır. Ancak o zaman özgürlük olan, sonsuz sevinç olan, kutsanma olan son derecedeki bilinci tanıyabilirsin. Bunu tanımamak, hayatın tüm anlamını kaçırmaktır. Onu tanımak ise tek amaçtır. Tek amaç: bunu unutma."
    "Din, en saf bilmek olması bakımından bir bilimdir ama kimya ve fizik gibi bir bilim değildir. Dışarının bilimi değildir, içerinin bilimidir. Seni öteye götüren bir bilimdir; seni bilinmeyen ve bilinemeyecek olana götüren bir bilimdir. O, var olan en büyük maceradır. Cesareti ve zekâsı olan herkese bir çağrı ve meydan okumadır. Din, korkaklar için değildir, tehlikeli yaşamak isteyen insanlar içindir...Bilgelik Kitabı 1

    Meditasyon yapmak, "yanılsamalı" yaşantımızdan bütünüyle kopmaktır, çünkü meditasyon rekabetin, sahip olma hırsının veya açgözlülüğün, şiddetli ve kaygı verici savaşımın ve elde etme açılışının bulunmadığı, kaygılardan ve sorunlardan bağımsız bir durumdur: Ne kabulün ne de direnmenin olduğu hırstan uzak bir durumdur, ne umut ne de korku vardır onda, doğal saflığın boşluğunda bizi tutsak etmiş olan tüm bu duyguları ve kavramları usul usul salıvermeye başladığımız bir durumdur bu. Meditasyon yapmayı öğrenmenin armağanı, bu yaşamda kendinize verebileceğiniz en büyük armağandır. Çünkü:
    -Meditasyon Duyarlılıktır.
    -Meditasyon Özgürlüktür.
    -Meditasyon Sessizliktir.
    -Meditasyon Bilimseldir.
    -Meditasyon Tanık Olmaktır.
    -Meditasyon Uyanıklıktır.
    -Meditasyon Yaratıcıdır.
    -Meditasyon Gerçeklerden Kaçış Değildir.
    -Meditasyon Zekadır.
    -Meditasyon Farkındalıktır.
    -Meditasyon Anlayıştır.
    -Meditasyon Keyiftir.
    -Meditasyon Gevşemedir.
    -Meditasyon Sakinliktir...Zihin Kapılarının Ardındaki Sessizlik 


    Alden Nowlan "Çocuk, yetişkinlerin mükemmel olmadığını anladığı gün ergen; onları affetttiği gün yetişkin; kendini affettiği gün bilge olur."




    Gülten Akın - Telezaman


    Deniz uzaklaşıyor gitgide,
    Ufuk çekiliyor,
    Kumsal genişliyor,
    Kısalıyor adımlarımızsa.

    Kumlar mı?
    Makina ölüleri, füze artıkları, sakat uydularla
    Barbar medya, gazeteler, zor söylemleri,
    Bilimsiz karmaşa.
    Yaz oysa,
    En güzel orda yazlardı.

    Kabuklaşabilir akrep kendi hızında,
    Yılanların derileri demirden
    Düşlerimiz kırılıp ufalanıp
    Gelincikler soluyor dokunmadan,
    Deniz uzaklaşıyor.



    Deniz uzaklaşıyor gitgide,
    Uçurumlar akan ırmak o deli
    Yok şimdi,
    Yalnızlığın damarını besliyor
    Kirli yoğun kandırılmış suyla.

    Biz mi? Biz değiliz, önceki dün bugün başka,
    Dokumuzu değiştiriyorlar hızlı vuruşlarla,
    Tutunamıyoruz ilgilerimize, sevgilerimize
    Ve aşka.
    Deniz uzaklaşıyor...




    John Berger - A dan X'e



     Can Yücel bir hikâye anlatıyor.

    Yakov yedi yaşında bir çocuk ve arkadaşına soruyor: insanlar nasıl olup da o küçücük gözleriyle her şeyi görebiliyor? Koca bir kasabayı ya da caddeyi görebiliyorlar, bütün bunlar bir göze nasıl sığar?

    ‘Pekiy ama Yakov’ diyorum ben de, ‘şu cezaevindeki bini aşkın mahkumun, koca koca adamların yıllardır dünyaya duydukları özlemle o kocaman olmuş gözlerini düşün bi kez! Nasıl olup da bunca göz bu dört duvar arasına sığıyor?

    07 Şubat 2018

    Gilles Deleuze - Anlamın Mantığı


    BEŞİNCİ DİZİ
    Demek ki anlam şeylerle önermeleri, isimlerle fiilleri, işaret etmelerle ifadeleri karşı karşıya getiren bir ikiliğin iki teriminden biri değildir yalnızca, o aynı zamanda sınırdır, keskin kenardır ya da iki terim arasındaki farkın eklemlenişidir , kendine özgü ve onu yansıtan bir içine girilmezliğe sahiptir. O halde, anlamın bu kez içsel olan yeni bir paradokslar dizisiyle kendi içinde de geliştirilmesi gerekir.

    Geri gitme ya da sonsuzca çoğalma paradoksu. Herhangi bir şeye işaret ettiğimde, anlamın anlaşıldığını, zaten orada olduğunu varsayarım hep. Bergson'un dediği gibi, seslerden imgelere, imgelerden anlama gitmeyiz: anlama ''birdenbire'' yerleşiriz. Anlam, olanaklı işaret etmeleri gerçekleştirmek ve hatta bunların koşullarını düşünmek için zaten yerleşmiş olduğum sfer gibidir .Ben konuşmaya başlar başlamaz, anlam zaten varsayılmaktadır; bu ön varsayını olmaksızın başlayamazdım. Başka bir deyişle, asla söylediğim şeyin anlamını söylemem. Buna karşılık, söylediğim şeyin anlamını daima bir başka önermenin nesnesi haline getirebilirim, ama bu seferde bu başka önermenin anlamını söylemem. Böylece önceden varsayılanın sonsuzca geri gitmesine dahil olurum. Bu geri gitme hem konuşanın ne kadar güçsüz olduğunu, hem de dilin ne kadar güçlü olduğunu gösterir: söylediğim şeyin anlamını söyleme, hem bir şeyi hem onun anlamını söyleme konusundaki güçsüzlüğüm, ama bunun yanı sıra dilin sözcükler üzerine konuşma konusundaki sonsuz gücü. Kısacası: bir şey durumuna işaret eden bir önerme verili olduğunda, bu önermenin anlamı daima bir başka önermenin işaret edileni olarak alınabilir . Önermeyi bir isim gibi ele almada uzlaşırsak, bir nesneye işaret­ eden her ismin o ismin anlamına işaret eden yeni bir ismin nesnesi haline gelebileceğini görürüz: i veriliyken, bu i onun anlamına işaret eden i 'ye gönderme yapar, i , i , ' e gönderme yapar, vb. Dil, sahip olduğu isimlerin her biri için, o ismin anlamıyla ilgili bir isim barındırmak zorundadır. Sözel birimlerin bu şekilde sonsuzca çoğalması Frege paradoksu olarak bilinir . Ama Lewis Carroll'ın da paradoksudur bu. Bu paradoks aynanın diğer tarafında, Alice'in Şövalyeyle karşılaşmasında açıkça ortaya çıkar. Şövalye, söyleyeceği şarkının başlığını bildirir: ''Şarkının ismi, Morina Balığının Gözleri olarak isimlendirilmiş." - ''Aa, şarkının ismi bu mu?'' dedi Alice. ''Hayır, anlamıyorsunuz, dedi Şövalye. İsmi böyle isimlendirilmiş. Asıl ismi Yaşlı mı Yaşlı Adam." -''O halde şöyle demeliydim: şarkı böyle mi isimlendirilmiş?'' diye düzeltti Alice. ''Hayır, böyle de dememelisiniz: bu bambaşka bir şey. Şarkı, Geçim Yolları diye isimlendirilmiş, ama yalnızca isimlendirilişi böyle, anlıyor musunuz?'' - ''Ama o zaman şarkı nedir?'' - ''Oraya geliyorum, dedi Şövalye, şarkı aslında Kapıda Otururken."

    Carroll'ın terminolojisine bağlı kalmak adına ancak epeyce ağırlaştırarak çevirebildiğimiz bu metin, bir dizi isimsel birim ayırt ediyor. Sonsuz bir geri gitme sergilemiyor, bunun yerine ramda kendini sınırlandırmak için, uzlaşımsal olarak sonlu bir ileri gitmeye göre hareket ediyor. O halde sondan başlayıp doğal geri gitmeyi tekrar inşa etmemiz gerek. ) Carroll diyor ki şarkı aslında ''Kapıda Otururken''. Bunun nedeni şarkının kendisinin de bir önerme, bir isim olması (buna i diyebiliriz). ''Kapıda Oturur ken'' işte bu isim, şarkının kendisi olan ve ilk kıtadan itibaren ortaya çıkan isim. ) Ama şarkının ismi değil bu: kendisi de bir isim olan şarkıya başka bir isimle işaret ediliyor. Bu ikinci isim (buna da i 2 diyelim), 2., 3., 4. ve 5. kıtaların konusunu oluşturan ''Geçim Yolları''. O halde, Geçim Yolları şarkıya işaret eden isim ya da şarkının isimlendirilmesi. 3°) Ama gerçek isim, diye ekliyor Carroll, aslında şarkının bütününde ortaya çıkan ''Yaşlı mı Yaşlı Adam''. Bunun nedeni, işaret eden ismin kendisinin de yeni bir isim (i 3 ) meydana getiren bir anlama sahip olması. 4°) Ama bu üçüncü isme de bir dördüncüyle işaret etmek gerekiyor. Yani: i 2 'nin anlamı olan i 3 ' e i ; le işaret-etmek gerekiyor. Bu dördüncü isim, şarkının isminin isimlendirilişi: 6. kıtada ortaya çıkan ''Morina Balığının Gözleri''.

    Carroll 'ın sınıflandırmasında tam dört isim var: şarkının gerçekliği olan isim; bu gerçekliğe işaret eden, dolayısıyla şarkıya işaret eden ya da şarkının isimlendirilişini temsil eden isim; bu ismin yeni bir isim ya da yeni bir gerçeklik meydana getiren anlamı; bu yeni gerçekliğe işaret eden, dolayısıyla şarkının isminin anlamına işaret eden ya da şarkının isminin isimlendirilişini temsil eden isim. Burada birkaç noktaya dikkat çekmemiz gerek: ilk olarak, Lewis Carroll kendini isteyerek sınırlandırmaktadır , çünkü hem tek tek her kıtayı bile hesaba katmaz, hem de diziyi ileri gidecek şekilde sunması rastlantısal bir başlangıç noktası alabilmesini sağlar: ''Morina Balığının Gözleri." Oysa geriye giden yönde ele alındığı takdirde, dizinin gerçek bir isimle bu gerçekliğe işaret eden bir ismin sürekli birbirinin yerini almasıyla sonsuza dek uzatılabilir olduğu açıktır . Öte yandan, Carroll'ın dizisinin az önce belirttiğimizden çok daha karmaşık olduğu fark edilecektir. Aslında en başta söz konusu olan yalnızca şuydu: herhangi bir şeye işaret­ edeı1 bir isim kendi anlamına işaret eden bir başka isme gönderme yapar ve bu sonsuza dek sürer. Carroll'ın sınıflandırmasında, bu özel durum yalnızca i 2 ve i 4 tarafından temsil ediliyor: i 4 , i 2 'nin anlamına işaret-eden isimdir. Ama Lewis Carroll bunlara iki başka ismi de ekliyor: işaret-edilen esas şeyin ken disini (şarkıyı) bir isim olarak ele alan bir ilk isim; işaret-eden ismin anlamını ona işaret-edecek isimden bağımsız bir isim olarak ele alan bir üçüncü isim. Öyleyse Lewis Carroll geri gitmeyi sonsuza dek yer değiştir en dört isimsel birimden meydana getiriyor. Ya ni: her çifti parçalara ayırıyor, her çifti dondurup ondan bir ek çift çıkarıyor. Neden böyle olduğunu göreceğiz. Ama sürekli birbirinin yerini alan iki terimli bir geri gitmeyle de yetinebilir iz: herhangi bir şeye işaret eden isim ve bu ilk ismin anlamına işaret-eden isim. Bu iki terimli geri gitme, sonsuzca çoğalmanın asgari koşuludur.

    Bu daha basit ifade, Alice Harikalar Ülkesinde'deki bir metinde ortaya çıkar. Düşes durmadan her şeyde çıkarılması gereken bir ders, ahlaklı bir yan bulmaktadır . En azından bir önerme olması koşuluyla her şeyde. Çünkü Alice konuşmadığı zaman, düşes savunmasız kalır: ''Kafanızdan bir şeyler geçiyor yavrucuğum, bu yüzden konuşmayı unutuyor sunuz. Şimdilik bundan çıkarılacak dersi size söyleyemiyorum." Ama Alice konuşma ya başlar başlamaz, düşes de ahlak derslerini bulur: ''Oyun yoluna girmeye başladı galiba'' dedi Alice. - ''Doğru, dedi düşes, bundan çıkarılacak ders de şudur: ah! dünyayı döndüren sevgidir sevgi ." - ''Birisi, diye mırıldandı Alice, herkes kendi işine baksa dünya asıl o zaman döner demişti." - ''Olsun, bu da aşağı yukarı aynı kapıya çıkar, dedi düşes, ... bundan çıkarılacak ders de şudur: siz anlama özen gösterin, sesler kendi başlarının çaresine bakarlar." 3 Bütün bu pasajda söz konusu olan, bir cümleden diğerine götüren fıkir çağrışımları değildir: her önermeden çıkan ders ilk önermenin anlamına işaret-eden bir başka önermeye karşılık gelir. Anlamı yeni bir önermenin nesnesi haline getirmek: ''anlama özen göstermek '' tam da budur işte. Bu koşullarda, önermeler çoğalıp dururken ''sesler kendi başlarının çaresine bakarlar''. Anlamın mantığıyla etik, ahlak ya da ahlaklılık arasında derin bir bağ olabileceğide onaylanmış olur.

    Yalıtık olarak tekrar ortaya çıkma ya da kuru kuruya yinelenme paradoksu. Sonsuza dek böyle geri gitmekten kaçınmanın bir yolu var aslında: şeylerle sözcüklerin sınırındaki incecik zar olarak anlamı önermeden damıtma ya yetecek bir süreliğine önermeyi sabitlemek, hareketsizleştirmek. (Az önce, Carroll' da geri gitmenin her aşamasında tekrar karşımıza çıktığını gördüğümüz ikiye ayrılmanın sebebi de budur) . Peki anlamın yazgısı, bu boyuttan vazgeçememek ve bir kez oraya ulaştığımız da ne yapacağımızı bilememek mi? Önermenin tarafsızlaşmış bir ikizini, kuru bir hayaleti, kalınlıksız bir fa ntazmı ortaya çıkarmaktan başka ne yapmış olduk? Anlam önermede bir fiille ifade edildiğine göre, bu fiilin de mastar , ortaç ya da soru biçiminde ifade edilmesi gerekir: Tanrı-olmak ya da gökyüzünün mavi­ olması ya da gökyüzü mavi midir? Anlam olumlamalın da olumsuzlamanın da askıya alınışına yol açar. ''Tanrı vardır, gökyüzü mavidir'' önermelerinin anlamı bu mu? Şey durumlarına atfedilen olarak anlam varlık-dışıdır, varlığa ait değildir, varlık olmayana uygun düşen bir aliquid'dir. Önermenin ifade­ edileni olar ak anlam önermede var olmaz, içten içe olur ya da alttan alta­ olur. Olay anlamın bu yalıtılmışlığı Stoamantığının da en dikkat çekici noktalarından biridir: sadece cisimler etkilerler ve etkilenirler, etkileme ve etkilenmelerin neticesinden ibaret olan cisimsizler değil. O halde bu paradoksu Stoacıların paradoksu diye adlandırabiliriz. İfade edilenin baş döndürücü yalıtılmışlığının ilanı Husserl'de de yankı bulur ve noema'nın konumunu destekler: ''İfade katmanı, tüm diğer yönelimselliklere tam da bir ifade kazandırmanın ötesinde ki onun özgünlüğü de buradadır üretken olamaz. Ya da başka bir deyişle: onun üretkenliği, onun noematik etkinliği ifade etmede tükenir."

    Anlam önermeden damıtılsa bile ondan bağımsızdır, çünkü önermenin olumlanmasını ve olumsuzlanmasını askıya alır, yine de onun uçucu bir ikizinden ibarettir: tıpkı Carroll' daki kedisiz gülüş ya da şamdansız alev gibi. Böylece iki paradoks, sonsuzca geri gitme ve yalıtık olarak tekrar ortaya çıkma paradoksları bir ikilemin terimlerini meydana getirir: ya biri ya diğeri. Bunların birincisi bizi nasıl en yüksek güçle en büyük güçsüzlüğü birleştirmeye zorluyorsa, ikincisi de buna benzer, daha sonra yerine getirmemiz gerekecek bir görevi önüm üze serer: anlamın, damıtıldığı önermeden yalıtılmışlığıyla önermenin boyutlarını oluşturma gücünü birleştirmek. Her halükarda, görünen o ki Lewis Carroll bu iki paradoksun bir ikilem oluşturduğunun tamamen farkındaydı. Alice Harikalar Ülkesinde'de, kahramanlar , içine düştükleri gözyaşı havuzundan çıkınca kurumak için ancak iki seçeneğe sahiptirler: ya farenin öyküsünü, olabilecek en ''kuru '' öykü olan, çünkü bir önermenin anlamını hayaletimsi bir bunu'da yalıtan öyküyü dinlemek, ya da sonsuz bir çoğalmanın döngüsünde önermeden önermeye yuvarlanıp giderek, canları isteyince durarak, kazananı kaybedeni olmayan bir Caucus yarışına girişmek. Her durumda, kuruluk metnin devamında içine girilmezlik olarak adlandırılacak şeydir . İki paradoks kekemeliğin temel biçimlerinide temsil eder: döngüsel, ihtilaçlı bir çoğalmaya özgü koralı 5 ya da çırpınmalı bir kekemelik ve kesintili bir hareketsizleşmeye özgü kaskatı ya da vurgusal bir kekemelik. ' ' Poeta Fit, non Nascitur'' da 6 dendiği gibi, kasılma ya da vızıldama, şiirin iki kuralı.

    Tarafsızlık ya da özün üçüncü hali paradoksu. İkinci paradoks da bizi zorunlu olarak bir üçüncüye sürükler. Çünkü eğer önermenin ikizi olarak anlam olum lamaya da olumsuzlamaya da kayıtsızsa, etkin olmadığı gibi edilgin de değilse, önermenin hiçbir kipi onu etkileyemez. Nitelik açısından, nicelik açısından, ilişki açısından ya da kipsellik açısından karşıtlık içine giren önermelerin anlamı tamamen aynı kalır. Çünkü bütün bu bakış açıları işaret etmeyle ve onun şey durumlarınca gerçekleştirilmesi ya da doldurulmasının çeşitli yönleriyle ilgilidirler, anlamla ya da ifadeyle değil. İlk olarak nitelik, olumlama ve olumsuzlama: ''Tanrı vardır'' ve ''Tanrı yoktur'' önermeleri, anlam işarete dilenin varoluşundan bağımsız olduğuna göre, aynı anlama sahip olmak zorundadır . 14. yüzyılda, Nicolas d'Autre court'un ortaya attığı, yoğun kınamalara maruz kalan fantastik paradoks işte budur: contradictoria ad invicem idem sigrıificant.

    Sonra nicelik: bütün insanlar beyazd ır, hiçbir insan beyaz değildir , bazı insanlar beyaz değildir ... Sonra da ilişki: ilişki tersine çevrildiğinde de anlam aynı kalmak zorundadır , çünkü anlam bakımından ilişki daima iki yönde birden kurulur , anlam bütün deli oluş paradokslarının tekrar ortaya çıkmasına yol açar. Anlam daima çift yönlüdür ve ilişkinin doğru bir yönü olmasına izin vermez. Olaylar asla birbirlerinin nedeni değildir , ama yarı­ nedensellik ilişkilerine girerler, iki yöne de dönmeyi bırakmayan gerçekdışı ve hayaletimsi bir nedensellik. Ne aynı anda ne de aynı şeye kıyasla daha genç ve daha yaşlıyımdır , ama aynı anda ve aynı ilişki yoluyla daha genç ve daha yaşlı olurum. Carroll 'ın yapıtına dağılmış sayısız örnek buradan doğar: ''kedilerin yarasaları yedikleri'' ve ''yarasaların kedileri yedikleri'' görülür, ''düşündüğüm şeyi söylerim'' ve ''söylediğim şeyi düşünürüm'', ''bana verilen şeyi severim'' ve ''sevdiğim şey bana verilir'', ''uyurken nefes alırım '' ve ''nefes alırken uyurum'' bunlar tek ve aynı anlama sahiptir. Böylece Sylvie ve Bruno'daki nihai örneğe ulaşırız: ''Herkes Sylvie'yi sevecek'' önermesini taşıyan kırmızı mücevherle ''Sylvie herkesi sevecek'' önermesini taşıyan mavi mücevher tek ve aynı mücevherin iki tarafıdır ve oluşun yasasına göre bunu yalnızca kendisine tercih etmek mümkündür

    Son olarak kipsellik: işaret-edilen nesnenin olanaklılığı, gerçekliği ya da zorunluluğu anlamı nasıl etkileyebilir ki? Çünkü olay, kendi adına, kendi şimdisini sonsuzca böldüğü gelecekte ve geçmişte aynı tek kipselliğe sahip olmalıdır . Hem eğer olay gelecekte olanaklı, geçmişte gerçekse, bu ikisine aynı zamanda bölündüğü için ikisi birden olmak zorundadır. Onun zorunlu olduğunu söylemek midir bu? Gelecekteki olumsallarla ilgili paradoksu ve bunun bütün Stoacılık için taşıdığı önemi anımsı yoruz. Zorunluluk hipotezi çelişmezlik ilkesinin gelecek bildiren önermeye uygulanmasına dayanır. Bu çerçevede, Stoacılar zorunluluktan kurtulmak ve zorunlu olanı değil de ''yazgısal olanı' ' kabul etmek için olağanüstü bir çaba sarf ederler.9 Ama biz bu çerçevenin dışına çıkıp Stoacı tezi yine de başka bir düzlemde yeniden bulabiliriz. Çünkü çelişmezlik ilkesi bir yandan bir işaret etmenin gerçekleşmesinin olanaksızlığıyla, diğer yandan imlemenin asgari koşuluyla ilgilidir. Ama belki de anlamla ilgili değildir: ne olanaklı ne gerçek ne zorunlu, sadece yazgısal ... Olay hem onu ifade eden önermede alttan alta olur , hem de yüzeyde, varlığın dışında şeylerin başına gelir: ileride de göreceğimiz gibi, ''yazgısal olan'' budur. Olayın önermede gelecek olarak dile getirilmesi gerekir , ama aynı şekilde önermenin de olayı geçmiş olarak dile getirmesi gerekir. Tam da her şey dilden geçtiği ve dilde olup bittiği için, Carrol l'ın kullandığı genel tekniklerden biri olayı iki sefer sunmaya dayanır: olay ilk sefer alttan alta olduğu önermenin içinde, ikinci sefer yüzeyde başına geldiği şey durumunun içinde sunulur. İlk sefer onu önermeyle ilişkilendiren bir şarkının sözlerinde, ikinci sefer onu varlıklarla, şeylerle ve şey durumlarıyla ilişkilendiren yüzey sonucunda (örneğin Tweedledum ve Tweedledee arasındaki savaş ya da aslanla likornun savaşı; Sylvie ve Bruno'da Carroll okuyucudan bahçıvanın şarkısında sözlerimi olaylara göre kurduğunu, yoksa olaylarımı sözlere göre kurduğunu tahmin etmesini ister). Ama her şey hep tek seferde olduğuna göre, bunlar içi ve dışı, ''içten içe oluşu'' ve ''varlık dışılığı'', geçmişi ve geleceği hep tersine çevrilebilir bir devamlılık içinde olan aynı yüzeyin iki eş zamanlı yüzü olduğuna göre, iki sefer söylemeye gerek var mı?

    Anlamın önermenin kiplerinden etkilenmediğini gösteren tüm bu tarafsızlık paradokslarını nasıl özetleyebiliriz? Filozof İbni Sina özün üç halini birbirinden ayırıyordu: öz onu genelliği içinde düşünen zihin açısından evrenseldi, ete kemiğe büründüğü tek tek şeyler açısındansa tekildi. Ama bu iki halin hiçbiri özün kendisi değildir: Hayvan salt hayvandan başka bir şey değildir (''animal non est nisi animal tantum''), evrensele de tekile de, özele de genele de kayıtsızdır.  Özün ilk hali, kavramın ve kavram içerimlerinin düzeni içinde önerme tarafından imlenen özdür. İkinci hali, bağlı olduğu tek tek şeylerin içinde önerme tarafından işaret edilen özdür. Ama üçüncüsü anlam olarak özdür, ifade­ edilen olarak özdür: hep bir kuruluk içinde, animal tantum [salt hayvan], hep baş döndürücü bir yalıtılmışlık ya da tarafsızlık içinde. Evrensele de tekile de, genele de özele de, kişisele de kolektife de, ayrıca olumlamaya da olumsuzlamaya da kayıtsız, vb. Kısacası: bütün karşıtlara kayıtsız. Çünkü bütün bu karşıtlar , işaret etme ve imleme ilişkileri bakımından ele alınan önermenin kipleridir sadece, önermenin ifade ettiği anlamın özellikleri değil. Saf olayın ve ona eşlik eden fatum'un [yazgının] konumu bu şekilde bütün karşıtlıkları aşıp ne özel ne kamusal, ne kolektif ne bireysel ... olmak mı, aynı anda hepsi olmasını sağlayan tarafsızlığıyla daha da korkunç ve güçlü olmak mı?

    Saçmalık ya da olanaksız nesneler paradoksu. Bu paradokstan da yine başka bir paradoks çıkar: çelişik nesnelere işaret eden önermelerin de bir anlamı vardır. Buna karşılık, işaret ettikleri şey hiçbir durumda gerçeklik kazanamaz, böyle bir gerçekleşmenin olanaklılık türünü belirleyecek hiçbir imlemeleri de yoktur. İmlemesiz yani saçmadırlar. Yine de bir anlamları vardır. Saçmalık ve anlamsızlık mefhumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü olanaksız nesneler yuvarlak kare, yer kaplamayan madde, perpetuum mobile, vadisi olmayan dağ vb.varlığın dışındaki ''yurtsuz'' nesnelerdir. Ama dışarıda kesin ve belli bir konuma sahiptirler: ''varlık­ dışı'' na aittirler, bir şey durumu içinde gerçekleşmesi olanaksız saf ideal olaylardır. Bu paradoksu Meinong paradoksu olarak adlandırmalıyız. Meinong ondan en güzel ve en parlak sonuçları çıkarmayı başarmıştır . İki çeşit varlığı, işaret etmelerin maddesi olarak gerçeğin varlığıyla imlemelerin biçimi olarak olanaklının varlığını ayırt edeceksek, gerçeğin, olanaklının ve olanaksızın asgari ortak yanını tanımlayan bir varlık dışılığı da bunlara eklemeliyiz. Çünkü çelişmezlik ilkesi olanaklıya ve gerçeğe uygulanır, olanaksıza değil: olanaksızlar varolan dışıdırlar, bu asgari yana indir genmişlerdir ve bu halleriyle önermede içten içe olurlar. 




    Dan Brown "Bizi birleştirmeyi vaat eden teknoloji bile bizi birbirimizden ayırıyor. Artık her birimiz tüm dünyayla elektronik bağlantı içindeyiz ama aslında son derece yalnızız."

    Küçük beyinler, büyük zekalardan daima korkar.

    Korku, tüm savaş silahlarından daha hızlı yaralar.

    Gerçek, sadece ölümün gözlerinden görülebilir.

    Ölümden korkmuyorum...Çünkü ölüm hayalcileri şehit mertebesine yükseltir... Asil fikirleri güçlü eylemlere dövüştürür.

    "Primum non nocere." Tıp etiğinin temel kuralını tekrar etmişti: "Öncelikle, hiçbir zarar verme.".

     Söz konusu dünya meseleleri olduğunda inkar, küresel bir salgın haline gelmişti.

    Mantık ile kalp arasındaki yüz yıllık savaş, nadiren aynı şeylerin gerçekleşmesini ister.

    Tanrı tüm dualara cevap verir ama fakat cevabı bazen hayırdır.


    Fizik kuralları, Tanrı'nın şaheserini boyamak için yeryüzüne yaydığı tuvaldir.

     Ölümün ardından doğum gelir. Cennete ulaşmak için insanın cehennemden geçmesi gerekir.

     Kendimiz için yaptığımız şeyler, bizimle beraber ölüp gider. Başkaları ve dünya için yaptıklarımızsa ölümsüzdür.

    Liderler savaş ilan etmeden önce ölümü herkesin tadacağını hatırlasalardı, dünya çok daha farklı bir yer olabilirdi, diye düşündü.

    Sevmeyi öğrenirsen, yaşamayı unutursun. Eğer sevmezsen, hayatına yıllar katarsın ama yıllarına katacak bir hayat bulamazsın.

    En iyi kandırmacalar, mümkün olduğu kadar gerçek dünyaya bağlı kalarak yaratılır.

    Doğru ellerde ateş aydınlanma sağlayabilir... Ama yanlış ellere geçtiğinde ateş yıkıcı olabilir.

     Unutma, yokuş aşağı inmek kolaydır ama manzara tepeden seyredilir.

    Bir fikrin geniş kitleler tarafından kabul edilmesi, onun gerçekliğinin ispatı değildir.

    Her bir neslin buluşlarının yanlış olduğu, bir sonraki neslin teknolojisiyle ispatlandı. İnsan öğrendikçe, bilmediğini anlamıştı.

    Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.

    Tarih bize bir şey öğrettiyse o da bugün alaya aldığımız garip düşüncelerin bir gün kabul edilen gerçeklere dönüştüğüdür.

    İnsan aklı, bedeninden çok daha büyük acılar çekebilir.

    Bizi birleştirmeyi vaat eden teknoloji bile bizi birbirimizden ayırıyor. Artık her birimiz tüm dünyayla elektronik bağlantı içindeyiz ama aslında son derece yalnızız.

    Ruhlarımızı ayakta tutan gizem ve meraktır.

    Dünyanın anlamının farkına varmadan dünyada yaşamak, kitaplara dokunmadan büyük bir kütüphanede dolaşmaya benzer.

    Kendimiz için yaptığımız şeyler, bizimle beraber ölüp gider. Başkaları ve dünya için yaptıklarımızsa ölümsüzdür.

    Shakespeare - Onikinci Gece


    Müzik eğer aşkın gıdasıysa, durmayın çalın!
    O kadar çalın ki, tıka basa doysun gözü aşkın!
    Aşk ise hayal ediyor olur olmadık şeyleri.
    Bilirsiniz büyüklerin yaptıkları küçüklerin çenesini yorar.
    Doğa çoğu kez pislikleri kapatır, bir güzellik duvarıyla.
    Tasa insanın en büyük düşmanıdır.
    Akıllı bir kaçık, kaçık bir akıllıdan yeğdir.
    Onarılmamış herhangi bir şey yamalıdır. Yoldan çıkan erdem günahla yamanır; yola giren günah ise erdemle yamanır.
    Aklımın kabul etmeyeceği bir hayale gözlerimin kapılmasından korkuyorum.
    Kadınların bal mumu yüreklerinde,
    Yakışıklı düzenbazların izlerini bırakmaları ne kadar da kolay!
    Aşk nedir? Elbette gelecek olan değildir;
    Şimdiki gülüşündür; şimdiki sevincindir;
    Bilinmez hiçbir zaman neyin geleceği;
    Bir gecikmeye gör kazanç elde var sıfır;
    Yirmi kez tatlı kız, onun için gel öp beni!
    Unutma, gençlik dayanıksız bir kumaştır!
    Bir kadın kendinden büyüğüne varmalıdır;
    Ancak böyle ona uyabilir,kocasının gönlündeki yeri koruyabilir;
    Çünkü delikanlı, kendimizi ne kadar översek övelim,
    Duyduğumuz sevgi, kadınlarınkinden daha delişmen, daha kaypak,
    Daha hırslı, daha kararsızdır,
    Bu sevgi daha çabuk biter, daha çabuk kazanılır.
    Kadınlar gül gibidirler,
    O güzel çiçekleri açtıktan kısa bir süre sonra,
    Solup dökülürler.
    Biz erkekler çok konuşur, sık da yemin ederiz;
    Ama aslında duygularımızdan üstündür gösterişimiz.
    Çünkü her zaman yeminlerimizde cömert,sevgimizde pintiyiz.
    Bazıları büyük doğar, bazıları büyük işler yapar, bazılarına ise büyüklük kendiliğinden gelir.
    -Acıyorum size.
    -Bu sevgiye doğru bir basamaktır.
    -Hayır,basamak değil; herkes bilir ki acıdığımız çoğu kez düşmanımızdır.
    Ne kadar yakışıyor alayın hareleri
    Öfkeli, hor gören dudaklarına!
    Bir katilin suçu bile
    Saklanmak istenen aşk kadar çabuk göstermez kendini;
    Öğle gibi aydınlıktır aşkın gecesi de.
    Cesario, baharın gülleri, bekaret,onur, gerçek
    Ve herşey adına beni hor görsen de
    Öylesine çok seviyorum ki seni,
    Ne akıl ne mantık seklayamaz sevgimi.
    Karşılık bulmadan seni sevdim diye,
    Kayıtsız kalmakta haklı olduğun sonucuna varma:
    Daha doğrusu şu gerçeğe dayanarak ölç ve biç iyice:
    Karşılıklı aşk güzeldir, ama daha güzeli;
    karşılık beklemeden kendini verendir.
    Ona haber gönderdim; ya gelmeyi kabul ederse!
    Onu nasıl ağırlayayım? Ne vereyim ona?
    Çünkü gençlik yalvararak değil, ödünç alınarak değil;
    Çoğu kez satın alınarak ele geçer.
    Eğer bu düş ise bitmesin uykum.


    Fernando Pessoa - Şiirler


    II
    Sayısız insan yaşar içimizde,
    hissetsem de düşünsem de bilemem
    kim düşünür içimde kim hisseder.
    Düşünceler ya da hisler için
    yalnızca sahneyim ben.




    Ruhsa, birden fazla var bende.
    B e n' se benden daha fazlası.
    Herkes kayıtsız oysa yaşadığım hayata:
    Susturuyorum onları,
    kendim konuşurken.

    Hislerim, hissetmediklerim -
    onlardan doğup da birbiriyle
    çelişenler. Farkına varmıyorum
    hiçbir şeyin - yalnızca yaşıyorum ben,
    olmak istediğime kimsenin bir sözü yok.