22 Temmuz 2017

Kültür Antropoloğu Atatürk

Dünya tarihi sadece bir sıfatı Mustafa Kemal’e vermiştir. Başka dünyada hiçbir liderin alamadığı bir sıfattır bu hangi sıfat mı? Ne dersiniz? Evet Başöğretmen diyen var aranızda, hoşgörülü evet biliyorum hepsi gönlünüzden geçen sıfatları ATATÜRK’ün ama soruyorum sizlere bir insan doğumundan ölümüne kadar ya bir askerdir, ya bir devlet adamıdır ya çevrecidir ya tiyatrocudur ya sanatçıdır ya arkeologdur bir şeydir. Ama bunların hepsi birden olabilen dünyadaki tek lider Mustafa Kemal ATATÜRK olduğu için dünyada “kültür antropoloğu” sıfatı verilebilen tek lider Mustafa Kemal’dir.

            “Kültür Antropoloğu” nedir ne değildir uzun uzun başınızı ağrıtmayacağım. Hadi gelin 5 Mayıs 1935, Ahlatlıbel’e gidelim. Ahlatlıbel Ankara yakınlarındaki kazıların başladığı yer biliyorsunuz. Bütün arkeoloji kazılarının yapılma emrini veren Mustafa Kemal, müzelerin açılma emrini veren de Mustafa Kemal. Ama bugünkülerde olduğu gibi açın, kazın, imza; öyle değil. Nasıl yetişmiş inanın, 25 yıllık araştırmacıyım hiç anlamadım. Bakıyorsunuz Efes kazıları başlıyor iki kere gidiyor, Konya‘da Asar kazıları başlıyor başında, birde bakıyorsunuz Ahlatlıbel kazıları başlamış başında, toprak alıyor, ölçüyor, biçiyor. “Ya ne yapıyor Mustafa Kemal” diyorlar. Çankaya’ya gidiyor, Çankaya’da üç gün üç gece hiç uyumadan; uyumamak için alnına ıslak bezler koydurmuş, birilerini çağırıyor, telefonlar ediyor bir heyecan bir telaş. Üç gün sonra “gelin diyor Ahlatlıbel’e gidiyoruz”. Hemen geliyor diyorki “arkeologlar toplanın”. Biliyorsunuz başlarında en büyük arkeoloğumuz Zübeyir KOŞAR var. Bu Zübeyir KOŞAR’ın bir e bir anısıdır. Toplanıyor ve diyorki Mustafa Kemal heyecanla; “kazdığınız yer yanlış, şurayı kazmanız gerekir”. Yabancı arkeologlar “el insaf paşam, anladık iyi askersin iyi devlet adamısın ama yani bu işte bizim işimiz niye karışıyorsun” der gibi aralarında birkaç şey oluyor ama emir büyük yerden. Başlıyorlar Mustafa Kemal’in gösterdiği yeri kazmaya. Sonuç mu? Bütün bulgular ordan çıkacaktır. İnat uğruna, kendi ceplerinden öder ve kendi dedikleri yeri kazarlar hiçbir bulguya rastlamıycaklardır.

Bunun üç gün sonrası, ATATÜRK Galip ARCAN’ın yazdığı “Sırat Köprüsü” adlı piyese davetlidir. Davetiyede böyle yazar piyesin başında mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar bir müddet sonra bitince “bana Galip ARCAN’ı çağarın!” der. Galip ARCAN gelince “bu piyesi siz mi yazdınız? “der. “Evet paşam ben yazdım”. ”Hayır, bu bir Bolunun Flor Doranj adlı boldvilin’in aynen çevirisi neden bunu belirtmediniz hakkınızda soruşturma açtırıyorum” diyecektir. Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca ne dedim biliyormusunuz. Samimi konuşacağım inanın sizlerle. Dedim ki “a be Atam boldvilin’e varıncaya kadar ne zaman okursun? ne zaman kafanda tutarsın”. Ve o sırada ne yaptım biliyor musunuz? Yirmi yıllık araştırmacıydım, ATATÜRK’le iddiaya girmek gibi, dedim “senin başında durmadığın ilerletmeye çalışmadığın bir alan bulmak benim boynumun borcu olsun”.

            O sırada da “Sanat ve ATATÜRK” adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde Türk tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin etkisini kaldırıyor ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Ne? Sinema. dedim “herhalde burda iddiayı kazandım”. Hey hat, baş yönetmen Cezmi AR, başrolde Mustafa Kemal, film çekiyorlar. Ve Cezmi Ar Mustafa Kemal’e tabi Cumhurbaşkanı ya diyemiyor şöyle dur böyle dur diye diğer oyunculara şiddetle bağırıyor. Atatürk “Gel Cezmi gel, burda başkomutan sensin. ben bu işi bilmem. Önemli olan işin iyi çıkması. Bana da aynı şiddet ve hiddetle bağıracaksın” der. Cezmi AR hayatının son günlerinde “ben bir daha asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım” diyecektir.

            Yıl 1937, Münir Hayri EGELİYLE odalarına çekilirler. Çankaya’ da ne mi yaparlar? ATATÜRK bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur; “Ben bir İnkilap Çocuğuyum” dur adı. Kendi yazdığı film senaryosunu Münir Hayri EGELİ çekecektir, ATATÜRK oynayacaktır. Ama yıl 1937 dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim ki haydi filmciler bulun bu senaryoyu filme çekin pokemondan çok daha faydalı olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum.

            Bu arada ATATÜRK’ün her şeyi iyide ben iddiadan vazgeçtim, tamam dedim. Kesinlikle iddia falan yok artık, iddiayı Mustafa Kemal kazandı ama merak ediyorum nasıl yaptı diye. Asıl sır nerde? O sırada en büyük lider eleştirmeninin sözü geldi elime. Liderleri çok sıkı eleştiren bir eleştirmen diyorki ATATÜRK için “Liderler içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider Mustafa Kemal’dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün aydınlanma çağı etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış, bir çağa sıran etkinlikler on yılda başarılmış, bu büyük bir mucizedir en büyük radikal Mustafa Kemal’dir”. Bunu biz demiyoruz dünyanın en büyük lider eleştirmeni diyor.

            Peki, tamam laf iyid e diyorsunuz ki; laflar karın doyurmuyor. Esas sır nerde çok merak ediyorum. On yılda bir bakıyorsunuz kara tahtanın başında harf öğretiyor, bir bakıyorsunuz şapka giyiyor, bir bakıyorsunuz tiyatro eseri oynatıyor, yok efendim arkeolojik kazılara gidiyor, tren raylarının genleşme hesabını yapıyor, Ankara’daki caddelerin ne kadar mesafede olacağı konusunda şehirleşme planları yapıyor, E on yılda bunların hepsi peki nasıl? Ben esas sırrı nerde buldum biliyor musunuz? Onun bir sözünde. Ama bu bence, ve dedim ki bu sözü okuyunca keşke şu karga kovalamasını kafalarımıza yerleştireceklerine şu sözünü yerleştirselerdi herhalde Türkiye çok farklı biyerde olurdu şu anda. ATATÜRK diyor ki” Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bu gün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım”. Esas sır bence burada. Çocukluğunda eline geçen iki kuruştan birini kitaplara verdiği için 35 yaşında general, 40 yaşında başkomutan, 42 yaşında cumhurbaşkanı, 46 yaşında dünyada pek çok reformist var ama hiç biri dile dokunabilmeyi cesaret edememiştir; dile dokunabilen tek reformist Mustafa Kemal’dir. İşte bunu yapabilen ve 53 yaşında nutku yazan genç olarak tarihimize geçecektir Mustafa Kemal.

İlknur KALIPÇI


Reşat Nuri Güntekin - Yeşil Gece


 "Bir bilgiye göre Türkiye Devleti'nin kurucusu Atatürk, beğendiği bir roman yazarı olan Reşat Nuri Güntekin'e 1925 yılında şöyle der: 

"İrtica, yobazlık ve şeriat bağnazlığı, dinsel düşüncenin siyasal düşünceye dönüşmesidir. Kökleri bilimsel bilgi ve bilimsel düşünce olan laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin en tehlikeli düşmanı, siyasal düşünceye dönüşen irtica, yobazlık ve şeriat bağnazlığıdır. Siyasal düşünceye dönüşen, bilimsel bilgi ve bilimsel düşünce karşıtı olan irticayı, yobazlığı ve şeriat bağnazlığını eleştiren bir roman yazmalısınız." 



Yeşil Gece romanının yazılmasının kök düşüncesi budur. "Yeşil Gece" deyimi ya da deyişi; "irticayı, yobazlığı ve şeriat bağnazlığı"nı simgeler..." Metin Erksan ( 25.01.2000 )

Kitap Reşat Nuri tarafından Atatürk'ün isteği üzerine yazılmış. Halen piyasada bulmak mümkünmüş. Cehaletimize verilsin. Ne kitabın bu özelliğini ne öyküsünü hiç duymamıştık. İlk fırsatta okumayı düşündüğümüz bu kitabı okurlarımıza da salık veririz. Herhalde bugünü daha iyi anlamamızı sağlayacak.  Melih Aşık (26.01.2000)


Bilim, Yapay ‘Organizmalar’ Üretmek İçin Büyük Bir Adım Daha Attı!


Disiplinler arası uzun süren çalışmalar sonucunda ulaşılmak istenen nihai hedefe doğru en büyük adım atıldı: Büyük DNA yığınlarını programlamak için yeni bir yol keşfedildi.
Hiç şüphesiz “organik” bilgisayarlar oluşturmak bilim dünyasının en büyük hedeflerinden. Söz konusu bilgisayarlar denilince aklınıza hemen kutu şeklinde kasalar ve laptoplar gelmesin. Zira bu organizmalar, programladığı işe göre hareket edip hastalıkları iyileştirebilecek. Ancak çok büyük bir engel var: İhtiyacımız olan yaşam formunu verecek kapsamlı genetik değişiklikleri yapmak oldukça zor.

Araştırmacılar genomların "geniş uzantıları"nın sentetik DNA ile yeniden yazmanın bir yolunu buldular. Geliştirilen yöntemle salmonella bakterileri yeniden programlanabildi. Nispeten basit ve tek hücreli bir organizmada yapılan deneylerle büyük başarı elde ettiler. Elde edilen programlanmış bakterilerin büyük kısmı gayet sağlıklıydı. Tamamen doğal ortamlarındaki gibi hızlı büyüyüp çeşitlenmeye bile başladılar.

Ancak araştırmanın arkasındaki genetikçiler bunu kapsamlı şekilde uygulamak için henüz çok erken olduğunu söylüyorlar. Nitekim tek hücreli canlıların programlanması, karmaşık yapıdaki canlılardan daha kolay gerçekleşiyor. AYrıca laboratuvar deneylerindeki sonuçlarla, gerçek dünya arasındaki sonuçların birbirine yakın olmaları için uzun yıllar çeşitli deneyler yapılmalıdır.

Basitçe ifade etmek gerekirse, bu keşif genetik mühendisliğinin daha kapsamlı işler yapmasını mümkün kılacak. Genetikçiler, küçük değişiklikler yapmak yerine DNA kesitlerini o kadar büyük oranda yeniden yazdırabilir ki, orijinal ile kıyaslandığında sonuç neredeyse ayırt edilemez olabilir. 

Bir dipnot: Bu keşiflerin sayesinde edinilen bilgi ve teknolojik deneyimler, yapay zeka tabanlı öğrenen makinelerle birleştiğinde, bir gün insan organizmasını bile programlamak mümkün olacak. Gün geçtikçe, kitaplarda okuduğumuz ve filmlerde izlediğimiz bilim kurgu dünyalarına daha çok yaklaşıyoruz.

 Tık   Webtekno

John Locke - Hoşgörü Üstüne Bir Mektup

Hiç kimse, kendisini ve başkalarını, hükümdara sadakat ve itaat yahut Tanrı’nın ibadetinde şefkat ve samimiyet mükellefiyeti altına sokamaz.

Siyasî yönetimin işlerini, din işlerinden kesinlikle ayırt etmeyi ve ikisi arasına âdil sınırlar koymayı bütün her şeyin üzerinde zorunlu buluyorum.

Eğer bu yapılmazsa, bir tarafta insan ruhunun çıkarlarıyla ilgilenenler, yahut en azından ilgilendiklerini iddia edenler ile, öte tarafta devleti koruyan, yahut en azından koruduklarını ileri sürenler arasında sürekli ortaya çıkacak olan ihtilâflara son verilemez.

Devlet, bana göre, sadece kendi sivil çıkarlarını tedarik etmek, korumak ve geliştirmek için teşkil edilmiş bir insan toplumudur.

Sözünü ettiğim sivil çıkarlar, hayat, özgürlük, sağlık ve bedenin dinlenmesi; ve para, araziler, evler, eşyalar ve benzeri gibi maddî şeylerin mülkiyetidir.

Hayata ait bu şeylere tam olarak sahip olmak, genelde bütün insanlar, özellikle de uyruklarının her biri için aynı kanunları tarafsız bir şekilde ifa ederek güvence altına almak siyasî yönetimin görevidir. 

Eğer herhangi bir kimse, bu şeylerin korunması için teşkil edilmiş kamu adaleti ve eşitliği kanunlarını ihlâl etmeye cüret ederse, onun bu haddini bilmezliğine, yararlandığı ve yararlanması gereken sivil çıkarlardan ve faydalardan mahrum bırakılma, yahut onların azaltılmasından ibaret olan cezalandırılma korkusu tarafından engel olunması gerekmektedir. Ama hiç kimsenin kendisini, çıkarlarının bir kısmından, özgürlüğünden yahut hayatından birazcık mahrum bırakmakla cezalandırıp, bilerek ve isteyerek ıstırap çekmeyi düşünmemesi yüzünden, yönetim, diğer insanların haklarını ihlâl edenleri cezalandırmak için, bütün uyruklarının kuvveti ve cebriyle silahlandırılmıştır.

Şimdi; yönetimin bütün yargılama yetkisinin, sadece bu sivil konuları kapsadığını; bütün bu sivil güç, hak ve hâkimiyetin, yalnızca bu şeylerin gelişmesini teşvik etme kaygısıyla sınırlandırıldığı ve bu kanıya hasredildiğini; ve onun, herhangi bir şekilde, ne ruhların selâmeti için genişletilebileceğini ne de genişletilmesi gerektiğini, aşağıdaki şu fikirler, bana aşikâr biçimde ispat eder gibi görünmektedir.

Birincisi, ruhların iyiliği sivil-siyasî yönetime diğer insanlara emanet edildiğinden daha fazla emanet edilemez. Tanrı tarafından ona emanet edilmediği için edilemez; çünkü, Tanrı, hiç kimseye bir başkasını kendi dinine zorlamaya yönelik açık bir otorite vermemiştir. 

Ve böyle bir güç, insanların rızasıyla yönetime de verilemez, çünkü hiç kimse, iradesini, hangi inancı veya ibadeti benimseyeceğini ona emredecek başka herhangi birinin (ister hükümdar olsun, ister vatandaş) seçimine öyle körü körüne terk edecek kadar kendi selâmetiyle ilgisini kesemez. Çünkü hiç kimse, istese bile, imanını başkasının emirlerine uyduramaz.

Hakikî dinin bütün hayatı ve gücü, aklın samimî ve tam olarak ikna edilmesine bağlıdır. Beyan ettiğimiz inanç, uyduğumuz zahirî ibadet her ne olursa olsun, birinin doğru, diğerinin Tanrı’yı daha hoşnut kılıcı olduğu konusunda aklımızda herhangi bir şüphe varsa, böyle bir beyan ve böyle bir uygulama, bir ilerleme değil, selâmetimiz için gerçekten büyük engel oluşturur.
 Kaynak...Hoşgörü Üstüne Bir Mektup John Locke - Özgür Toplumun Değerleri

Yusuf Atılgan"Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra; 'Kumda yatma rahatlığı.' A-da-ko"

Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra; 'Kumda yatma rahatlığı.' A-da-ko: 'Ağaç dalı kompleksi.' Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya Adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben 'ağaç dalı kompleksi' diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.

Aylak Adam