23 Mayıs 2015

Cengiz Aytmatov 'Mankurt Efsanesi'


Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş. Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. “Gün Olur Asra Bedel” yapıtında anlattığı bir efsane
 
 
 “Sarı Özbek’i işgal eden düşmanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir ‘mankurt’, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bundan sonra deri geçirilen tutsağın boynuna başını yere sürtmesin diye bir kütük ya da tahta bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç susuz güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış. Sarı-Özek’in kızgın güneşine ‘mankurt’ olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür, ya da aklını hafızasını yitirirmiş. Bir ‘mankurt’ kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını babasını bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş.” Cengiz Aytmatov - ‘Gün Olur Asra Bedel’(Gün Uzar Yüzyıl Olur)

Survival of the Fattest “En şişmanın hayatta kalması”

  (Yedi metre) adlı bir proje kapsamında, Kopenhag’ın pek çok yerine Danimarkalı heykeltraş Jens Galschiot’nun bronz heykelleri yerleştirilmiş. Bu proje  adını, Grönland’daki bütün buzlar eridiğinde tüm dünyada suların yedi metre yükselecek olmasına istinaden almış. Proje çeşitli iklim hareketi grupları tarafından destekleniyor. 
Örneğin hemen meşhur Deniz Kızı heykelinin arkasına yerleştirilen “Survival of the fattest” “En şişmanın hayatta kalması” adı verilen, suların içinde boğulmak üzere olan, bir deri bir kemik kalmış bir insanın omuzlarının üzerinde, elinde terazisi ile obez adalet figürü çok ilginç.

M. Luther King

Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Michelangelo'nun resim yaptığı, Beethoven’ ın beste yaptığı veya Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürülsün ki gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desin.

 

Rainer Maria Rilke - Genç Şaire Mektuplar

Kendi kendinize sorun: Büyük olmayan yalnızlık, yalnızlık mıdır? Ancak bir tek yalnızlık vardır, o da büyüktür ve katlanılması güçtür. Öyle bir an gelir ki, insan yalnızlığını kolayca elde edilen herhangi bir beraberlikle değişmek ister. Hiç uymadığı halde uyar gibi görünüp yanındaki herhangi biriyle, hatta en düzeysiz biriyle bile birlikte olmayı düşünür. Ama yalnızlığın büyüdüğü anlar, belki bu anlardır. Onların büyümesi, erkek çocukların büyümesi gibi acılar içinde olur; ilkyazın başlangıcı gibi de üzücüdür. Yalnız bu sizi şaşırtmamalı. İçe dönmek ve kendinle baş başa kalmak...İnsan buna alışabilmeli.

Füruğ Ferruhzad - Rüzgar Bizi Götürecek

küçücük gecemde benim, ne yazık
rüzgârın yapraklarla buluşması var
küçücük gecemde benim yıkım korkusu var

dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun?
bakıyorum elgince ben bu mutluluğa
bağımlısıyım ben kendi umutsuzluğumun

dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun?
şimdi bir şeyler geçiyor geceden
ay kızıldır ve allak bullak
ve her an yıkılma korkusundaki bu damda
bulutlar sanki, yaslı yığınlar misali
yağış anını bekliyorlar

bir an
ve sonrasında hiç.
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada
bu pencerenin arkasında bir bilinmez
seni ve beni merak ediyor
ey baştan aşağı yeşil!
yakıcı anılar gibi ellerini,
bırak benim aşık ellerime
ve dudaklarını
varlığın sıcak duygusunu
benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak
rüzgâr bizi götürecek
rüzgâr bizi götürecek.


Sözleri  'Rüzgar Bizi Götürecek' şiirinden alınmıştır.