21 Ocak 2015

Leylâ Erbil’in Yol Güncesi

“...galatapera’da da deniz kıyısıyla çevrili sur kalıntıları / kalıntıların altı / daha da altı / daha daha altı / uygarlığımızın saldırısına uğramış / geçmişin sonsuz alt katlarına doğru açılan / ölü kentlerin ruhları iç içe / hem yabancı hem bizim sayılan / hem bizim olan hem olmayan / hem yeraltı hem yerüstünün ruhunu taşıyan / bu merhametsiz kentin insanlarıyız ve yakında çok yakında zalim zamanın bir hiçi kadar yakında biz de aşağıya gideceğimizi bilerek şimdilik dolanıp durmaktayız toprağın üzerinde / iö 194’lerde septimius severus’un – esmer, upuzun boylu kıvırcık kara saçlı – yıktığı kent surlarını, büyük constantinus’un 326’larda yeni surlarla çevirip sınırlarını genişleterek / taş sütunları hipodromda spina üzerine dizdiği / hamamlar, heykeller, burmalı sütun ve bir limanla süslediği ve bir kitaplık kurduğu kentin bugüne kalmış yıkık dökük topraklarından avuçiçi kadarının kaderinde de bizim ev, ön ve arka bahçe olmak varmış. / sınırlıdır bahçe...” (Leylâ Erbil, “Kalan”)

 
Evet, bütünüyle bir Yol Güncesi’dir Leylâ Erbil edebiyatı.
Böyle yazar Leylâ Erbil.
Kimi zaman bugünün şurasında.
Kimi zaman ise Bizans’ın kim bilir neredesinde.
Keskindir viraj alışları.
Molaları, tarihin yurtsamalarıdır. Ve Leylâ Erbil’de yollar, hiç bitmez. Zamanın geleneksel bölümlenişlerine ise hemen hiç rastlanmaz. Ne bugüne saplanıp kalır ne de yarın düşlerine kapılır. Hele dünsüz, dünlersiz, geçmişinden gövertilmemiş şimdiki zamanlar, neredeyse ilenç kaynağıdır bu yazarın sözcük dağarcığında.
Ve ona göre zamanın geçmişe uzanışı, hiç sınır tanımaz.
Kendi çok çok öznel zamanlarının ve o zamanların kuytuluklarında gizli hakikatin peşine düştüğünde bile: “sözcüklerden örülü bir metin / hakikatine olabilir bu metnin / metnin içeriği / metnin içeriği / metnin içeriği / yazarın yakıştırmasıyla / hakikati ele geçirme çabasından başka / ne olabilir / ele geçirilemez olduğunun bilinci / yazarın hakikati / yazdığı metin mi / metnin hakikati / yazarın özü mü / tözü mü / hakikatin metni / yazarınki mi / ne olursa olsun / bu şimdiden / tıka basa şüpheyle doldurulmuş kuyudan çıkmak için / çocukluğa / daha da dibe/ toprağın altına inip binip göreceğim.” (“Kalan”). 

 
Leylâ Erbil’in ülkesinin edebiyatında “Kalan” kadar daha ilk sözcüğünden başlayarak felsefenin sorgulamalarıyla gerdeğe girmiş bir metin daha yoktur. “Kalan” yayımlandıktan bir süre sonra, roman üzerine yine bu sütunlarda bir şeyler çiziktirmiştim. Ve yazı çıktığı gün, Leylâ Erbil’den bir telefon geldi. Sözcükleri hâlâ ve aynı sözdizimi ile belleğimde: “Bugüne kadar epey yazıldı bu roman üzerine ...Ama yazılanların hiçbiri metnin felsefeye ne kadar yaslanmış olduğunu sizin kadar yakalayamadı...”
Belki de ötekiler, bu yazarı kafalarında hep masasının başında kalem kullanan biri diye canlandırmaktan, onun sözcüklerin denizindeki Evliya Çelebi tavrını yakalayamadıkları içindir!
Ve şimdi, Leylâ Erbil’in birinci ölüm yıldönümünde, yazarları ve şairleri hep çıktıkları yolculuklarda yakalamanın ustası olan editörü ve dostu Rûken Kızıler’den koca bir müjde: “Ondan geriye yazı adına kalan ne varsa hepsini basıma hazırlıyoruz...”

Orhan Veli - Yalnız Seni Arıyorum

Yalnız Seni Arıyorum (Nahit Hanıma Mektuplar)
Seni kendime karşı biraz daha alakalı görmek herhalde hoşuma gidecekti. Ama ne yapalım, hisler zorlanmaya gelmez. Karşılıklı duygularımızın samimi olması daha iyi. Son mektuplarımı soğuk bulduğunu söylüyorsun. Soğuk buluşun belki de öyle bulmak istediğin içindir. Biraz da kendini dinle. Ama her şeye rağmen biraz da haklı olabileceğini düşünüyorum. İçimde bir yeis var. Seni çok bekledim. Ancak yazın görülebileceğimizi tahmin ediyordum. Yegane ümidin dahi tahakkuk edemediğini görmek beni ister istemez düşündürdü. Demek ki artık karşı karşıya gelebilmemiz çok güç bir şey. İnsan karşılaşmanın bile bu kadar güç olduğunu düşünürse, günün birinde birlikte yaşayabileceğine nasıl inanır? Daha uzun zaman birbirimizi görmeden yaşamaya mahkum olduğumuzu düşünmenin ne biçim bir şey olduğunu tasavvur edebiliyor musun? Bana artık birbirimizden bütün bütün ayrılmışız gibi geliyor. Bundan sonra mektuplaşmamız da tuhaf olacak. Kaderleri ta başlangıçta ayrılmış, her biri ayrı birer kıtada kalmış iki eski sevgilinin ömürlerinin sonunda birbirlerinden haber alması gibi. Sen bundaki acılığı duymuyor musun ? Ben çok duyuyorum. İradelerimiz bundan ileriye geçemiyor demek. Ne zayıf mahluklarmışız. Zayıf olan, zayıf olduğu için de kabahatli olan ihtimal daha çok benim. Bununla beraber hayatımın böyle bir istikamet alışında senin büyük bir payın olduğunu da kabul etmek lazım. Seni tanımasaydım herhalde başka türlü bir insan olurdum. Daha mı iyi olurdu bilmiyorum; ama herhalde daha az bedbaht olurdum. Bunun niçin böyle olduğuna sen pek akıl erdiremezsin. Çünkü kendinin benim hayatımda nasıl var olduğunu ve ne vakitten beri var olduğunu bilemezsin. Ben evvela senin için bir eğlenceydim, ama sen benim için hiçbir zaman öyle olmadın.

Aşk da Özgürlüğün Sembolü Simone de Beauvoir

Kendi paramı kendim kazandığım ve kimse için harcama yapmak zorunda olmadığım için çok mutluyum. Vedrine’in ve Kos’un içinde bulunduğu durum oldukça trajik, ama hiçbir zaman beni etkilemiyor. Çünkü hayatımı istediğim gibi yaşamakta kendimi özgür hissediyorum ve kendimden başka kimseye karşı da sorumluluk duymuyorum. Kendimi olayların akışına bir süre bıraksam bile istediğim zaman yine bu durumdan kurtulabilirim. Karanlığın içinden kurtulmak için, içlerinde şansın ve olanakların en iyisine sahip olan yine benim. İşte bu her şeyde deneyim ve ilginçlikten tat almayı sağlıyor.

Sartre’la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur. Benim ve Sartre’ın bilinçli olarak giriştiğimiz deney çok aşırı, o ölçüde de tutkulu bir deneydir; biz ikimiz arasında yürürlükte olan bağlılık bir yana, başka aşklar da yaşamak istedik, fakat galiba önemli bir meseleyi unuttuk. Acaba üçüncüsü ne diyecek, bu tür bir ilişkiyi nasıl karşılayacaktı? Öyle anlar oldu ki üçüncüsü bizim havamıza rahatlıkla ayak uydurdu, aramızdaki bağ dostluklara, aşk kokan arkadaşlıklara, geçici sevdalanmalara hak tanıyordu. Fakat üçüncüsü daha fazlasını isteyince, bulduğu ile yetinmeyince çatışma başlıyor ve üçüncü hep kaybediyordu. Hemen belirteyim, Sartre ile olan beraberliğimiz otuz yıldır hiç bozulmadan sürüp gidiyorsa, bilin ki üçüncüler arada harcanmış, kurduğumuz sisteme kurban gitmişlerdir…

Bir gün bana beyaz bir sayfa üstüne sözcükler atmanın onun için ne denli kolay, ne denli güç olduğunu anlatmaya çalıştı. Gerekli olan dedi bana, boşluğa güven duymak.” “Yazdıklarınızın her satırında ‘yaşamınızda öyle biri’ olmadığımı açıkça gördüm ve hissettim. Gerçekten siz ve ben bir bütün oluşturuyoruz; bu olağanüstü bir güç. Bunu hissettiğim zamanlarda her şey bana vız geliyor.” Hayatta bizi hiçbir şeyin ayırmayacağını belirttiğinizi okuyunca çifte mutluluk yaşadım” İkimizin de ne kadar kuvvetli insanlar olduğumuzu düşünmek hoşuma gidiyor. Burada bizim değer yargılarımızın ve yaşam biçimimizin zaferini görüyorum. Sizi başarıya ulaştıran yalnızca ilişkimiz değildi. Yüzde yüz yaşam tarzınız, ahlak anlayışınız ve benim de kendime ait bir yaşamımın olması sonucuydu

Birine güvenerek onu sevdiğiniz zaman, benim sizi sevdiğim gibi, o zaman karşınızdakinin her davranışını yumuşak, her sözcüğünü aşağı yukarı doğru ve belirleyici bir unsur gibi alıyorsunuz. Oysa karşısındakine tam olarak güvenmeden, onu yarım yamalak bir sevgi ve yapay tatlı sözler ve davranışlarla seven kişiler ancak belirlenmiş nesneler olabilirler. Yani onlar bir parantezin içindedir. Ve tek olamamak kendini parantezin içine koymak demek. Ben de bazen parantezlerin arasına giriyorum. Ve işte o zaman bende tuzağa düşmüş oluyorum. Hayatınızda bir şey oluyorum. Şüphesiz her zaman beni gerçekten sevdiğinizi düşündüm. Oysa şimdi biz tek kişiyiz diyorum ki, bu da az önce söylediğimin tam zıddı.

Size daha güzel mektuplar yazacağım. Bugün çok sıkıcı bir gündü, ama yavan değildi. Hiçbir zaman kendimi yavan hissetmem. Sizi hafif trajik ve biraz da kendini bırakmış bir biçimde seviyorum. Kendine mukayyet olmak çok hoş. Mutluluk için eskisine oranla daha az kaygılanıyorum veya en azından mutluluk benim açımdan dünyayı kavrayabilmek için ayrıcalıklı bir durum. Tıpkı çok iyi bir orkestra tarafından çalınan bir senfoni gibi.

Sizi göremedikten sonra yalnız olmayı tercih ederim. Kendimi bana hiçbir şey kazandırmayan insanlar için harcamaktan tiksiniyorum. Beni merak etmeyin sevgilim, yalnızca görünürde neşesizim. Sonuç olarak hep yaşadığımızdan fazlasını yazıyoruz. Çünkü yazdığımız an da çevremizde gördüklerimizi betimliyoruz. Dünyanın berbatlığı veya yaşamın tatsızlığı vs. 

Kendimi o kadar özgür hissediyorum ki, bu neredeyse beni mutluluktan ağlatacak. Mutluysam bu sizin sayenizde. Benim mutluluğum da sizi mutlu ediyorsa, bu çok adil bir çark olacak. Bugün kendimi mutsuz hissediyorum, uzun zamandır hiç böyle olmamıştım. Bu ne karamsarlık, ne de boşluk duygusu, çırılçıplak bir mutsuzluk. Bu aralar çok okumalıyım, yoksa hüzünleneceğim.

Sevgilim o zamanlar hala gençtik ve dünyanın nereye gideceği belli değildi. Şimdiyse dünyanın nereye gittiği belli: karanlığa gidiyor.