11 Kasım 2014

Herkes yılbaşı kutlarken o gidip adaletin simgesini izliyor uzun uzun. O Mustafa Kemal Atatürk

Ve 31 Aralık 1917. Berlin'de bir otelde yılbaşı kutlamaları yapılacak, Osmanlı heyeti var orada. 
Aralarından biri bu öyküyü anlatıyor. Ve; 
 - Hadi Potsdam çok yakın. 
Gidip adaletin simgesi olan o değirmen ve sarayı yanyana görelim. Kimse gelmiyor ve o öyküyü anlatan tek başına kalkıp gidiyor. Herkes yılbaşı kutlarken o gidip adaletin simgesini izliyor uzun uzun. O Mustafa Kemal Atatürk

Berlin’de Hakimler Var

Alman Kralı II. Frederick 1750 yılında Potsdam’dan geçiyor. Orayı çok beğeniyor ve “Bana şuraya bir saray yapın” diyor. Ertesi gün adamları gidip bakıyorlar, Kral’ın beğendiği yerde bir değirmen.
​Adamlar kapıyı çalıyor, yaşlı değirmenci açıyor.
– Buyrun?
– Bizi Kral gönderdi. Burayı görüp çok beğendi, satın alacak. Kaç para?
– Satmıyorum ki ne parası?
– Saçmalama Kral istedi.
– Bana ne! Ben satmadıktan sonra kimse alamaz ki!
​Adamları gelip Kral’a diyorlar ki;
– Efendim beğendiğiniz yerdeki değirmenci deli. “Satmıyorum” dedi.
– Çağırın bakalım bana şu adamı.
​Değirmenci gelip, Kral’ın karşısında duruyor. II. Frederick:
– Yanlış anladınız herhalde beyefendi, ben satın almak istiyorum orayı. Kaç para?
– Yoo yanlış anlamadım, adamların da dün bunu söyledi. Satmıyorum!
– Beyefendi inat etmeyin, paranızı fazlasıyla vereceğim.
– Sen koskoca Kralsın, paran çok. Git Almanya’nın her yerine saray yap. Burayı benden önce babam işletiyordu. Ona da babasından kalmış, ben de çocuğuma bırakacağım. Satmıyorum!
​II. Frederick ayağa kalkıyor;
– Unutma ki ben Kralım!
​Değirmenci bakıyor ve diyor ki;
– Asıl sen unutma ki Berlin’de hakimler var! Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir. Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz. Orada oturamaz.

Potsdam’da Sansosi Sarayı. Saray ve değirmen yan yana. Kral ve değirmenci adaletle komşu oluyor.
​Sabahları II. Frederick arka bahçeye çıktığında değirmenci sesleniyor;
– Hey Frederick, ekmek yaptım göndereyim mi?
​II. Frederick diyor ki;
-“ADALET HER SABAH bana, SICAK BİR EKMEK kokusuyla gelirdi.”

Nâzım Hikmet " Necip Fazıl’a mektubu "

Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz demektir benden iyi bilirsin.. Necip’i necis yapma. Sen en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin seddini, o lisan-ı mücerred dilinle babıali yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip. Sevgili Necip, inandığın Allah’ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda yapacağım diye camii direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili Necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme. Eski dostun… Nâzım

A. Kadir - Çiçekleri Umudumuzun

Çok olun, çocuklar, çok olun,
yüzlerce olun, binlerce olun, onbinlerce.
Daha çok olun, daha çok olun,
yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun.

Bu dünya ne tek tek yaşamakta,
bu dünya ne rakının, ne şarabın içinde,
bu dünya ne parada, ne pulda,
ne kalleşlikte, ne zulümde.
Bu dünya aşkın içinde, alın terinde.

Çok olun, çocuklar, çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele,
yaşayın dünyayı doya doya,
açın kapıları, camları güneşe,
ne yeise kapılın, ne korkuya,
çok olun, çocuklar, çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele.

Mutlu olmak varken bu dünyada,
geceler geldi dayandı kapımıza,
olduk acımızla sarmaş dolaş,
bekledik düşümüzle koyun koyuna.


Çok olun, çocuklar, çok olun,
yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele,
bütün gündüzler sizin olsun,
yaşayın dünyayı doya doya.

Çocuklar, çiçekleri umudumuzun.

Shakespeare Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!

 
Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü.
Çünkü, o ölüm uykularında
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanları?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.

Hamlet

To be, or not to be
that is the question:
Whether 'tis nobler in the mind to suffer
The slings and arrows of outrageous fortune
Or to take arms against a sea of troubles
And by opposing end them. To die, to sleep--
No more--and by a sleep to say we end
The heartache, and the thousand natural shocks
That flesh is heir to. 'Tis a consummation
Devoutly to be wished. To die, to sleep--
To sleep--perchance to dream: ay, there's the rub,
For in that sleep of death what dreams may come
When we have shuffled off this mortal coil,
Must give us pause. There's the respect
That makes calamity of so long life.
For who would bear the whips and scorns of time,
Th' oppressor's wrong, the proud man's contumely
The pangs of despised love, the law's delay,
The insolence of office, and the spurns
That patient merit of th' unworthy takes,
When he himself might his quietus make
With a bare bodkin? Who would fardels bear,
To grunt and sweat under a weary life,
But that the dread of something after death,
The undiscovered country, from whose bourn
No traveller returns, puzzles the will,
And makes us rather bear those ills we have
Than fly to others that we know not of?
Thus conscience does make cowards of us all,
And thus the native hue of resolution
Is sicklied o'er with the pale cast of thought,
And enterprise of great pitch and moment
With this regard their currents turn awry
And lose the name of action. -- Soft you now,
The fair Ophelia! -- Nymph, in thy orisons
Be all my sins remembered.


Paul Éluard - Asıl Adalet

 
İnsanlarda tek sıcak kanun,
üzümden şarap yapmaları,
kömürden ateş yapmaları,
öpücüklerden insan yapmalarıdır.

İnsanlarda tek zorlu kanun,
savaşlara, yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları,
ölüme karşı yaşamalarıdır.

İnsanlarda tek güzel kanun,
suyu ışık yapmaları,
düşü gerçek yapmaları,
düşmanı kardeş yapmalarıdır.

Hep var olan kanunlardır bunlar,
bir çocukcağzın tâ yüreğinden başlar,
yayılır, genişler, uzar gider
t"a akla kadar.

Doğan Kuban "Çağdaşlaşmaya engel olan Osmanlı'dan kalan en büyük miras cehalettir!"

Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşı “Çıktık açık alınla On yılda her savaştan” diye başlar. Bu Kurtuluş Savaşı’nı izleyen çağdaşlaşma savaşıdır. Gerçek savaştan daha zor olduğunu bugün hâlâ sürüp gitmesinden anlıyoruz. 

 07 Kasım 2014 Cuma

Bugün daha güç bir aşamaya gelmesinin nedeni, Türk toplumunun sayısal büyüklüğü, gelişme sürecinin çok hızlı bir kentleşme aşamasına ulaşması ve Yakındoğu üzerinde büyük bir emperyalistkapitalist kavganın ortasında kalmış olmamızdır.

Osmanlı tarihinde fetih-yağma karışımı bir tutumla yapılan yıllık seferler kesildikten sonra, kendini dışarıdan gelen saldırılara ve iç ayaklanmalara karşı korumak zorunda kalan Osmanlı Devletinin burnu savaştan hiç çıkamamıştır. 200 yıl süren, Türkleri Cezayir ve Yemen’den Afyonkarahisar’a, Viyana’dan Sakarya’ya, Bağdat ve Basra’dan Sivas’a, Ukrayna’dan Sinop’a getiren süreç acıklı bir yenilgiler tarihidir. Osmanlı varlığı ile eşdeş olan İstanbul-Konstantiniyye’yi de kâfirlere teslim ederek İmparatorluğu Vahdettin Beyliği’ne indirgedik.

Osmanlıcılar ‘Halife Vahdettin’in Sevr Beyliği’nin izleyicileri olabilir. Kurtuluş Savaşı bu sınırları Edirne’den Kars’a, Akdeniz’de Antakya’dan Rize’ye, yeniden uzattı. Bugün Türkiye sınırlarını savunma zorunluluğunu hissedenler Cumhuriyet Türkiye’sinin, zoraki de olsa, mirasçılarıdır.

Türkiye’de Vahdettin Beyliği’ne ‘evet’ diyecek bir aptal kaldığını sanmıyorum. Son Halife Medine’ye mi kaçtı? Ondan bunu beklemek biraz fazla olurdu ama, en büyük İslam devletinin son temsilcisi ve İslam Halifesi olarak, İstanbul’da kalsaydı, eminim Cumhuriyet onu öldürmeyecek kadar asil ruhlu ve hoşgörülü idi.

Osmanlı’dan kalan en büyük miras cehalettir. Her çağın cahilliği aynı değil. Kılık değiştirmiş bir bilgisizlikle çarpışıyoruz. Çağdaşlığın karşısında emperyalistlerin sömürü aracı olarak kullandığı insanlar var. Fesli, şalvarlı değiller. İmza atmasını da biliyorlar. Üniversite diplomaları da var. Bu yeni tür cehaletin doğası üzerinde aydınlanmak gerekiyor.

NEDEN EVRENSEL İNSANLAR ÇIKMADI?

Osmanlıların 19. yüzyılda birkaç kez açıp çalıştıramadıkları Darülfünun, fen ile din bilgisi arasındaki farkı anlayana kadar vefat etti. Osmanlı toplumunda bunları bilenler vardı. Fakat Osmanlı üniversitesinin tutucu zırhını, Avrupa’da olduğu gibi, kıramadık. Bu, Türk din kurumunun cehaletidir. Dünya ile karşılaştırma olanağı veren bir entelektüel düzeyi olmasa bile Osmanlı dönemi, aralarında pek çok Hıristiyan dönmesi de olan, yüzlerce düşünür, sanatçı, şair yetiştirdi.

Gelibolulu Mustafa Ali gibi bir tarihçi sosyal gözlemci, Piri Reis gibi, yine Gelibolulu bir coğrafya gözlemcisi korsan reisi, Evliya Çelebi gibi, dünya çapında ve her konuya ilgi duyan, hikâyeci üsluplu bır coğrafya, folklor, dil gözlemcisi gezgin bir coğrafyacı, Kâtip Çelebi gibi bir tarih ve coğrafya araştırıcısı, ve Mizanül-Hak gibi bir sosyal gözlem incelemesi yapabilen bilge bir düşünür, bizdeki ilk matbaa’yı kuran İbrahim Müteferrika ve Sait Efendi gibi her dönemde uygarlık için yol gösterici olabilecek insanlar yetişti.

Eğer aralarında dünya standartlarına ulaşan kimse çıkmadı ise nedeni, Mizanül-Hak’da Kâtip Çelebi’nin söylediği gibi, medrese yobazlarıdır. Müderris’in en az bilgilisi İslamın en cahil toplumunda yerleşti. Bizim İslam tarihlerinde adı geçen hiçbir büyük düşünürümüz, din bilginimiz, filozof ya da bilim adamımız yok.

Büyük tarikatlerin içinde sadece Ahmet Yesevi Türk. Ama o da İran ve Türkistan’da. Oysa Arap ve İranlılar evrensel standartlara ulaşan bilim adamı, filozof ve şair yetiştirdiler. Bizim güzel bir divan şiiri geleneğimiz var. Gençliğimizde Fuzuli’den, Nedim’den beyitler ezberleyip güzel deyişlerle birbirimize caka satardık. Ama dünya Firdevsi’yi, Hayyam’ı, Hafız’ı, biliyor, fakat Fuzuli’den söz etmiyor. Gerçi dünyanın İslam’a bakışında bir eğrilik var, ama İstanbul, İslamı etkileyen kimse de yetiştirmemiş. Sadece Koca Sinan’ı evrensel bir statüde savunabiliyoruz. Başka alanlar boş. Kendimizi aldatmakta devam edersek, bu geleceği de karartan bir tutum olur. Kaldı ki Türkiye’de yayımlanan kitaplar ve üniversite ders kitapları bu geri kalmışlığı her gün yüzümüze çarpmaktadır.

HALKIN ŞİİRİ

Gençliğimde imza atana okuma bilen olarak bakılırdı. Halkın folkloru olmasa, divan şiiri birkaç uzmanın anladığı, günümüz gençlerinin yanına bile yaklaşmadıkları, kendi içine kapalı bir şiir okuludur. Konu açısından ise acınacak kadar dardır. Halkın hâlâ okuyabileceği şiir ise Türk aşiret süvarilerinin hâlâ akıncı olarak fetih ve yağma yaptıkları 14-15-16. yüzyıllardan kalmıştır. Dedem Korkut, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal’ı bugün gençler okuyup anlar. Baki ya da Nefi’yi ise anlayan çıkmaz.

Cumhuriyete gelene kadar çocuklara kendi edebiyatlarını ders programlarına koysak da öğrenmezler. Bu süreçte 400 yıllık bir dil boşluğu var. Bu yokluk, üniversite ve okul yokluğu ile de birleşerek, toplumsal cehaletin temel nedenlerinden birini oluşturuyor. Yüzlerce yılın edebiyat ürününe, düşüncesine ulaşamıyorsunuz. Bunu alfabe ile ilişkisi yok. Dille ilişkisi var.

Bu sorunlar dışında sonra Osmanlı’nın İslamlıkla ilişkisinin de doğru kurulması gerekir. Fatih ve Kanuni kanunnameleri dini değil, örfi hukuku ön plana getiren yasalardır. Osmanlıcılar bunun da farkında değiller. Oysa Osmanlı’nın yükselme dönemi bu kanunnamelere göre davranan sultanlar dönemine indirgenebilir.

OSMANLI NEDEN UZUN SÜRE AYAKTA KALDI

Geçmişe baktığımız zaman, Osmanlı’nın yapısal sarsıntılara ve 17. yüzyılda neredeyse sülalenin yıkılmasına neden olacak çöküntülere karşın ayakta kalmasını sağlayan başka nedenler olduğunu da düşünmek gerekir. Kanımca bu Türk göçerlerin fethettikleri ülkelerin halkı ile kurdukları simbiyotik yaşam geleneğine dayanıyor. Osmanlı da Gök Türkler, Hazarlar, Selçuklar gibi önce Anadolu halkı ile, sonra Akdenizli, Balkanlı ve Doğu Avrupalı halklarla simbiyotik bir ilişki içinde yaşadı. Hıristiyanların Müslüman olanları yanında olmayanları da imparatorluk nüfusunun her zaman büyük bir yüzdesini oluşturdu. Hıristiyan kiliseleri, patrikler, sinagoglar, hahamlar, Katolik kiliseleri, her dinden insan ve dil, Osmanlı İstanbul’unda yan yana yaşadılar. Ticaret yaptılar. Gemilerde birlikte çalıştılar.

Yeniçeri zaten Türk kökenli değildi. Görünüşte Bektaşi oldular ama, Türkçe bilgileri onu sadece bir Lingua Franca kadar (Hindistan ordusunun Urdu dili gibi) kullanmalarına yetebilirdi. Dinlerinin niteliği üzerinde, Bektaşi yorumu dışında bir şey söylemek zordur. Fakat, haremi, ordusu, halkının bir bölümü Hıristiyan olan kozmopolit bir ülkede bir İslam toplumu bizimki kadar oldu. İstanbul meyhanelerini dolduran, içki trafiğini kontrol eden, sarhoş yeniçeri hikâyeleri seyahatnameleri doldurur.

Osmanlı’nın en ünlü sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa’nın yeniçeri ordusuna katılmadan önce kilise korosunda şarkı söylediğini anımsamak, Osmanlı toplum yapısını yeteri kadar açıklar. Olasılıkla bu yapı ve Osmanlı devletinin başından itibaren Avrupa devletler sistemi içinde oluşu, Hıristiyan devletlerle (yani Dar-ül-Harp’le) yaptığı dostluk antlaşmaları, İstanbul’u dolduran yabancı sefirler, tüccarlar, mallar, sokaklarda konuşulan diller, Avrupa ile ticaret ilişkilerini sağlayan Yahudiler, sultanların çoğu Yahudi olan doktorları bazen doğudaki Müslüman devletlerin Osmanlı devletinin dini konusunda kuşkulu olmasına neden olmuştur. Hindistan’da Babüroğulları bunların başında gelir. Buna Safavi’lerin katıldığı da olmuştur. Bizim şeyhülislamlar da İranlıları ödürülmesi gereken kâfir ilan ediyorlardı.

Yine vurgularsak, göçer Türk’ün fethettiği toprakların insanlarıyla kurduğu simbiyotik yaşam deneyini İlk Osmanlı Bey ve sultanları yöntem olarak devletin kurgusuna yerleştirdiler. Göçer olmayan Osmanlının uzun yaşamı ona dayanıyor. Türkiye ve Türkçe varsa o hoşgörünün yapısından kaynaklanıyor. Gerisi Osmanlıca deyimi ile laf ü güzaf (boş söz) dür.

 kaynak

Cumhuriyet Gazetesi - Çağdaşlaşmaya engel olan Osmanlı