21 Mayıs 2014

Neyzen Tevfik’ten yaşanmış bir hikaye

Neyzen Tefvik her sene gönüllü olarak Bakırköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatarmış. O tarihte hastane başhekimi Mazhar Osman’dır. Neyzen hastanede sıkılır. Deniz kenarında olan bir başka hastaneye naklini ister. Mazhar Osman Neyzen’e istediği hastaneye nakil yetkilerinin olmadığını söyler. Neyzen çok kızar. Günyüzü görmedik ne kadar küfür varsa sayar. Hastane Neyzen’e alışkındır. Kimse oralı olmaz. Neyzen hastanede birlikte yattıkları Hüseyin’e döner ve;

-Hüseyin, ben herkese kızıyorum.
Hüseyin;
-Kızarsınız ya efendim.
Neyzen;
-Herkese küfür ediyorum.
Hüseyin;
-Edersiniz ya efendim.
Neyzen;
-E, bana kimse kızmıyor, cevap vermiyor.
Hüseyin;
-Vermez ya efendim.
Neyzen patlatır;
-Ulan yoksa bunlar beni adam yerine koymuyor mu?”

Kıssadan hisse.
Anlayana…


Bir Maden Kazası Olmuştu, Evindeydi Bülent Ecevit

Haberi duyar duymaz sefer tasına yemeğini koydu ve makam aracına binerek, kazanın olduğu madene doğru yola çıktı, yolu uzun, yol şartları zordu. Umursamadı ve kazadan saatler sonra kaza olan madene ulaştı.

Derhal talimat verdi ve kendisi için madenci kıyafeti istedi…
- “Aman efendim…” dediler.
Umursamadı, kıyafeti yeniden istedi, gelen kıyafeti giydi ve kurtarma çalışmalarına destek vermek için madene doğru yürüyerek, gönüllü madencilerin arasında gözden kayboldu !

Bu kişi, Bülent Ecevit’ti. Türkiye Cumhuriyeti başbakanıydı. 4 gün o madende bir işçi gibi gönüllü olarak çalıştı. Madende kaldığı dört günü mazeret izni olarak, kaleme aldığı bir dilekçeyle…

O ay ki maaşından düşürttü.

Bu Şiir Kömür Kokar

Öyle insanlar gördüm ki,
Ölüm peşlerine düşmeye korkardı.
Kılları uzamış hayvanların yanı sıra;
Ya kuyulara iniyorlar,
Ya kuyulardan çıkıyorlardı.
Kazmaları kürekleri lambalarıyla
Ya insanlar gibi toprağın üstünde,
Ya köstebekler gibi toprağın altındaydılar.
Bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı;
Dağlara tepelere doğru bir ayaklanmadır başlıyordu,
İkinci düdüğe kadar bütün şehirde tıs yoktu.
Uyudum uyandım hep aynı seslerdi.
Anladım insanlar bir vardiyaya giriyorlar,
Bir vardiya çıkıyorlardı.
Anladım en kısa ömür insanoğlunundu,
Sonra kurtlar, böcekler ve tarla farelerinindi...İlhan Berk 1946

Sen Edgar Po’yu okuyadur sıcakta
Asıl büyük korkular dolaşır bu ocakta
Kozlu’da İncir Harmanında Çaylar Kuyusu
Çalışıyor kömürü uyandıran insanlar
Geçmişler derin kuyusuna aydınlığın
Hep beraber yüzbeş kişi, madenci
Çıktı elliyedisi , geride sağ kalanlar
Ben kırksekiz madenciyi arıyorum
Zonguldak hemşehrisi, hepsi de köylü
Ana, kardeş çocuk bıraktılar geride
Yeryüzünden yüz kırk metre aşağı indiler
Bir uğultu duyuluyor, neyleyim neyli
Çıkamadılar tam kırksekiz kişi idiler
Yüzbeş işçi indi yeraltına bir postada
Kırksekizi kaldı yeraltında bir postada
İncir Harmanı bölümünde Çaylar Kuyusu
Ağır olur kara gözlü kömürlerin uykusu
Çeker kucağına Ereğli’den, Devrek’ten
Nice uykusuz garipleri bir anda uyutur
Çaylar Kuyusu derler bir derin kuyudur...Ceyhun Atuf Kansu

Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Suskunluğun adak testisi
Kocaman deniz suların altında.
Dipte, maviliklerin oynaştığı,
Küçük bir balığın kanadı gibi yalnız,
Umutsuzluğun bir anlamı kalmadığı,
Kumlara gömülmüş ya da kayaya takılmış
Çapanın, gemisini bekleyen çapanın
Altında, toprak başlar ya, sonra da maden.
Az önce göçmüş madenin altında,
Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın
Ve duvarı tutan kalasın altında
Tek başınaydı yaralı işçi, karanlık
Yok etmiş gözlerini ama
Kendindeydi daha, ufak bir güneş,
Dünyanın en ufak güneşi,
Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi,
Duydu demir aldığını geminin
Gürültülerle.
Ve yukarda,
Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Bulutlar, martılar ve deniz...Melih Cevdet Anday

Fırtınalı  bir kış oldu ertesi yıl.
Aynı yılın Teşrininde
üç arkadaş Zonguldak’a indiler,
Şurdan  şu tarafa tut
bütün deniz.
Girdi  ocağa.
Kânununda aynı  yılın,
bir sabahtı,
Şentürk’ü kömürün altından çıkardılar:
kan içinde yüzü gözü,
elleri simsiyahtı.
Bir beyaz karyolada
hayata veda etti...Nâzım Hikmet

Zonguldak’ta Raman’da
Ağaçlar çiçeğe duranda
Unutup yorgun kazmaları
Türkü yakıyorum ay ışığında
Keser ışıltısını altının
Bir damla kan
Alnından kopan bir damla
Tutuşur ocakta
Kıpırdar camında lambamın
Vardiya dönüşü yol ortasında
Keser ışıltısını bir damla kan
Lambamın
Yarın
Yarın
Hangisine değdi candarma tetiği
Nişan yüzüklerine bakamıyorum...Sennur Sezer

Bir kömür, bir uzak, bir kara, bir derin.
Ellerin, yeraltında yitmiş kocaman ellerin.
Yıllarca çalışırsın gündeliğin on lira.
Açsın, susar kuyular bağıra bağıra.
Ko yamyassı ayakların balçık toprağa girsin,
Kim yürürse öldürürler bilirsin.
Zonguldak ölü iki. gecede gecede diri bir,
Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?
Tanrı yeryüzünündür, bir pay düşmez sana,
Sen yeraltındasın, Tanrısızsın anlaşana.
Karanlıktır yıldızlara karşı aşağlara indiğin,
Aşağlarda sevdiğin, korktuğun, sevindiğin.
Dağ hak diye, kara elmas hak diye,
Bekledin çırılçıplak bir yıl daha kazanılan dağıtılacak diye.
Zonguldak ölü iki gecede gecede diri bir,
Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?
Vardiya bitmiştir, uyursun gökyüzü uyanırken yüzüne,
Uzaksın, oğluna, karına, anana... öküzüne.
Oynamaz dedin, derinliklerde bir aç ayı.
Ne istedin bölüşmek gövdeler teriyle birikir iş parayı,
Yüzlerce yıl yüzlerce yıl avucundaki ekmek alınmış çağlardan,
Ne istedin çoluğunun çocuğunun sarı lokmasını aşağlardan,
Zonguldak ölü iki gecede gecede diri bir,
Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?...Fazıl Hüsnü Dağlarca

Yerin derinliklerinden geldiler, ellerinde
susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle, ne kadar
diplere bastırılırsa o kadar boğulmak bilmez yankısıyla
yüreklerinin.
Ağır ağır geldiler, karanlık sarnıçlardan sıza sıza.
sağır küplerde birike birike, yararak kaslarının içine
yuvalanmış sızıları ve ciğerlerinde yer etmiş
ışıksız lekeleri.
Geldiler bir büyük sesin harfleriyle ağızları dopdolu,
suskun  çamuru küremek için kentin gölgesi sokaklarından,
sıyırıp aşmak için yıllardır gökyüzüne birikmiş pası,
ovmak için isli alnını sabahın.
Anıt bildiler sıradan ve gösterişsiz bir günü, diyecek
sözleri varsa anıt bildiler, akacak bir yatağı varsa
ırmaklarının ve atacak köprüleri varsa anıt bildiler,
toplandılar o anıtın çevresine.
Sonra her gün geldiler, artarak geldiler, kadınları
çocukları ve alkışlarıyla,yoğurt mayalar gibi geldiler,
pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi, su gibi, ateş gibi.
Her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına, yeni
yollarla tanıştı ayakları, her gün yeni kabuklar çatladı,
yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini, bir kent
oldular sonunda
ve adını değiştirdiler ülkenin...Kemal Özer