13 Mayıs 2014

Ümit Yaşar Oğuzcan - Az Gelişmiş Ülkemiz

Palavramız bol bizim, en uzun diller bizde
Köyden fakir ilçeler, okulsuz iller bizde
Cahil aydınlar bizde, kara cahiller bizde

Bir çağdaş uygarlığa ulaşmaktır gayemiz
Fakat elden ne gelir az gelişmiş ülkemiz

Her işte en geriyiz öteki uluslardan
Onlar yoktan var eder biz yok ederiz vardan
Vatan büyük bir sofra herkes yer bir kenardan

Kocaman balıklara küçücük birer yemiz
Kimsede kabahat yok az gelişmiş ülkemiz

Kalkınma, refah devri gördüğümüz bir rüyâ
Her gönülde menfaat, her yüzde yalan, riyâ
Dağlardakini geçti şehirdeki eşkiya

İçimiz kan ağlıyor, gülse bile maskemiz
Kimsede kabahat yok az gelişmiş ülkemiz

Sarmış bütün vatanı en seçme çıkarcılar
Nalıncı keserleri, kurnaz inhisarcılar
Bizde ölü gömüyor taksitle mezarcılar

Bütün niyetler iyi, bütün yürekler temiz
Fakat elden ne gelir az gelişmiş ülkemiz

Topraksız köylü demek milletin efendisi
Zenginlerimiz desen pintilerin pintisi
Her siyasi maşallah hicivin tâ kendisi

Bin düşmana bedeldir çok şükür bir tanemiz
Fakat elden ne gelir az gelişmiş ülkemiz

Bir kazanç hırsı sarmış herkesin yüreğini
Düşünen yok yurtsever almanın gereğini
Yağmacılar paylaşmış Hasanın böreğini

Çoğumuz sıska amma bir kısmımız pek semiz
Kimsede kabahat yok az gelişmiş ülkemiz


Yorgo Seferis - Destansı Öykü'den

  I
Üç yıl boyunca
hiç durmadan haberciyi bekledik
gözlerimizi dikip
çamlara, kıyıya ve yıldızlara.
Bir olup sabanın demiriyle, omurgasıyla geminin,
ilk tohumu arıyorduk
eski oyun yeniden başlasın diye.

Yaralarla döndük yurdumuza,
elimiz kolumuz tutmuyordu, ağzımız
tuz pas içinde.
Kuzeye doğru yol aldık uyandığımızda,
lekesiz kanatlarıyla bizi sislere salan
kuğuların yaraladığı yabancılardık.
Uluyan gündoğusu çıldırttı bizi kış gecelerinde,
yazları, ölmeyen günün acısında yitirdik kendimizi.

Birlikte getirdik dönüşte
bu oyma kabartmalarını saygılı bir sanatın.
II
Yeniden bir başka kuyu bir mağara içinde.
Bir zamanlar kolaydı
Putlar, süsler çıkarıp derinliklerinden
Sevindirmek bize bağlı kalan dostları.
İpler kopmuş artık; yalnız kuyu ağzındaki izleri
Ansıtıyor bize, bizi koyup giden mutlulukları:
Kuyu ağzında parmaklar, ozanın deyişiyle.
Bir an taşın serinliğini duyuyor parmaklar
Ve taşa geçiyor gövdenin sıcaklığı,
Her kıpı, sessizlik dolu, damla akmadan
Ruhunu oyuyor mağara sanki kumarda ve yitiriyor.
III
“İçinde hançerlendiğiniz hamamı unutmayın.”
Ellerimde bu mermer başla uyandım
Dirseklerimi yoran, nereye koyacağımı bilemediğim.
Bir düşe yuvarlanıyordu baş, ben düşten uyanırken,
Böylece birleşti yaşamlarımız, şimdi ayırması güç.
Bakıyorum gözlere, ne açık ne kapalı,
Konuşmağa çalışan ağıza konuşuyorum,
Tutuyorum derinin ötesine çökmüş yanakları.
Gücüm fazlasına yetmiyor.
Ellerim kayboluyor, sonra dönüyor,
Sakatlanarak.
VIII
Nedir aradığı ruhlarımızın yolculuğa çıkıp
yıpranmış gemilerin bordalarında, karışıp kalabalığa
yüzleri soluk kadınların, ağlayan çocukların
ne uçan balıklarla, ne de direklerin
yöneldiği yıldızlarla avunan,
eskiyip cızırdayarak gramofon plaklarıyla,
isteksizce katılıp boşuna yolculuklara,
kırık dökük düşünceler mırıldanarak anlaşılmaz dillerden?

Nedir aradığı ruhlarımızın yolculuklara çıkıp
çürüyen teknelerde
bir limandan öbürüne?

Kaldırarak taş yıkıntılarını, soluyarak
çamların serinliğini her gün biraz daha güçlükle,
yüzerek bir gün bu denizin sularında,
bir gün bir başka denizin
dokunma duygusundan yoksun,
insansız,
artık ne bizim, ne sizin olan bu ülkede.

Biliyorduk ki adalar güzeldi
buralarda bir yerde, arayıp durduğumuz
belki biraz aşağıda, ya da biraz yukarda,
belki de çok yakınlarda.
IX
Liman yaşlıdır, artık bekleyemem

Çamlı adalar için çekip giden arkadaşları
Çınarlı adalar için çekip giden arkadaşları
Açık deniz için çekip giden arkadaşları.
Okşarım paslı gemileri, kürekleri okşarım
Ki bedenim canlansın ve güçlensin.
Yelkenler tuz kokusu verir yalnız
Öteki fırtınadan.

Yalnız kalmak isteseydim, sessizlik
Olurdu aradığım, yoksul ufukta
Bu çizgilerin, bu renklerin, bu suskunluğun
Ruhumu parça parça edeceği umudu değil.

Gecenin yıldızları yeniden getirdi bana
Ölümü bekleyen Odysseus’un güvenini, çiriş otları arasında.
Burda çiriş otları arasında demirlediğimiz zaman
Adonis’in yaralandığını bilen boğazı bulalım istedik.
X
Bizim ülkemiz kapanık, hep dağlar
tavanı alçak bir gökyüzü gece gündüz.
Irmaklarımız yok, kuyularımız yok, kaynaklarımız yok,
yalnız bir iki sarnıç – onlar da boş-
yankı yapan ve tapındığımız.
Kof, küflü bir ses, yalnızlığımızla bir,
aşkımızla bir gövdelerimizle bir.
şaşıyoruz bir zamanlar nasıl da yapabilmişiz
evlerimizi, kulübelerimizi, ağıllarımızı.
Ve evliliklerimiz, serin çelenklerle parmaklar
çözülmez bir bilmece oluyor ruhumuza.
çocuklarımız nasıl doğmuş, nasıl büyümüşler?

Bizim ülkemiz kapanık. Tılsımlı kara adalar
geçit vermiyor denizlere. Pazarları
limanlara inince biraz soluk almaya,
görüyoruz kavuşan günün aydınlığında,
çürümüş teknelerini bitmemiş yolculukların
artık sevişmeyi unutmuş gövdeler
XIV
Işıkta üç kırmızı güvercin
alınyazımızı çiziyorlar ışıkta,
renkleriyle, davranışlarıyla
sevdiğimiz kişilerin.
XV
Uyku bir ağaç gibi sarmıştı seni yeşil dallarla,
sessiz ışıkta bir ağaç gibiydi soluman
yarı saydam kaynakta yüzüne baktım:
gözlerin yumulu, kirpiklerin sulara sürtünüyordu.
elim elini buldu yumuşak otlarda,
bir an nabzını tuttum
ve bir başka yerde duydum acısını kalbinin.
Çınarın altında su boyunda defneler arasında
uyku yerinden oynatıp yanıma yöreme
dağıtıyordu seni, san ve sessizliğine
dokunmadan ben;
görüyordum gölgenin büyüyüp küçüldüğünü
kaybolup başka gölgelerde ve bırakıp
sonra yeniden tutan o öteki dünyada.
Bize yaşayalım diye verilen hayatı yaşadık.
Yazık bunca sabırla bekleyenlere
kaybolup kara defneler içinde, koca çınarların dibinde
ve yalnızlıktan sarnışlara, kuyulara seslenip
seslerinin halkalarında boğulanlara.
Sıkıntımızı, yorgunluğumuzu paylaşıp
bizi bekleyen mutluluğun umudundan yoksun,
kendini mermer yıkıntılar ötesinde bir karga gibi
güneşe salan yoldaşımıza yazık.
Bize, uykudan öte, dinginliği bağışla.
XXIII
Biraz daha dayansak
Göreceğiz çiçeklendiğini bademlerin
Güneşte ışıyan mermerleri
Denizi, kıvrımlı dalgalarını denizin.
Biraz daha dayansak
Biraz, biraz daha yükselsek
XXIV
Burada bitiyor denizin yapıtları, aşkın yapıtları.
Bir gün yaşayacak olanlar bu bizim sonumuzun geldiği yerlerde –
anılarındaki kan kararırsa, taşarsa eğer
unutmasınlar çiriş otları arasındaki biz güçsüz ruhları,
Erebos’a döndürsünler kurbanlarının başlarını:

Bizim ki hiçbir şeyimiz yoktu, barışı öğreteceğiz onlara.

Jorge Luis Borges Haiku

Bir sonbahar günü şinto tanrıları izumo şehrinde yine bir araya geldiler. sayılarının sekiz milyon olduğu söylenir. utangaç biri olduğumdan onca tanrı arasında elim ayağıma dolaşırdı. her halükârda, havsalanın almayacağı sayılarla uğraşmak akıl kârı değil. bu adalarda uğurlu sayı sekiz olduğu için, gelin bunların sayısına sekiz diyelim.

kederliydiler, ama bunu belli etmiyorlardı: tanrıların yüzleri, anlamı çözülemeyen harflerdir. bir tepenin üstündeki yeşilliklere halka halinde oturdular. hanidir insanlığı göklerden, bir taştan veya bir kar tanesinden izleyip durmuşlardı. tanrılardan biri şöyle konuştu:


birçok günler veya yüzyıllar önce burada toplanıp japonya'yı ve dünyayı yarattık. balıklar, denizler, gökkuşağının yedi rengi, bitki ve hayvan nesilleri gayet güzel ortaya çıktı. insanların sırtına çok fazla yük binmesin diye onlara çoluk çocuk verdik, çoğul gündüzü ve tekil geceyi verdik. aynı zamanda onlara farklı şeyleri deneyimleme hediyesini bağışladık. arı, arı kovanları yapar durur. ama insan aletler tasarımladı: saban, anahtar, kaleydoskop...ve yine kılıcı ve savaş sanatını tasarımladı. ve şimdi, tarihe son verebilecek görünmez bir silah tasarımlamış bulunuyor.

onlar bu budalalığı yapmadan önce, gelin insanları kaldıralım ortadan.

tanrılar hâlâ düşünceliydi. bir diğer tanrı telâşsızca söz aldı:


haklısın. bu canavarca şeyi icat ettiler, ama ortada bu tümüyle farklı, onyedi hecenin kuşattığı boşluğu dolduran şey de var.


tanrı bu heceleri okudu. bilinmeyen bir dildeydi ve ben söylenenleri anlayamadım.


tanrıların önde geleni bir hüküm verdi:


insanlar varlıklarını sürdürsün.


böylece, bir haiku sayesinde insan soyu kurtuldu.
Çeviri: Ersin Balcı

Buket Uzuner - Benim Adım Mayıs

Çığlığın İçindeki Çığlık...
İki saat oldu, çok değil, mutlaka gelecek, biliyorum gelecek. Verdiği sözde durmamazlık edecek değil ya... Canım, iki saat bekletti diye, hakkında binbir türlü kötü düşünceye dalmak haksızlık olur. Evet evet, haksızlık etmemeli. Kentin bu uzak kuzey ucuna gelmek adamakıllı zaman alıyor. İlk kez gelecek buraya. Belki de yanlış bir otobüse binmiştir. Ben bile burada oturmazdan önce, kaç kez yanlış otobüslereden inip, başka yanlış otobüslere binmedim mi? Neredeyse iki haftamı almıştı yolu, durakları ve burayı öğrenmek. Buralarda insanların yaşadığını bile bilmezdim o zamanlar. Üst üste dizilmiş küçük, daracık kutularda bir soluk hava, bir damla güneş, bir saksı çiçekle yaşamak bir insan içinse, onlar yaşıyorlar bu uzun blok evlerde; ölmeden canlı kalma süresini uzatıyorlar. Kadınların silecek camları az bu evlerde. Çocukların emekleyeceği odalar küçük. İnsanların seviştikleri odaları ayıran duvarlar incecik. Su boruları sımsıkı yakın. Balkoncuklar bu sıcakta katlanılmaz bir işkenceyle birbirlerini omuzluyorlar. Sevişmenin ıslak fısıltıları, ince duvar ayrımlarından, tavandan, tabandan ılık ılık yayılıyor; ama acının tek ilmeği sızmıyor ne aşağıdaki, ne de yandaki kutulardan. Acaba hiç mi acı çekmiyor, sık sık sevişen komşularım? Yoksa acının sessiz mi çekilmesi gerekiyor? Sesi olmayan acı var mı? Çığlıksız acı çekilir mi?
"KANIM COŞMUŞ AKIYOR SANIRIM ARA SIRA, BİTMEZ HIÇKIRIKLARLA AKAN ÇEŞMELER GİBİ. DUYARIM AKTIĞINI UZUN ÇAĞLAYIŞLARLA, YOKLARIM BULMAK İÇİN AĞRIYAN YERLERİMİ."
İki saat otuz altı dakika oldu. Neden gelmiyor? Yollarda başına bir şey gelmiş olmasın? Yok canım, koskoca kadın, ne gelebilir ki başına? Öyle ufak-tefek, öyle ince, öyle narindir ama, gerektiği zaman kendisini korumasını çok iyi bilir. En güzel yanlarından biri de bu değil mi: Korunmaya gerek duymayan yetişkin kadınlardan o. Belki de evden çıkarken bir şey oldu. Annesi hastaydı, belki ağırlaşmıştır aniden. O telaş içinde bana nasıl haber ulaştırsın kızcağız. Annesi ağırlaştıysa, nasıl da üzgündür şimdi. Gözlerinde ela tedirginlikler, ince boynunda sık sık yutkunmalar. Dudak kenarındaki o güzelim yetişkin çizgileri belirginleşmiştir, parmakları arasında bir sigara, püfleyip duruyordur dumanı burnundan... Ama sonunda, ne olursa olsun sonunda çıkıp gelecek biliyorum. Belki gecikerek, ama mutlaka bugün gelecek.
Onu ilk bulduğum günkü giysiyle; mavi, ince, tiril tiril elbisesi ve sandaletleriyle gelecek. Küçük, askısı uzun çantası omzunda olacak. İlerde, şu görünen otobüsten inecek, önce biraz şaşkın çevreye, sonra başını kaldırıp, bu uzun, zevksiz bloklara bakacak. Tek tek katları tarayacak ve gözleri 14. katta duracak. Ben, burada, bu balkoncukta onu beklerken, gözlerimiz buluşacak. Gülmeyeceğiz birbirimize. Bizim gibi insanların gülmeye gereksinimleri olmaz... Yıllardır birbirimizi tanıyor, yıllardır birbirimizi beklemiyormuyuz?.. Gösterişsiz, katıksız bir sevgi bizimkisi. Daha çok kan kırmızısı, delik deşik, yüreğine yıllardır çivi saplanmış, elektrik tadında, tırnakları teker teker sökülmüş bir özlem bizimkisi...
"KENTLERİN ORTASINDA, İÇİNDE TARLALARIN, İLERLER ÇEVİRİP SOKAKLARI ODALARA. GİDERİR SUSUZLUĞUNU TÜM YARATIKLARIN BOYAYARAK DOĞAYI BAŞTAN BAŞA KIZILA."
Sonra, sakin, kararlı adımlarla 3-C Bloğu'na doğru yürüyecek. Ben de o sırada merdiven aralığına çıkacağım. Asansörün önünde dikilip, bekleyeceğim. Tek tek izleyeceğim asansörün katları tırmanışını ışıklı tabloda. Önce birinci kat, sonra ikinci, üç, dört ve beş... 14'te duracak asansör. Kapı açılacak, o inecek. Bakışacağız gülümsemeden: Yılışıp, gülümsemenin kanadına sığınmadan bakışacağız... Ne kadar sade, ne kadar sağlıklı, bu yüzden ne kadar güzel diye düşüneceğim. Tıpkı yıllardır, tam otuz altı yıldır beklediğim gibi; olgun ve taptaze.
"HANİ SICACIK, ESMER, ADAMI BÜYÜLEYEN, BİR ONA YAKIŞAN GÜZELLİKLER GERDANINDA. İRİ, UZUNCA, DİŞİ; BİR AVCI GİBİ YÜRÜYEN, SUSKUN, GÜLÜMSEMELİ GÖZLERİ BİR NOKTADA."
Sonra benim oturduğum o küçük kutuya gireceğiz. Hiç konuşmadan ve gülümsemeden, sıcacık, sevgi dolu, hücre çekirdeklerimize kadar güvenli, vefalı ve inançlı... Hiç dokunmadan, çoktan orgazm olmuş olarak. Odaların ikisini gezip, balkonlu odada karar kılacak ve ben de onu izleyeceğim. Kanapeye oturacak, ben de yanına. O bir sigara çıkarıp, yakacak, ben de hazırladığım plak çalsın diye "play" tuşuna basacağım plak-çaların. Bob Dylan'ın sesi dolacak odaya: "Hey Mr. Tambourine Man". O İngilizce bilmediği halde bana bakıp, "Acıyı tanıyan adam işte buydu" diyecek. Sesi tıpkı beklediğim gibi ne incecik, ne de çok kalın, dingin, güvenli olacak. Başımı sallayacağım. Saçlarına ve küpelerine bakacağım. Mavi. Ne kadar sade ve zevkli olduğunu düşünüp yeniden gururlanacağım. Yıllardır onu beklememe değdi diyeceğim. Nasıl mutlanacağım, nasıl büyüyecek yüreğim, nasıl heyecanlanacağım... Sevinç dolu dizgin kulaklarımdan girip, içimde çığlıklar atacak. Çığlıklar sivri köşeli üçgen ses dalgaları olup dağılacaklar içimde. Çığlı çığlık sevinç dolacağım. Bir Derviş, bembeyaz entarisi, uzun kavuğu ve kapalı gözleriyle, Bob Dylan'ın müziğine eklenip dönmeye koyulacak. Dönecek, dnecek, dnecek, dönecek... Benim başım dönse de, Derviş hiç durmadan dönecek.
Bu müzik size biraz yabancı, temposu da hızlı diyeceğim. Dönmesine ara vermeden güzel, duru yüzüne bir gülümseme takıp, hiç konuşmadan "bu müzik ve tempo tam bana göre" diyecek. Sonra Bob Dylan ağız armonikasına gömülüp, dünyanın en güç işini rahatlıkla yapacak: Acının ve sevincin çığlıklarını dolayacak saçlarından birbirine: Crazy Sorrow. Ben, Derviş ve Bob Dylan, en mutlu üç erkek çığlık çığlığa döneceğiz uzun bir süre. O yeni bir sigara yakıp, "Dönmek, böyle müzikle dönmek mutluluktur." diyecek. Ben onun Derviş'i görmesinden şaşkınlığa düşmeyeceğim. Tabii görecek. Onu bunca yıl boşuna mı bekledim? "Hey Mr. Tambourine Man / Play a song for me I'm not sleepy / And there's no place I'm going to..."
"ÇEKER BENİ MÜZİK DERİN SULAR GİBİ BAZEN DOĞRU SOLGUN YILDIZIMA ESMER GÖKLER, MAVİLİKLER ALTINDA DURMADAN YALKEN AÇARIM UFUKLARA."
Sonra çay içeceğiz, kırmızı, güney kokulu. Her gün oluyormuş gibi, ilk kez sevişeceğiz. Vücudundaki güneş yanığını, beyaz kalmış yerlerinden fark edeceğim, güneşin vitaminini emeceğim. Dünyanın en doğal şeyi gibi, en yasak sevişmeyi uzatacağız. Utangaç olmadığı halde gözleri kapalı sevişecek o. Aynı anda beraber orgazm olacağız. Sonra benim gömleğimi giyip, bacakları çıplak balkona çıkacak. 14. katın balkonu aşağıdan görülmez. Gömleğimin altında çıplak olduğunu bir tek ben bilerek, sevgiyle
bakacağım.
Geri dönüp, bir sigara yakarken, çantasında bir kitap çıkartacak. "Senin için yıllar önce almıştım" diyecek. Sesindeki çığlıklı sevgiyi bir ben, bir de o duyacak. Kitaba uzanırken onun "Baudelaire Şiirleri" olduğunu çoktan anlayacağım. Bendekini de ona vermek üzere kitaplığa uzanırken elimi tutacak. Gözleri yaşsız, sırılsıklam ağlayarak, "Neden böyle bulunması güç bir yerde yaşıyorsun?" diyecek. "Koskoca otuz altı yıl aradım bu adresi, hiç değilse adın, numaran telefon rehberinde olsaydı, daha önce bulurdum seni." Gözlerine bakıp, çünkü telefonum yok diyeceğim. O çıkarıp yıllar önce bir lokantada, kağıt peçeteye yazdığım şeyi gösterecek. Acıyı tanıyan öbürü Kuzey Mahallesi, Son Durak, Blok 3-C Ankara  Onun ıslatmayan gözyaşları akacak içime, elini uzatıp, benim içimden silecek onları. Bob Dylan yeniden aynı şarkıyı, içimizi kat kat bölen, tırnak tırnak kazıyan, uçuk mavi boyayan ağız armonikasını çalacak. Böyle ağız armonikası çalabilen başka hiç kimse olmayacak. Armonikadan yayılan acının sevinçle karışık çığlıkları sigara dumanı gibi usul usul, dönerek yaklaşacak. Yılların deneyimiyle bu çığlıkların yükünü karşılamaya hazırlanacağım. Bunun sancısını hiç kimse durduramaz, hiçbir ilaç, hiçbir ilaç, hiçbir alkol. İşte geliyor, dayanmalı, geçene kadar, ikinci çığlık gelene kadar yeniden hazırlanmalı...
Ölmemeye denk düşen bu çığlıkların ve sancıların sağnağına cesurca ve kaçınılmaz biçimde yüz yüze karşı durmalı. Tıpkı şimdiye dek olduğu gibi. Ama birden fark edeceğim ki, çığlık ikiye bölünmüş, yarısı gidip onun o incecik, zarif kadın bedenine yayılmış. En çok da dalağına: Bütün beyaz hücreleri acılı salgılanıyor. Acı azalınca, sevince yer açılacak. Ve beyaz entarili Derviş yeniden gelip dönmeye başlayacak. Aynı güzel, aynı rahat, aynı sevgili dingin yüz. Dönecek, dönecek, dönecek... Ağlıyor mu, ne? Dervişler ağlar mı, onlar iç dengelerini çoktan kurmuş dünyalılar.
"ARADIM SEVİLERLE BİR UYKU UNUTTURAN İĞNELİ YATAK OLDU SONUNDA SEVİ BANA KAN İÇİRMEK ÜZERE BU TANRISIZ KIZLARA!"
Off, nerede kaldı? Beş saat de gecikilmez ki. Şimdiye kadar gelmeliydi.
Gelmeli artık, bugün gelmeli.
Vaktim var, beklerim.
Sahi, Dervişler de ağlar mı?
  Ankara, 1984
Şiirler Rainer M. Rilke 

Can Yücel - Barış Melodileri

Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha
Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken

Konstantinos Kavafis - Şehir /Kent

Bir başka ülkeye,
bir başka denize giderim," dedin,
"bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin
olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
- bir ceset gibi - gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,

boşuna bunca yılı tükettiğim bu ülkede."

Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka  bir şey umma -
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada,
bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde de.

Leo Buscaglia " Risk "

 
Gülmek; “saf” denme riskini göze almaktır. 
 
Ağlamak ise; “duygusal” görünme riskini… 
 
Birine yakınlaşmak; “kendini kaptırma” riskini, 
 
Duygularını açmak; “kendini ortaya koyma” riskini, 
 
Hayalleri ve düşünceleri sergilemek ise; onları başkasına kaptırma” riskini göze almaktır. 
 
Sevmek; “karşılık görememe” riskini… 
 
Yaşamak ise; “ölme” riskini göze almaktır. 
 
Umutlanmak; “hayal kırıklığına uğrama” riskini 
 
Çabalamak ise; “başarısız olma” riskini göze almaktır… 
 
Ama riskler yaşanmalıdır. Çünkü; hayatımızın en büyük riski hiç risk almamaktır. Hiç risk almayan kişi, belki acı ve üzüntülerden korunabilir, ama büyüyemez, sevemez, değişemez, hissedemez, öğrenemez. Garanti arayışlarıyla zincirlenmiş bir köle olarak yaşarken, bedelini; özgürlüğünü kaybederek öder. Sadece; riski göze alabilen kişi hürdür.
"Yaşamak Sevmek ve Öğrenmek"

Eddi Anter - Kabile

Kalabalıkların içinde hiç yalnız hissettiğiniz oldu mu? Ya insanların sizi anlamadığını düşündüğünüz? Bir başkasını memnun etmek uğruna istemeden bazı şeyleri yaptınız mı?
Bu sorulardan herhangi birine olumlu cevap verdiyseniz, hayatınızı çarkın içinde koşuşturarak geçiştiriyorsunuz demektir. Belki de farkında olmadan yaşamınızı beklemeye almışsınızdır. Yapmak istediklerinizle, yaşamayı arzuladıklarınızı hep ileriye itiyorsunuzdur; haberiniz bile olmaz.
En iyisi, sen sen ol; sürüden olma!
Farkındalığının farkında olan kişi farklı olduğunu bilir; o artık sürüden değildir. Her ne kadar istese bile o artık bir kez daha sürüye dâhil olamaz.
Farkındalığı olan kişinin hayat çarkı yavaşlamaya, hatta durmaya başlar. Bundan sonra o sadece farkındalığı fark eden değil, farkındalığın farklılığını yaşamaya başlayan kişidir.
Sürüden çıkan biri, kendini arayıp, özüne ulaşıp bulandır.
Kendinizi tanıyıp sevmek için iç dünyanıza bir yolculuğa var mısınız?

Japon vatandaşlarından dünyanın alacağı çok dersler var.

1. AĞIRBAŞLILIK
Hiçbir dövünme ya da aşırı hareketlerle ızdırap ifade etme görüntüsü yok. Üzüntünün kendisi yüceltildi.
2. ONUR
Su ve yiyecek kuyruklarındaki disiplin. Hiçbir kaba söz ya da sert el kol hareketi yok. Sakinlikleri övgüye değer.
3. YETENEK
Örneğin, inanılmaz mimarlar. Binalar sallandı ama yıkılmadı.

4. ERDEM
İnsanlar sadece o anda gereksinimleri olanları aldılar. Başkaları da  bir şeyler alabilsin diye.
5. DÜZEN
Hiçbir dükkan yağmalama yok. Yollarda korna çalmak, sollamak yok. Sadece anlayışlı tavırlar.
6. ÖZVERİLİ
Elli çalışan deniz suyu pompalamak için nükleer reaktörlerin içinde kaldı. Bunların yaptıklarının karşılığı nasıl ödenebilir?
7. DUYARLILIK
Lokantalar fiyatlarında indirim yaptı. Korunmayan bir bankamatiğe hiç kimse saldırmadı. Güçlüler zayıflara baktı.
8. EĞİTİM
Yaşlılar ve çocuklar dahil herkes ne yapacağını tam olarak biliyordu. Aynen de yaptılar.
9. MEDYA
Bültenlerde kendilerini mükemmel bir şekilde dizginlediler. Aptalca konuşan muhabirler/spikerler yoktu. Sadece sakin bir şekilde yapılan habercilik. En önemlisi de, DURUMDAN FAYDALANARAK KOLAY YOLDAN KENDİNE PAY ÇIKARMAYA ÇALIŞAN POLİTİKACILAR YOKTU.
10. VİCDAN  (conscience)
Bir mağazada elektrikler kesildiğinde, insanlar aldıkları şeyleri tekrar raflarına koydular ve sessiz bir şekilde çıktılar.
Ülkeleri dev bir afete uğramış durumdaki Japon vatandaşlarından dünyanın alacağı çok dersler var.
 
Japonlar, ne hıristiyan, ne musevi ne de müslüman. Ne peygamberleri, ne de kutsal kitapları var ama, inandıkları insani değerler ile bütün dünyaya ders verdiler. Demek ki insan olmak, başka birşey.

Orhan Veli Su ve Susuzluk

Elimde bir bardak su…bardak cam, su berrak…dudaklarım yanıyor susuzluktan. Gözlerimi ve dudaklarımı camın parlaklığında görüyorum. Su…Renksizlik, suda renkten renge giriyor. Su renksiz.. Su berrak, su renkli, su parlak.. Gölgeler, çizgiler düz ve keskin..Bardakta su.. Bir umman görüyorum bardakta, dudaklarım yandıkça susuzluktan.. Bir ırmak, bir çağlıyan..Renksizlik içinde renklerin ahengi var.. Su, renkler kadar efsaneli. Su, ondokuzuncu asır şairinin seferi kadar hulyalı..Su, hakikî sevgilinin kalbi kadar saf, gözlerinin rengi kadar berrak.. Su, rüya kadar tatlı.. rüya kadar.. rüya.. rüya gibi canlanıyor gözümde su. Çizgiler kayboluyor. Buğu rengi bir hayâl.. Su canlı bir hayal oluyor. Cam bardağın parlaklığında bir şahsiyet görüyorum. Susuzluk, suyun ıslak ve kırmızı dudaklarında kıvranıyor.. Kendi iştiyakımı, hayal olan suyun hislerinde duyuyorum. Susuzluktan yanan çatlak dudaklarıma onun ıslak ve kırmızı dudaklarından bir damla hayat aksın diye.
Hayâlî.. içiyorum..
- Dudaklarımda serinlik, damarlarımda alev.. Sinirlerim yanıyor.. Dudaklarımın ıslaklığını ve yumuşaklığını bütün uzviyetimle doya doya.. Hayali.. içiyorum.