04 Mayıs 2014

Aret Vartanyan - Bin Yüz Bir İnsan

‘Korkma, tedirgin olacak bir şey yok. 
Öyle ya da böyle sonunda geleceğin yere geldin. Burada zaman yok. 
Hele senin bildiğin, savaştığın ‘zaman’ burada hiç yok. Mekân da yok. Her insan kendini bir şekilde ifade eder. Etmezse yaşayamaz. Edemedikleri bazen patlar, başkalarının gerçeği kendi gerçeğine dönüşür. Bir şekilde yansır. Bazen canlı bomba olur, bazen aldatan eş olur, bazen suskun, donuk kadın olur, bazen korkak olur, bazen hokkabaz olur... İçinde kanayan yara dışa taşar, toplumun kanayan yarasına dönüşür...
Yedi milyar insan, ayrı bir dünya olur... Sen beni ifade edemeyen, içinde saklı tutansın.
Senin olanı yaşayamayansın. Ben, seninle yaşıyorum. İçindeyim, en derininde. 
Ben,senim. Sen, beni her ne kadar yok saymaya çalışsan da, üzerimi bir sürü incik, boncukla örtsen de ben yaşıyorum. İçinde yaşıyorum. 
Aslında sesimi duyuyorsun ama duymazdan geliyorsun.
Direnebildiğin kadar direndin. Sonunda benimle karşılaşmaya hazır hale geldin. 
Yaşamın seni hazırladı. Asla geç ya da erken değil. Tam da olması gereken zamanda. 
Hiçbir zaman geç ya da erken değil. Her şey olması gereken zamanda...
Hiçbir sınırın olmadığı, tabuların barınamadığı bu yolculukta bulacağın çok şey var. 
Zaten benim de değil onlar, zaten senin. Dedim ya, ben de zaten senim. 
Zihnin hep bir ikilik yarattı. İçinde sohbet ettiğin onlarca ses yarattın. 
Soluk aldığın her an, zihnin konuştu durdu. Şu anda biz bile iki ayrı varlık gibi konuşuyoruz. 
Oysa biriz. Bu sohbet bittiğinde, ikilik ermiş demektir. 
Geceki senle gündüzki sen, işteki senle yataktaki sen hepsi bir olmuş demektir. 
O da zamanı geldiğinde bir anda olacak. 
Şimdilik sen ve ben’iz. 
Korkuların, sıkışmışlıkların, sıkılmışlıkların, arayışın, hırsın, endişelerin, mutluluk peşindeki koşturmacan, yıllarının tükenişiyle gelen panik seni buraya getirdi. 
İlahi bir mesaj, deliliğinin ilk adımları, önceki yaşamlarından bir hayalet...
Beni nasıl istiyorsan öyle yorumlamakta özgürsün. 
Ben hepsiyim, etiketlediğin her şey de senin yansımaların....
Yalnız değilsin. Milyarlarca insan senin durumunda. 
Önce kendileriyle savaşıyorlar.
Kendileriyle kavga ediyorlar. Dışarıdan daha karmaşık içerisi. 
İçerideki savaşın yansımaları dünyayı gördüğün hale getirdi. 
Roller, kimlikler, zihin, beden, öz, hepsi birbirine karıştı.
Ruhlar yaralı... 
Parça parça, bütünden uzak, her yanı başka bir yana uçuşan ruhlar…
Seni mutlu edeceğini vaat eden, hayatı sana püf noktalarıyla anlatacağını söyleyen kaç kitap okudun, kaç film seyrettin, kaç guruyu izlemeye koştun. 
Seni başarıya götürmeyi vaat ediyorlar, içindeki ışığı keşfetmeye çağırıyorlar, her geçen gün artarak sana seni vereceklerini, her şeyin senin elinde olduğunu söylüyorlar. 
Aklın karışıyor. Mutsuzluklarının, korkularının, hırslarının ve talihsizliklerinin sorumlusu seni gösteriyorlar. Bana sorarsan, ‘Evet’, sensin. 
Bir türlü barışamayan biziz. 
Ancak gösterdikleri şekliyle değil. Senin karşında sana ahkâm kesme hakkım yok. 
Bu, sadece kendini bilmezlik olur. Senin ayakkabılarını giymeden; yaşadıklarını, dününü bugününü bilemem. Ben senin rollerinden biri değilim, hepsinin sahibiyim. 
Sen ise, her rolünü başka bir sen zannediyorsun. 
Beni dinlemeye başladığın için sana her şeyi anlatacağım. 
İlk kez beni bu kadar net dinliyorsun. 
İlk kez, kalıpların, rollerin sesini kısıp benim sesimi bu kadar açtın. 
Ben de ne biliyorsam anlatacağım. İçinde sana ait ya da sana uyacak bir şeyler bulursan zaten alırsın. Almak istemeyene kimse bir şey veremez. 
Aynada kendini öğreten adam gibi görür, kendisinin Tanrısı olmaktan öteye gidemez. Başkalarını Tanrılaştıran, kurtuluş sananlar da hiçbir şeyi değiştiremez, değişemez... 
Sen bu kez sadece kendini dinliyorsun.
İçimdekileri, zihnimdekileri, özümdekileri, korkularımı, çelişkilerimi, inandıklarımı, hayallerimi sana açacağım. 
Yaşadığımızı zannediyoruz; yaşadığımızı sandığımız yalanın da gerçekliğini arıyoruz. Sonuçsuz bir tırmalayış. 
Her defasında duvara toslayacağımız, aynı hayatı tekrar tekrar yaşayacağımız,  döngüden çıkamayacağımız, adına ‘hayat’ dedikleri bir yolculuk bizimkisi. İçinde bir ateş yanıyor, boşluk hiç dolmuyor. 
Her şey, herkesin sana gösterdiği söylediği şekilde mükemmel bile olsa, mutsuzluk kapını çalıyor, huzursuzluk gelip geçiyor, adı ne olursa olsun bazı korkular içinde yeşeriyor.
Seni üzenleri, korkutanları, aşkı, sevgiyi, sevişmeleri…
Bazen bende de tutarsızlıkları yakalayacaksın, karmaşıklığımı göreceksin. 
Hem ben de senden çok şey öğreneceğim. Sen bir yana giderken ben de bir yana gittim. 
Ben bir şeyler topladım, sen bir şeyler topladın. 
Şimdi birleştirmeye başlayacağız.
Ağacın kökü bir yerde, dalları dört bir yana uzanıyor.
Unutma… Bilge, öğreten adam, ukala değilim. Senin yansımanım. 
Bana ne dersen, kendine de söylemiş olacaksın. 
Beni sevdiğinde kendini sevecek, bana kızdığında kendine kızacaksın. 
Sokakta da böyleydi bu, bunu göremedin. 
Görmen de istenmiyordu zaten. 
Daldan dala konacak, konudan konuya atlayacağız. 
Sana göstermek istediklerim var. Yanı başında olup da görmediğin o kadar çok şey var ki… 
Bu aynaya baktıkça yaşamıma, zihnime, duygularıma ortak olacaksın, ben de seninkilere...
Bugün biraz depresifsin. 
Arıyorsun, arayışının farkına vardığında duraklıyorsun. 
Her şeyin var sandığının ama aslında hiçbir şeyin olmadığının farkına varıyorsun... 
Hiçbir şeye sahip değiliz. 
Semazenin dönüşünde; etrafındaki her şey akarken bir tek noktaya odaklanıp, orada sabitlenip büyüleyerek dönüşünde bir şey var. Binlerce yıldır taşınıp gelen sembollerde saklı çok şey var. 
Evrende insan, her yerde, her şeyde iz bırakıyor.’’
‘‘Basit olmak zordur. Sade olmak, bir şey olmak zordur.
Bize hep çok şey olmayı öğrettiler. 
Önce ailemiz, sonra içinde yaşadığımız toplum, sonra öğretmenlerimiz, sonra peşinden sürüklendiklerimiz ve paralelinde yaşadıklarımız bugünkü seni, bugünkü beni yarattı. 
O zaman soruyorum: Sen kimsin? Ya Afrika’da bir kabilede ya da başka bir ülkede veya başka bir ailede doğsaydın, yine de bugünkü SEN olacak mıydın? Bugünkü inançların, yaşama, insanlara koyduğun etiketler, onları tanımlaman aynı mı olacaktı? 
Son yıllarda bir arayış aldı başını gidiyor. İnsanlık, eskinin çözdüğünü yeniden keşfetmeye çalışıyor, klişe deyimiyle Amerika’yı yeniden keşfediyor. 
Mutlu olabilmek, hayallerine ulaşabilmek, üzerindeki baskıyı azaltmak, dayanabilmek için;
o kurs senin bu kurs benim dolaşıp, o kitap senin bu kitap benim tarayıp evreni bulmaya, 
evreni çözmeye, yaşamı anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. 
Sihirli bir değnek, bir formül, hap arıyor. 
Oysa senin kurtuluşunun tek çaresi sensin. 
Hindistan’a, Tibet’e gitmene gerek yok. Yaşadığın şehrin sokaklarında bunu yapabilecek olansın.  Aynaya bakarken, bir köpeği severken, kollarını rüzgâra açıp teninde hissettiğinde yapabilecek olansın.
Ben, asla sana hap vermem. Verenlere de inanma derim. 
Şunu yaparsan mutlu olursun, bunu yaparsan kendin olursun demem. 
Dediğimde sadece kendimi anlatmış olurum ama sana sunmam, sunamam. 
Ancak, seninle barışabilir ve birleşebilirsem olması gereken olur. Ben sana yöntemi gösterebilirim, sonucu değil. 
Çünkü sonucu veremem. 
Sonucu belirleyecek olan tek kişi sensin. 
Sana sonucu verdiğimi sansam da, sadece kendimi aldatırım. Ve sana ne verirlerse versinler sen yine istediğin ve alabileceğin sonucu alacaksın. O yüzden de kimseye kızma. 
Neden olmadı diye sorma. İşte zorluk burada,
işte soru işareti burada. Öğrenci olmak zordur, hayat öğrencisi olmak daha da zordur.
Dışarıya bağımlı arayışların, formüllerin, yine dışarıya bağımlı güçlü olma halinin bizlere kazandıracağı bir şey yok. 
Ya bir simülasyonun içinde kopya hayatları takip ederek 
içindeki boşluk ve arayış bitmeden tükeneceğiz ya da kendimizi ve kendimizle birlikte de varoluşumuzu bulacağız.’’
‘‘Bundan yıllarca önce günlüğüne karaladığın cümleleri sana okumak istiyorum: 
‘Sadece seni sevmedim ki... Ben senin bana sarılışını sevdim; ben senin gözlerimin içine dolu dolu bakışını sevdim; ben seni olduğun gibi sevdim. 
Sadece seni sevmedim ki... 
Bir köpeğin başını okşayışını sevdim; çıplak ayaklarını ayaklarıma değdirmeni sevdim; 
ıslak saçlarını aynanın karşısında dakikalarca kurutmanı sevdim... 
Ben, sadece seni sevmedim ki... Ateşin başında çorbayı karıştırmanı sevdim;
en beceriksiz halinle sevdiğim tatlıyı yapmanı sevdim; avuçlarımda parmaklarınla dolaşmanı sevdim. Sana alışmayı sevdim; her an gidebilecek olmanın korkusunu bile sevdim. 
Ben seni sevmeyi öyle bir sevdim ki... 
Ben seni üç beş şeyinle değil her şeyinle, dikenlerinle sevdim. Beni çok sevdiler de ne olduğumu anlamakta tereddüt ettiler. 
Sevmek isteyecekleri yanlarımı kabul ettiler de, beni ben yapan değerleri sevmediler. 
İçimdeki çocuğu görmezden geldiler. Çelişkilerimi hiç kabul etmediler. 
Hatalarımı hiç hoş görmediler. Beni ben gibi değil, olmamı istediklerini olduğum zaman sevdiler.
Bu gece o gecelerden biri... Bu gece yanımda kal. Bana eşlik et. 
Duvara tosladığım, yüzüme yalnızlığı tokat gibi yediğim gecelerden biri benim için bu gece. Hayatın harala gürelesinde, gündüz gözünün izlediği seyirde karanlıkla gelen varoluşunun tek hamlesi... 
Suskunluğun, içindeki fırtınalardan gelir ya bazen. 
Ne yaparsan yap bir türlü dikiş tutmaz ya... 
En yürekten notaların kâğıda döküldüğü, en iz bırakan dizelerin sıralandığı gecelerden biri... 
Sen ve yine sen... 
Kendi sesin kendi parçalarına bölünür, kulağında bir uğultuya dönüşür. Yanımda kal bu gece. 
Hiç değilse sabah ezanı okunana dek kal benimle.
Benim tükenişime ortak olmak zorunda değilsin hiçbir şeye zorunlu olmadığın gibi. 
Sevgini vermek zorunda olmadığın gibi... 
Beni dinlediğini bilmek, hiç dinlemeyecek olsan bile, şimdi ihtiyacım olan. 
Yorumlama, konuşma, sadece dinle...
Çocuk olmaktan vazgeçtiğim anlar böyle anlardı... 
Aşklarımı bırakıp gittiğim anlar da... 
En karanlık zaman ise alacakaranlık, işte bunun gibi gecelerdi. 
Bu gecelerde Pir Sultan Abdal, Ömer Hayyam, 
Halil Cibran ve daha nicesi bıraktı en iç kazıyan izlerini... Yüreklerinin kabarışı döküldü kâğıtlara,notalara...Duvarlarında halı asılı saz çalınan odalar; mapushane parmaklıkları, salaş çilingir sofraları eşlik etti bu gecelere... 
Bu geceleri sayısız kez yaşamış olanlar bir araya gelse, dünya ne olurdu? Dedim ya, beni çok sevdiler de ne olduğumu anlamakta tereddüt ettiler. Sevmek isteyecekleri yanlarımı kabul ettiler de, beni ben yapan değerlerde tereddüt ettiler. İçimdeki çocuğu görmezden geldiler. 
Çelişkilerimi hiç kabul etmediler. Hatalarımı hiç hoş görmediler. 
Beni ben gibi değil, olmamı istedikleri olduğum zaman sevdiler. 
Hasretlerimi yok saydılar, korkularımı komik buldular; ne de olsa bunlar onların korkusu değildi benim korkularımdı. 
Bana acı verenler benimdi, bana mutluluk verenler de. 
Onların olmayan doğrularım hep yanlış olandı.
Bense, soluduğum havada diğerlerinin acılarını da, korkularını da, umutlarını da içime çektim, sen gibi. 
Kolayı seçen nicelerinin yolundan gidebilirdik, yapmadık. Bu geceleri hiç yaşamayabilirdik. Kafamızı duvara yaslayıp ağlamadan ya da durup durup uzaklara dalıp yüreklerimizi acıtmadan. 
Yapamadık. İyi ki de yapmadık.
Çok şey istemedim ki... Sen gibi... 
Küçük mutluluklar bütün ihtiraslarımın gerisinde saklı kaldı. Otlu peynirin kokusu, soğukta bir bardak çayın sıcaklığı, bir dost elinin omzuma uzanışı, bir yorgan, bir döşek… 
Hayallerini bile değiştirmediler mi? 
Küçük hayallerinden dolayı seni beceriksiz, başarısız, hayalperest görmediler mi? Hevesin kaç kere kursağında kaldı? 
En büyük heyecanların kaç kez hayal kırıklıklarına dönüştü? Belki pes ettin, belki etmedin. Ben etmedim. Etmedim de iyi mi ettim? Sen söyle...
En çok koyan da en sevdiğinden, karından, çocuğundan, dostundan tokat yediğin anlar. 
Diyorsun ki sen de bunu yapıyorsan ben ne halt edeceğim? 
Sen de beni yere seriyorsan ben niye çabalıyorum? Nereye koşuyorum? 
Sen de beni anlamıyorsan beni kim anlayacak? 
Sen de bana bunu yapıyorsan daha ne? 
Sen de kocaman bir boşluksan ötesi yok ki... 
Kilitliyorsun odanın, arabanın kapısını, kavuşturuyorsun kollarını, yalnızlığına ağlıyorsun. Anlıyorsun ki, yalnızsın. 
Anlıyorsun ki, sana tek kalan sensin. 
Süpürge olmuş saçlarını toplayıp dizlerinin üzerinde kalıyorsun.
 İşte bu anlarda ruhundaki çizikler fay hattına dönüyor. 
Derin derin yırtılıyorsun. Oluk oluk akıyorsun, başkalaşıyorsun. 
Yaralar kabuk bağlayıp döküldükçe nasırlaşıyorsun. 
Duygularından soyutlanıyorsun.
En çok bu anlar koyuyor işte. 
Şu anda beni ölüm mü korkutacak. 
Hadi canım sen de... Ölüm sadece bu ana anlam katacak. 
Çok mu önemli yarın masam boş kalmış. 
Benim umurum bile değil... Ölsem, yeni bir iş ilanı hazırlayacaklar. Belki bir hafta anılarda kalacağım. Biri dolduracak nasıl olsa o üç kuruşluk masayı. Bazen diyorum ki; yaptığım, yapmaya çabaladığım hiçbir şeyin anlamı yok. Sonra bakıyorum sen geliyorsun. 
O zaman bir anlamı oluyor. Bir tek sen bile olsan var. 
Bedenlerde gezmeye başlıyorum. Taksici oluyorum, polis oluyorum, asker oluyorum, fahişe oluyorum, bürokrat oluyorum, köşe başındaki tinerci çocuk oluyorum... 
Her birinin ruhlarındaki yırtıklardan dışarı bakıyorum.
Bir gün, yeniden sokakta karşılaşırsak bu satırları hatırla; gördüğüne aldanma. Emin ol etrafında gördüğün herkes bu gecelerden geçmiş... Bu geceler her birini ayrı ayrı yaralamış, ayrı ayrı şekil vermiş. Bu gecelerin eserleri ayrı ayrı doğmuş.
Kimisi dışarı kusmuş, kimisi içinde biriktirmiş, kimisi...
Bazen kaybetmek için çok erken, sevgiyi vermek için de bir o kadar geç. Bazen bir isim kalır elinde, bazen bir kurutulmuş gül, bir şiir, bir yıpranmış fotoğraf... 
Yürekten kan giderken sen de gidiyorsun... Her şey gidiyor, her şey... Ağaçtaki yaprak gidiyor, takvimdeki yapraklar gidiyor, ömür gidiyor, yürekteki sevda gidiyor, sen gidiyorsun...
Hadi git... Kaldın bu kadar git artık. 
Bırak beni benimle...’’’
‘‘Bunları sen yazdın. Hatırlıyorsun değil mi? Sonra ne oldu.
Bir daha bunları hissetmedin. Aşkı yüklüğe kaldırdın. 
En derine ittin. Yok saydın. 
Oysa sen derine ittikçe daha da öne çıktı. 
Bu gece Nalan ile yaşadığın gibi onlarca, neredeyse yüzlerce gece yaşadın. Sakın o ilk aşkına kızgınlığının nedeni olmasın bu? Yaşadığın ayrılıkla, aşkı da sevgiyi de, yaralanmış yüreğinin gözünden görüp kodlarını değiştirdin. 
Aşk saçmalıktı, kadınlara güvenilmezdi. 
Milyonlarca insanın yaptığını yaptın.
Aşka, karşı cinse, ilişkilere, ilk aşkının yarattığı tahribatı silemeyen gözlerinden baktın ve yorumladın. 
Oysa hep o ilk aşkını aradın. Hâlâ da arıyorsun. 
Şu anda işinden, hedeflerinden önce geliyor bu. 
Bunu görmediğin için buradan başlıyorum.
Sevgi, aşk, seks aslında hep önceliğimiz. 
Ama bunu eziyoruz, yerini başka şeylerle doldurmaya çalışıyoruz. Asıl sorun çözülmedikçe de, sorunun nedenleri olarak başka şeyleri gösteriyoruz. 
Oysa, aşk hayatını, ilişkilerini çözemeden, gerçek yaklaşımını bilemeden, göremeden, yaşamındaki her şeyin altına saati bomba yerleştiriyorsun.
Bak şimdi sana bir şey daha okuyacağım. 
Ayrıldığınızın ikinci haftası yazmışsın. Hatta o gün en yakın arkadaşınla onu sinemadan el ele çıktığını gördüğün akşam.’’
‘O gece içinde bir şeyler kırılırken, yeni kalıpların oluştu.
Bu, bu yaşına gelene kadar yaşadığın travmalardan sadece bir tanesiydi. 
Seni kendini geriye itmeye, rollerine sarılmaya yönlendiren, ama en yaralayıcılarından bir tanesiydi.
O gece odana kapandığında yazmaya devam ettin. 
Dinle...‘Seni sevmem için sana dokunmam gerekmiyor... 
El ele yollarda dolaşmam,  insanların gözleri önünde öpüşmem gerekmiyor... 
Hatta öpüşmem de gerekmiyor. 
Gözlerinle konuşmak, gözlerimle konuşman yetiyor. 
Sevgini hissetmem için göstermen gerekmiyor... 
Kalbinin atışını görmem için ten tene olmamıza da gerek yok. 
Havada yayılıyor hissettirdiklerin,
bedenime doluyor. Ayrılık yormuyor, aşkın kendisini anlatıyor. 
Kuru kıskançlıklarımız, kavgalarımız da yok, 
saf bir sevgi sarıyor sen ve bende beni... 
Kokun burnuma dolduğunda tüm ruhun içime doluyor. 
Parfümün değil, parfümünle taşınan senin kokun...
Sözleşmelerimiz yok. 
Ne aldattığını ne de aldattığımı düşünüyoruz. 
Ne sen benimsin ne de sen benim. 
Ama gözlerimiz doluyor sebepsiz; bir fincan kahveyi yudumlarken. Özlem bize eşlik ediyor. 
Birbirimize ait olmamanın hafifliğinde, aşkın ağırlığı eziyor yüreklerimizi...
Seni seviyorum demedik birbirimize... 
Duymaya hiç ihtiyaç duymadık ki... Sen benim aşk tarifim oldun giderken bile...
Ben seni aradım vuslatın olmadığı her dokunuşta,bedende, adı aşk konmuş tüm kayboluşlarda. 
Sen kabını bulamayan sevdam oldun. 
Ruhumun kabı olmuş bedenimin ötesinde, özümü yaratan yaratanın siluetinde.
Gözlerim uzaklara dalıp gittiğinde, yalnızlığım her defasında tokat gibi yüzüme indiğinde gökyüzüne bakıp sende olan sensizliği tattım her hücremde, soluğumda, seninle hızlanan
kalbimin atışlarında... 
Sen, sensizliğin ta kendisiydin.
Burada sen dediğimi, eli kolu bacağı olan beden sanacaklar...
Burada sen dediğim, boşlukta bir bulut, duman olan tanımsız aşk... 
Suni kıskançlıkların altında ezilen aşk parodilerinin sahnesinde, prangalarla süslenmiş boğulmakta olan sevdalıların dünyasında kim anlayacak beni? 
Ben aşka âşık oldum.
Ben sana âşık oldum. Aşkın en saf haline, aşkın kendisine...
Ey aşk! Senin altın tabaklara, makyajlanmış bedenlere, dekorlara ihtiyacın yok. 
Hepimizin üzerinde, içinde olduğumuz hava gibi özgürce dolaşırken, seni kaba doldurmaya çalıştıkça kaçıranlara inat yaşamaya çalışıyorum seni... 
Ey aşk... Hava gibi, su gibi, ekmek gibi avucumda, yanı başımda...
Bebelere hayat veren, sebepsiz gülücükleri insanların yüzüne
getiren sen, ne kadar çok anlatılmaya çalışıldın. 
Kitaplara sığmadı, ansiklopediler yazıldı üzerine... 
Sözlüklerin bile var. 
Sen boşlukta süzülürken tüm asaletinle, seni cümlelere taşımaya çalıştı nice şairler, yazarlar, besteciler... 
Sen, onlara siz ne yapıyorsunuz, dercesine gülümsedin. 
Sen en saf, en yalın halinle ortalıkta dolaşırken, sana yüzlerce sıfat, tarif oturttular. 
Sıyrıldın, içlerinden geçtin gittin. 
Seni, dağların tepesinde, yüreklerinin en derinlerinde aramak zorunda kalanlar tüm bedenlerini sarmana rağmen göremediler seni...
Sen sandıkları yansımalarını tutmak için imzalar attılar.
Kurallar silsilesi yarattılar On Emir’den güçlü... 
Başkasına bakmayacaksın, istediğimde yanımda olacaksın, beni mutlu edeceksin, sevdiğini göstereceksin... Karşılığında ben de seni seviyor olacağım. Sana âşık olacağım... 
Senin sonsuzluğunda, senin özünde, anlamsızlığın boşluğunu yarattılar.
Odam soğuk... Sarıldığım yorganım soğuğu kesmiyor. 
Elimde sigaram, gözümün önünde dumanı... 
Odamın duvarları üzerime üzerime geliyor. 
Sırtım duvarın soğukluğu kadar, senin sıcaklığını da hissediyor. Sen her yerdesin biliyorum. 
Soluduğum havada, içtiğim suda, ensesini kaşıdığım sokak köpeğinin gözlerinde... Sen, Ben’sin...Sen, evrenin kendisisin... 
Ey aşk, sen varoluşun ta kendisisin...’
Aslında burada benim de yardımımla doğru bir yolu seçiyordun. 
Aşka inanacaktın, aşkı yansıttığına değil. Ama olmadı, bunu da unuttun. 
Bu gece, Nalan’ın yatağından tükenerek çıkmanın sana bir şey vermediğini gör artık. 
Sadece kendini kandırıyorsun. Sen bu değilsin. İçinde bu da yaşıyor ama tek başına değil. Zamanı geldiğinde konuşacağız ne demek istediğimi. 
Sadece bil ki sen, sadece oynuyorsun. 
Aptal bir oyun oynuyorsun. 
Avunmak için, saklanmak için, kendini haklı göstermek için. 
Sıradan insan karşılaştığı her zorlukta, her sorunda, yüzleşmek zorunda kaldığında bahanelere, başkalarına, kendi dışındaki etkenlere sığınır. Sen de öyle yapıyorsun. Kendi yarattığın gerçekliklerinle, gerçeğin üzerini örtüyorsun.’’

Oktay Rifat - Ağzımın tadı

Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,
Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum!

Gülten Akın - Deli Kızın Türküsü

Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim  Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde.
 

Farkındalık "Tekerlek ve Tekerlek İzi"



İnsan şimdiki andaymış gibi görünür ama bu sadece görünüşte böyledir. İnsan geçmişte yaşar. Şimdiki andan geçer ama kökleri geçmişte kalır. Sıradan bilinç için gerçek zaman şimdiki zaman değildir; sıradan zihin için gerçek geçmiş zamandır, şimdiki zaman sadece geçmişle gelecek arasındaki geçittir, anlık bir geçit. Geçmiş gerçektir ve gelecek de öyledir ama şimdiki an sıradan bilinç için gerçek değildir.
Gelecek sadece genişlemiş geçmiştir. Gelecek tekrar tekrar geçmişin yansıtılmasıdır. Şimdiki zaman yokmuş gibi gelir. Şimdiki anı düşünecek olursan onu bulamayacaksın bile çünkü onu bulduğun an geçmiş olur. Bir an önce, onu bulmamışken, o gelecekteydi.
Bir Buda-bilinci için, aydınlanmış bir varlık için yalnızca şimdiki an vardır. Sıradan bir bilinç, farkında olmayan, uykudaki bir uyurgezer için geçmiş ve gelecek gerçektir ve şimdiki an gerçek değildir. Sadece kişi uyandığında şimdi gerçektir ve geçmiş ve gelecek ise gerçek dışı olur. Bu neden böyledir? Neden geçmişte yaşıyorsun? Çünkü zihin biriktirilmiş zihinden başka bir şey değildir. Zihin hafızadır; yaptığın tüm şeyler, rüyasını gördüğün tüm şeyler, yapmayı isteyip yapamadığın tüm şeyler, geçmişte kafanda canlandırdığın her şeydir zihin. Zihin ölü bir mevcudiyettir. Zihnin aracılığıyla bakarsan şimdiyi asla bulamazsın çünkü şimdiki an yaşamdır ve yaşama asla ölü bir şey aracılığıyla yaklaşamazsın. Zihin ölüdür. Zihin bir aynanın üzerini kaplayan toz gibidir. Ne kadar çok tozla kaplanırsa ayna o kadar az ayna gibi olur. Ve eğer toz katmanı senin üzerindeki gibi kalınsa, o zaman ayna yansıtma yapmayacaktır bile. Herkes toz topluyor; sadece toplamıyor ona yapışıyorsun, onun bir hazine olduğunu düşünüyorsun. Geçmiş bitti, neden ona yapışıyorsun? Onunla hiçbir şey yapamazsın, geçmişe gidemezsin, onu silemezsin; neden ona yapışıyorsun? O bir hazine değil. Ve şayet geçmişe yapışır ve onun bir hazine olduğunu düşünürsen elbette zihnin onu gelecekte tekrar tekrar yaşamak isteyecek. Geleceğin modifikasyon yapılmış geçmişten başka bir şey olamaz; birazcık yontulmuş, birazcık dekore edilmiş ama aynısı olacak çünkü zihin bilinmeyen bir şeyi düşünemez. Zihin sadece bilineni tasarlayacaktır, bildiğin şeyi. Bir kadını seversin ve kadın ölür. Şimdi nasıl başka bir kadın bulacaksın? Diğer kadın ölmüş karının modifikasyondan geçmiş bir hali olacaktır; bu senin bildiğin tek yol. Gelecekte yapacağın her ne olursa olsun geçmişin bir devamından başka bir şey olmayacak. Biraz değiştirebilirsin; bir yama oraya bir yama şuraya ama ana kısım olduğu gibi kalır. Ölüm döşeğinde yatarken birisi Nasreddin Hoca'ya sordu: "Sana yeni bir hayat verilse onu nasıl yaşardın Nasreddin? Herhangi bir değişiklik yapar mıydın?" Nasreddin kapalı gözlerle derin derin düşündü, taşındı, evirdi çevirdi, sonra gözlerini açtı ve dedi ki: "Evet, eğer bana yeni bir hayat verilirse saçlarımı ortadan ayıracağım. Bunu hep istemiştim ama babam her zaman yapmamam konusunda ısrar etti. Ve babam öldüğünde de saçlarım artık öyle alışmıştı ki ortadan ayrılmıyordu." Gülme! Yaşamınla ne yapacağın sana sorulursa bunun gibi çok az değişiklik yapacaksın. Burnu birazcık daha değişik bir koca, karından biraz değişik yüzlü bir kadın, biraz daha büyük yahut küçük ev. Ama bunlar saçını ortadan ayırmaktan daha başka bir şey değil, ıvır-zıvır, önemsiz. Özde hayatın aynı kalacak. Bunu çok, çok kereler yapmıştın; özde hayatın aynı kaldı. Pek çok kereler sana yaşam verildi. Pek çok kereler yaşadın; sen çok çok eski dönemlerden kalmasın. Bu yeryüzünde yeni değilsin, bu dünyadan daha da eskisin çünkü başka dünyalarda, başka gezegenlerde de yaşadın. Varoluş kadar eskisin; bu böyle olmalı çünkü sen onun bir parçasısın. Çok eskisin ama aynı kalıbı tekrar tekrar yineliyorsun. Bu nedenle Hindular ona yaşam ve ölüm tekerleği derler; kendisini tekrar edip durduğu için tekerlek. Yinelemedir: Aynı teller yukarı gelip aşağı iniyor, aşağı inip yukarı çıkıyor. Zihin kendisini yansıtır ve zihin geçmiştir, o halde geleceğin geçmişten başka bir şey olmayacaktır. Ve nedir geçmiş? Geçmişte ne yaptın? Her ne yaptıysan —iyi, kötü, şu-bu— ne yaparsan yap kendi tekrarını yaratıyor. Karma teorisi budur. Evvelsi gün kızdıysan dün tekrar kızmak için belli bir potansiyel yarattın. Sonra bunu tekrar ettin, kızgınlığa daha çok enerji verdin. Kızgınlık halini daha da kökleştirdin, suladın; bugün artık onu daha büyük bir güçle, daha çok enerjiyle tekrar edeceksin. Ve yarın yine bugünün kurbanı olacaksın. Yaptığın ve hatta düşündüğün her eylemin kendine has tekrar ve tekrar ısrar etme yolları vardır çünkü bu senin varlığında belli bir kanal açar. Senden enerji emmeye başlar.
Kızgınsın sonra bu hal gider ve sen artık kızgın olmadığını düşünürsün; o zaman işin özünü kaçırırsın. Bu ruh hali gittiğinde hiçbir şey olmadı; sadece teker hareket etti ve yukarıda olan teli aşağıya indi. Kızgınlık birkaç dakika önce yüzeydeydi; kızgınlık şimdi bilinçaltının içine, varlığının derinine indi. O zamanının tekrar gelmesini bekleyecek. Eğer ona uygun davrandıysan onu sağlamlaştırdın. Onun yaşaması için tekrar bir ruhsat vermiş oldun. Ona yeniden bir güç, bir enerji verdin. Toprağın altındaki bir tohum gibi zonkluyor, doğru zamanı ve mevsimi bekliyor ve sonra da filizlenecek. Her eylem kendi kendini yaşatır, her düşünce kendi kendini yaşatır. Onunla bir kez işbirliği yaparsan ona enerji veriyorsundur. Er ya da geç alışkanlığa dönüşecektir. Onu yapacaksın ve bir yapan olmayacaksın; onu sadece alışkanlığın gücüyle yapacaksın. İnsanlar alışkanlık ikinci doğadır derler; bu bir abartı değildir. Aksine o bir azımsamadır! Aslında, alışkanlık birinci doğa olur ve doğa da ikincil hale düşer. Doğa sadece bir kitaptaki bir ek ya da dipnota dönüşür ve alışkanlık da kitabın ana gövdesi olur. Alışkanlık yoluyla yaşarsın; bunun anlamı alışkanlık aslında senin aracılığınla yaşar demektir. Alışkanlığın kendisi ısrar eder, onun kendi enerjisi vardır. Elbette senden enerji alır ama geçmişte sen işbirliği yaptın ve şimdi de işbirliği yapıyorsun. Zamanla alışkanlık efendi sen de yalnızca bir hizmetkâr, bir gölge olacaksın. Alışkanlık emiri, komutu verecek ve sen de sadece itaatkâr bir hizmetçi olacaksın. Ona uymak zorunda olacaksın. Bir Hindu mistik olan Eknath bir kutsal yolculuğa çıkıyordu. Kutsal yolculuk en az bir yıl sürecekti çünkü ülkedeki tüm mukaddes yerleri ziyaret edecekti. Elbette Eknath ile seyahat etmek bir imtiyazdı, o yüzden bin kişi onunla beraber seyahat ediyordu. Kasabanın hırsızı da geldi ve dedi ki: "Biliyorum ki ben bir hırsızım ve senin dini cemaatinin bir üyesi olmayı hak etmiyorum ama bana da bir şans ver. Ben de bu kutsal yolculuğa çıkmak istiyorum." Eknath dedi ki: "Bu zor olacak çünkü bir yıl uzun bir süre ve sen insanların şeylerini çalmaya başlayabilirsin. Sorun yaratabilirsin. Lütfen vazgeç bu fikirden." Ama hırsız ısrarcıydı. "Bir yıllığına çalmaktan vazgeçeceğim ama mutlaka gelmeliyim. Ve sana söz veriyorum, bir yıl boyunca kimseden tek bir şey bile çalmayacağım" dedi. Eknath kabul etti.
Ama bir hafta içinde sorun çıktı ve sorun insanların eşyalarından bir şeyler kaybolmaya başladı. Hatta daha da fazla kafa karıştırıcıydı çünkü kimse bir şey çalmıyordu; bir şeyler birilerinin çantasından kayboluyor ve birkaç gün sonra başka birisinin çantasından çıkıyordu. Kaybolan şeylerin çantasında bulunduğu adam, "Ben hiçbir şey yapmadım. Gerçekten bu şeylerin nasıl olup da benim çantama geldiğini bilmiyorum" diyordu Eknath şüphelendi, bir gece uyuyormuş gibi yaptı ama uyanıktı ve izledi. Gece yarısına doğru, gecenin tam ortasında hırsız belirdi ve bir kişinin çantasındakini ötekiyle değiştirmeye başladı. Eknath onu suçüstü yakaladı ve dedi ki: "Ne yapıyorsun? Ve sen söz vermiştin!" Hırsız da, "Ben sözümü tutuyorum. Ben tek bir şey bile çalmadım. Ama bu benim çok eski bir alışkanlığım... gecenin ortasında eğer bir şeytanlık yapmazsam uyumam imkansızlaşıyor. Ve bir yıl boyunca uyumamak? Sen merhametli bir adamsın. Bana karşı merhametli olmalısın. Ve ben çalmıyorum! Her şey sürekli bulunuyor; bir yere gitmiyorlar da sadece birisinden diğerine yer değiştiriyor. Ve hepsinden öte bir yıl sonra yeniden çalmaya başlayacağım, o yüzden iyi bir pratik de oluyor. "Alışkanlıklar seni belli şeyler yapmaya zorluyor; sen bir kurbansın. Hindular ona karma yasası diyorlar. Yinelediğin her eylem ya da düşünce —çünkü düşünce de zihindeki çok ince bir eylemdir— giderek daha çok güçlenir. Artık onun pençesindesin. O zaman alışkanlıkta hapis olursun. O zaman bir mahkûmun, bir kölenin hayatını yaşarsın. Ve bu hapislik kolay fark edilmez; bu hapishane alışkanlıklarından, koşullanmalarından ve yapmış olduğun eylemlerden yapılmıştır. Tüm bedenini sarmış durumda ve elin-kolun bağlı ama sen hâlâ onu kendin yapıyormuş gibi düşünüyor ve kendini kandırmaya devam ediyorsun. Kızdığında onu kendinin yaptığını düşünüyorsun. Ona bahaneler uydurup koşulların bunu gerektirdiğini söylüyorsun: "Kızmak zorundaydım yoksa çocuk yanlış yola sapacaktı. Kızmasaydım işler kötüye gidecekti ve ofiste her şey bir kaosa dönecekti. Hizmetkârlar söz dinlemeyecek; işleri idare etmek için kızmak zorundaydım." Bunlar bahaneler; egon senin hâlâ patron olduğuna inanmayı bu şekilde sürdürebiliyor. Ama değilsin. Kızgınlık eski kalıplardan, geçmişten gelir. Ve kızgınlık geldiğinde ona bahaneler bulmaya çalışırsın. Psikologlar deneylerler yapmaktadır ve Doğulu ezoterik psikologlarla aynı sonuca ulaşmışlardır: İnsan bir kurbandır, efendi değil. Psikologlar mümkün olan her türlü konforu sağlayıp insanları tamamen tecrit etmişlerdir. Ne ihtiyaçları varsa temin edilmiş ama diğer insanlarla hiçbir temasta bulunmamışlardır. Klimalı hücrelerde hiç çalışmadan, hiç sorun olmadan, hiç belaya karışmadan yaşadılar ama aynı alışkanlıklar devam etti. Bir sabah artık ortada hiçbir neden yokken — çünkü her türlü konfor sağlanmışken, kaygı yokken, kızmak için bir bahane yokken— adam ansızın kızgınlığın içinde kabardığını fark ediyor. O senin içinde. Bazen görünürde hiçbir neden yokken aniden üzüntü gelir. Ve bazen kişi mutlu hisseder, bazen kendinden geçecek kadar mutlu hisseder. Tüm sosyal ilişkilerden yoksun bırakılmış, her türlü konfor içerisinde tecrit edilmiş, her türlü gereksinimi karşılanmış bir adam senin bir ilişkide yaşadığın tüm ruh hallerinin içinden geçiyor. Bu bir takım şeylerin içerden kaynaklandığı anlamına geliyor ve sen onu başkasının boynuna asıyorsun. Bu sadece bir bahane.


İyi hissediyorsun, kötü hissediyorsun ve bu hisler kendi bilinçaltından, kendi geçmişinden kabarıp yükseliyor. Senden başka kimse sorumlu değil. Kimse seni kızdıramaz ve kimse seni mutlu edemez. Kendi kendini mutlu ediyorsun, kendi kendini kızdırıyorsun ve kendi kendini üzüyorsun. Bunu fark etmediğin sürece bir köle olarak kalacaksın.
"Başıma gelen ne olursa olsun kesinkes ben sorumluyum. Koşulsuz olarak her ne olursa olsun kesinlikle ben sorumluyum." Kişi bunu fark edince kendisinin efendisi haline gelir.
Başlangıçta bu senin canını sıkıp üzecek çünkü sorumluluğu başkasına atabilirsen yanlış yapmadığın için kendini iyi hissedebilirsin. Karın saldırgan davranışlarda bulunuyorsa ne yapabilirsin? Kızmak zorundasın.
Ama unutma karın kendi ruhsal mekanizmaları nedeniyle saldırgan davranıyor. O sana karşı saldırgan değil. Sen orada olmasaydın çocuklara saldıracaktı. Çocuklar orada olmasaydı bulaşıklara saldıracaktı; onları yere çarpmış olacaktı. Radyoyu kırmış olacaktı. Bir şey yapması gerekiyordu; saldırganlık geliyordu. Gazete okurken bulunman ve sana karşı saldırması sadece bir rastlantıydı. Yanlış bir zamandaelinin altında bulunman sadece bir rastlantıydı.
 Kızgınsın, karın saldırganlaştığı için değil; o sadece uygun durumu sana sağladı hepsi bu. O sana kızman için bir olasılık, kızman için bir bahane vermiş olabilir ama kızgınlık kabarmaktaydı. Karın orada olmasaydı aynı şekilde kızmış olacaktın; başka bir şeye, bir fikre ama kızgınlık orada olmak zorundaydı. O senin kendi bilinçaltından gelmekte olan bir şeydi.
Herkes kendi varlığından ve davranışlarından sorumludur, tamamıyla sorumlu. Sorumlu olmaktan
başlangıçta çok canın sıkılacak çünkü sen her zaman mutlu olmak istiyor olduğunu düşünmüştün; o halde nasıl olur da kendi mutsuzluğundan sorumlu olabilirsin? Her zaman mutluluktan uçmayı arzuluyorsun, nasıl olur da kendi kendine kızabiliyorsun? Ve bu yüzden sorumluluğu başkalarının üzerine atıyorsun.
Eğer sorumluluğu başkalarına atmaya devam edecek olursan şunu unutma ki bir köle olarak kalacaksın çünkü hiç kimse başka birisini değiştiremez. Başka birini nasıl değiştirebilirsin? Hiç birisi başka birisini değiştirmiş midir? Dünyadaki en az yerine gelmiş dileklerden birisi başka birisinin değişmesini istemektir.
Bunu hiç kimse bugüne kadar yapamadı, bu imkânsızdır çünkü başka bir insan da kendinden menkul bir var oluş sürer; onu değiştiremezsin. Sorumluluğu başkalarının üzerine atmaya devam edersin ama diğerini değiştiremezsin. Ve sorumluluğu başkalarına attığın için de temel sorumluluğun sana ait olduğunu hiç göremezsin. Temel değişiklik kendi içinde gereklidir.

Tuzağa şu şekilde düşersin: Şayet tüm eylemlerinden, tüm ruh hallerinden sorumlu olduğunu düşünmeye başlarsan başlangıçta depresyona gireceksin. Ama bu depresyonun içinden geçebilirsen hemen sonra ışığı hissedeceksin çünkü artık başkalarından özgürleştin. Artık kendi kendine çalışabilirsin. Özgür olabilirsin, mutlu olabilirsin. Bütün dünya özgür ve mutlu olmasa bile fark etmez. Ve ilk özgürlük başkalarına sorumluluğu atmayı bırakmaktır ve ilk özgürlük sorumlu olduğunu bilmektir. O zaman pek çok şey birden mümkün hale gelir.

Başkalarına sorumluluğu atmaya devam edersen unutma ki bir esir olarak kalacaksın çünkü kimse bir başkasını değiştiremez. Kimse bir başkasını bugüne kadar değiştirebildi mi? Sana ne olursa olsun —üzgün hissediyorsun sadece gözlerini kapat ve üzüntünü izle— seni götürdüğü yere kadar izle, onun derinine gir. Sonrasında sebebine varacaksın. Çok uzun yolculuk yapman gerekebilir çünkü tüm hayatın bu işin içinde ve yalnızca bu hayat da değil, pek çok başka hayat da işin içinde. Seni inciten pek çok yara bulacaksın ve bu yaralar nedeniyle üzüleceksin; onlar üzücüdür. Bu yaralar henüz kabuk bağlamadı; kanıyorlar.
Kaynağına gitme, sonuçtan sebebe gitme yöntemi onları iyileştirecek. Nasıl iyileştirir? Neden iyileştirir? Bunda ima edilen olgu nedir? Ne zaman geriye doğru gidersen vazgeçeceğin ilk şey sorumluluğu başkalarının üzerine atmaktır çünkü sorumluluğu başkalarına atıyorsan dışarı doğru gidersin. O zaman tüm süreç yanlıştır, sebebi başka birisinde arıyorsun: "Neden benim karım saldırgan?" O zaman "niçin" sürekli bir biçimde karının davranışına nüfuz eder. İlk adımı tutturamadın ve tüm süreç yanlış olacaktır. "Neden mutsuzum? Neden kızgınım?" Gözlerini kapa ve bunun derin bir meditasyon olmasına izin ver. Yere uzan, gözlerini kapa, bedenini gevşet ve neden kızgın olduğunu hisset. Karını unut gitsin, bu bir bahane; A, B, C, D, her neyse bahaneyi unut. Kendi içinde derine doğru git, kızgınlığa nüfuz et. Kızgınlığın kendisini bir nehir gibi kullan; nehrin içinde ak ve nehir seni içeri doğru götürecek. İçinde çok ince yaralar bulacaksın. Karın sana saldırgan gözüktü çünkü içindeki çok ince bir yaraya, seni inciten bir şeye dokundu. Hep güzel olmadığını düşünmüştün, yüzün çirkin ve içinde bir yara var. Karın saldırganlaştığında yüzünün farkına varmanı sağlayacak. "Git de bir aynaya bak!" diyecek. Bir şey incinir. Karına sadık kalmadın ve o da saldırmak istediğinde onu tekrar gündeme getirecek, "Neden o kadınla gülüşüyordunuz? Neden o kadınla çok mutlu bir şekilde oturuyordunuz?" Bir yaraya dokunuldu. Sadık olmadın, suçlu hissediyorsun; yaran hâlâ taze. Gözlerini kapa, kızgınlığı hisset, onun bütünüyle yükselmesine izin ver ki ne olduğunu tamamıyla görebilesin. Sonra da bırak bu enerji seni geçmişe doğru götürsün çünkü kızgınlık geçmişten geliyor. Gelecekten gelemez elbette. Gelecek henüz var olmadı. Şimdiki andan gelmiyor. Karmanın tüm bakış noktası şudur: Gelecekten gelemez çünkü gelecek henüz yok; şimdiden gelemez çünkü sen şimdinin ne olduğunu bilmiyorsun bile. Şimdi sadece aydınlanmış olanlar tarafından bilinir. Sen sadece geçmişte yaşıyorsun, öyleyse geçmişinden bir yerlerden geliyor olmalı. Yara anılarında bir yerlerde olmalı. Geriye git. Bir tane yara olmayabilir, pek çok olabilir; büyük, küçük. Daha derine in ve ilk yarayı bul, tüm kızgınlıkların orijinal kaynağını. Eğer denersen bulabileceksin çünkü o zaten orada. Orada; tüm geçmişin hâlâ orada. Sarılmış bir film gibi içerde bekliyor. Onu döndür, filme bakmaya başla. Kökteki sebebe doğru geçmişe gitme süreci budur. Ve sürecin güzelliği şudur: Şayet geriye doğru bilinçli olarak gidersen, şayet bilinçli olarak yarayı hissedersen yara hemen iyileşir. Peki neden iyileşir? Çünkü bir yara bilinçsizlik, farkında olmamak tarafından yaratılır. Bir yara cahilliğin, uykunun parçasıdır. Bilinçli olarak geçmişe gidip yaraya baktığında bilinç bir iyileştirme gücüdür. Geçmişte yara gerçekleştiğinde bilinçsizliğin içinde gerçekleşti. Kızgındın, kızgınlık tarafından ele geçirilmiştin, bir şey yaptın. Bir adamı öldürdün ve bunu tüm dünyadan saklıyordun. Polisten gizleyebilirsin, mahkemeden ve kanunlardan gizleyebilirsin ama kendinden nasıl saklayabilirsin? Biliyorsun, o acıtır. Ve ne zaman birisi sana kızman için bir fırsat verirse korkarsın çünkü yeniden olabilir, karını öldürebilirsin. Geri git çünkü birisini öldürdüğün ya da kızgınca ve çılgınca davrandığın an bilinçsizdin. Bilinçaltında bu yaralar korundu. Artık bilinçlen. Geriye gitmek bilinçsizlik halinde yapmış olduğun şeylere bilinçli olarak gitmek demektir. Geri git; sadece bilincin ışığı iyileştirir. O iyileştirici bir güçtür. Neyi bilinçli hale getirebilirsen iyileşecek ve artık canını yakmayacak. Geriye giden bir insan geçmişi serbest bırakır. O zaman artık geçmiş işlemiyordur, o zaman artık geçmiş onu pençelerinde tutmuyordur ve geçmiş bitmiştir. Geçmişin onun varlığında yeri yoktur. Ve geçmişin senin varlığında yeri olmadığında sen şimdi için hazır olursun, asla ondan önce değil. Boşluğa ihtiyacın var; içerde çok fazla geçmiş var, ölmüş şeyler için bir hurdalık, şimdiki anın girebileceği bir boşluk yok. Bu hurdalık devamlı gelecek hakkında rüyalar görüyor, yani bu yerin yarısı artık olmayan şeylerle dolu, diğer yarısı da henüz gerçekleşmemiş şeylerle dolu. Ya şimdiki an? O dışarıda beklemekte. Bu nedenle şimdiki an bir geçitten ibaret, geçmişten geleceğe bir geçit, sadece anlık bir geçit. Geçmişle işini bitir; geçmişle işini bitirmediğin sürece bir hayaletin hayatını yaşıyorsun. Hayatın sahici değil, var olmuyor. Geçmiş senin aracılığınla yaşıyor, sürekli ölüler sana musallat olmaya devam ediyor. Geriye git; ne zaman fırsatın olursa, ne zaman içinde bir şey olursa. Mutluluk, mutsuzluk, üzüntü, kıskançlık; gözleri kapa ve geriye git. Kısa süre sonra geriye doğru seyahat etmede ehil hale geleceksin. Kısa süre sonra geçmişte geriye gidebileceksin ve pek çok yara açılacak. İçinde bu yaralar açılınca bir şeyler yapmaya başlama. Yapmaya gerek yok. Sadece bak, izle, gözle. Yara orada; izleme enerjini yaraya ver, ona bak. Ona hiçbir yargı olmaksızın bak çünkü eğer yargılarsan, eğer, "Bu kötü, bu böyle olmamalı" dersen yara yeniden kendisini kapatır. O zaman gizlenmek zorunda kalacak. Ayıpladığın zaman zihin bir takım şeyleri gizlemeye çalışır. Bilinç ve bilinçaltı bu şekilde yaratılır. Yoksa zihin tektir; bölünmek için neden yoktur. Ama sen ayıplarsın; o zaman zihin de bölmek ve bazı şeyleri karanlığa, bodruma koymak zorunda kalır bu sayede onları göremezsin ve ayıplanmayı gerektirecek bir şey olmaz. Ayıplama, taktir etme. Yalnızca bir tanık ol, bağımsız bir gözlemci. Reddetme. "Bu iyi değil" deme çünkü bu bir reddediş ve bastırmaya başladın. Geride dur. Sadece bak ve izle. Şefkatle bak ve iyileşme gerçekleşecek. Bana neden oluyor diye sorma çünkü o doğal bir olay; bu tıpkı yüz santigrat derecede suyun kaynaması gibidir. Hiçbir zaman, "Neden doksan dokuz derecede değil?" diye sormazsın. Bunu kimse yanıtlayamaz. Sadece yüz derecede kaynaması gerçekleşir. Bir soru yoktur ve soru sormak yersizdir. Doksan dokuz derecede kaynasaydı nedenini sorabilirdin. Doksan sekiz derecede kaynasaydı nedenini sorabilirdin. Yüz derecede suyun kaynaması sadece doğaldır. Aynı şey içsel doğa için de geçerlidir. Tarafsız, şefkatli bir bilinç bir yaraya geldiğinde, yara yok olur, buharlaşır. Bunun bir nedeni yok. Bu yalnızca doğaldır, bu böyledir, bu böyle olur. Bunu söylerken deneyimimden söylüyorum. Dene ve bu deneyim senin için de mümkün. Yöntem budur.


İnsan hakkında anlaşılması gereken en önemli şeylerden birisi onun uykuda olduğudur. O kendisinin uyanık olduğunu düşünse bile öyle değildir. Onun uyanıklığı çok kırılgandır; onun uyanıklığı o kadar zayıftır ki, önemsenmeye bile değmez. Onun uyanıklığı sadece güzel bir isimdir ama tamamen bomboştur.