08 Nisan 2014

Oruç Aruoba - olmayalı

Meşe Fısıltıları...
 
İSKELENİN UCU
Yorganı sıyrılmış yatağımızdı deniz
Serinlikte kavuşunca ılık bedenlerimiz
Dalgalar hafifçe örttü omuzlarımızı
Batabilirdik artık güneşle birlikte biz
Mayıs
HAVA
Karayel'den Yıldız'a döndü
Dalgalar renksiz, köpüksüz
Güneş de doğmadan söndü
Yorgun martılar artık öksüz
Kasım
Benlik...
"İçimde bir yengeç var.
İçimdeki en kuytu kovukta yaşıyor olmalı; oradan seyrediyor herhalde her yaşadığımı. Ancak arada bir hissediyorum varlığını – ancak arada bir belli ediyor kendini. Ama biliyorum : hep orada...
... bana direnir çoğunlukla – dolambaçlı yollarla karışır yaptıklarıma, ket vurur. Bir yolunu bulup yaptıklarımı engeller; yapacaklarımı belirlemeğe çalışır.
Bunun temelinde benim ile uyum içinde olmaması yatsa gerek. Benim yaptıklarım aykırı geliyor olmalı ona.
Sanıyorum benden pek hoşnut değil.
En çok dayanamadığı da, benim, devinimsiz, eylemsiz kaldığım zamanlardaki hâlimdir – (gün olur, hiçbirşey yapmak gelmez içimden; ya da : hiçbirşey yapmak gelir – öyle, bir köşeye oturur, saatlerce, etrafıma bakınırım – seyrederim. Kafamdan binbir türlü imge, tasarım, düşünce –öylesine, gelişigüzel– geçip durur; zaman da geçer ya, öyle –?
aldırmam...), bu durumlarda, içimde, kocaman kıskacının çat–çatını, sert ayaklarının yan yan eşelenen öfkeli katırtısını duyarım. "Yürü git!", der bana; ama ben kalakalmış olurum. Dinlemem onu; belki, dinlemek elimden – içimden– gelmez."
–Oruç Aruoba

das Problem einer Weltbeschaffenheit ohne Rücksicht auf unserer wahrnehmenden seelischen Apparat [ist] eine leere Abstraktion, ohne praktisches Interesse.
Freud, Die Zukunft einer Illusion, X (1927)
  dünyanın nasıl bir yapısı olduğu sorunu, bizim algılayan ruhsal düzeneğimiz hesaba katılmaksızın, boş bir soyutlamadır, kılgısal bir önemi de yoktur.
Başlığı sonradan düşünüp koydum.
— Gerçi başından beri, düşündüklerimin "ben"in (ben'im...) çevresinde döneneceği belliydi; ama, verimli olacağa benzer bir eğretilemeden yolaçıkan ilk irdeleme, ana metinde, her ele alışımda, kendi kendine biçimlendi; yıllar içinde de, kendi 'önce'sini ve 'sonra'sını bularak, en eski yazdıklarıma —yaşadıklarımın 'arka'sına ve 'önü'ne— kadar geri gitti — bir de, tabiî, kendisinden önceki dokuz cilt içinde kapsanmış şu kadar kitabın onuncu cildi olmanın ağır sorumluluğunu yüklenmeğe kalkıştı — 'üzerine vazife'ymiş gibi!...
Halbuki, her seferinde, o anda ('şimdi-burada') içinde bulunduğum konum belirleyici olmalıydı, yazdığım üzerinde — öyle de oldu gerçi; ama, gene, her seferinde de, metinler 'genel-geçer' bir niteliğe bürünmeğe yeltendiler.
Buna izin vermemeğe çalıştım — ne kadar becerebildim, bilmem : başından beri —biraz belirsiz bir biçimde; belki yalnızca bir tür ses içeren bir 'gramer' yapısı olarak— kendime koyduğum yazış biçiminden sapmamağa çalıştım; ama, metinlerin, birçok noktada, hem de çok sık, benim denetimimi de, kendime koyduğum ölçüleri de, zorladıklarının farkındayım.
(Özellikle, kitabı bütünlemek işleminde kullandığım 'motto'ları belirlemek; seçmek ve ayıklamak, konusunda (hele, Edip Cansever'den alıntılamak istediklerimde), beni zorlayan kararsızlıkların (: acaba yalnızca alıntıları verip metinden vaz mı geçmeli?...) —ve sonunda verdiğim kararların— okuru da, benim kadar 'fazla' yormayacağını —yormamasını— umuyorum...)
— Bütün bunlara karşın, bu başlık altında biraraya gelen metin toplamı, gene de, alışılmış anlamında, 'özyaşamöyküsel' değildir : dikkatli okur, bu kitap içindeki metinlerin 'birinci şahıs'ta olduğunu; ama, "benlik" sözcüğünün —bir kavram niteleyici anlamında— geçmediğini, görecektir.
— Bir de şunu: bu metinlerde ne görürse görsün, ya da gördüğünü sansın, bunun, kendi gördüğü —göreceği, görebildiği; kendine ait— birşey olduğunu : yani, kitabın, aslında 'ikinci —yani, işte, 'üçüncü— şahıs'ta olduğunu...
o.a.
Gümüşsuyu
23 Eylül 2002/23 Mart 2005
Ol / an...
Kabutka
Burada
yavaş yavaş
ilerliyorum.
Orada
biraz daha kalabilseydim
ısıda, nemde —
bir gün, bir-iki saat, birkaç dakika daha
belki çıkardım ben de
kabuğumdan.
Şimdi
kardeşlerim konarken kutularına
götürülmek için
beslenecekleri yerlere
ben
daha yaşamıyorum bile.
Oysa canlıyım —
yalnız kabuğum
beni ayıran
havadan
yaşamdan.
Oraya
biraz önce getirilseydim
ısıya, neme —
bir gün, bir-iki saat, bir vardiya önce
belki kırardım ben de
kabuğumu —
ulaşırdım
havaya
yaşama.
Şimdi
kardeşlerim yüklenirken kamyonlarına
götürülmek için
gelişecekleri yerlere
ben
yavaş yavaş ilerliyorum
ezileceğim yere.
Orada
yaşamadan öleceğim :
un-ufak edileceğim
döneceğim yeme
döneceğim
anneme —
kardeşlerim indirilirken kamyonlarından
asılmak için ayaklarından
kesilecekleri yerlere.
Burada
yavaş yavaş ilerliyorum
yokedileceğim yere —
döneceğim
anneme.

Kesik esin/ tiler...
Koparılmayan leylak
esintili.
Gözümde
devrik güneşin
yansılı pırıltısı.
Kulağımda
rüzgarın uğultusu
kesintili —
toprak ve taş.
*
Neden
geçer
zaman?
Rüzgar dinse
güneş dursa
leylak sussa —
toprak ve taş?
Sen?
Din.
Dur.
Sus.

Geç Gelen Ağıtlar...
"Kızıltılar"
Güneyden gelme toprak kokusu karşıladı beni
Kapalı odadan geri dönünce düşünmekten seni
Kulağımda kalan ezgi zamanı sürüklüyordu
Işıkların arasına sıkışan renk

Gölgeni söylüyordu
Süzüyordu özlemini
Koyu bir iz
Geceleri
Ve bir hece dizisini
Sürüyordu
Kararmış bir deniz
Seni ve beni
Bizsiz.

Sayıklamalar...
Neş
Ter
En
şen
sen —
ter.
Dün
ya.
Yağ.
Tere
ben
tin
sin —
din.
İn.
Yağ
ma.
Ye
te
r.
Er.

Doğançay'ın Çınarları...
Ama öyledir, işte, boşunadır
Sizin düşüncesiz gününüz
Atıp bırakırsınız dününüzü
Yürüyüp gidersiniz geleceğe
Unutursunuz bengi olduğunu
Işığın, gölgenin, sisin bile
Kalır oysa, yankılanır durur
Yamaçta en küçük izleri de
—Hiçbiri de seslenmez bize
Hepsini duyarak dururuz öyle
Ki oluşsunlar hep çevremizde
Tutamaklar bulup kendilerine
Dolsunlar—ne yapalım ki
Sizin işleriniz yoz, kirli
Bilmezsiniz suyun çağladığı
Işığın bezip devrildiği yeri

Olmayalı...
Kişinin yaşamının anlamı, kırılgandır.
*
Kişinin yaşamının anlamı, zayıftır, kırılgandır, dökülüp gitmeye hazırdır : kişi onu, sürekli beslemezse, korumazsa, bütünlüklü tutmazsa, kayıp gidiverir parmaklarının arasından.
Sürekli —hep yeniden, en baştan başlayarak— kurulması gereken birşeydir kişinin yaşamının anlamı. Önceki kurulmuş biçimlerinin kişiye şimdi sağlayabileceği de, sağlam ve direngen yapılar değil; önceki kuruluşlarının, işte, nasıl zayıf, kırılgan olduklarının, nasıl dökülüp gittiklerinin, bilgisidir — 'yaşam deneyimi' denilen şey de bundan başka birşey değildir...
Kişinin yaşamının anlamı, dökülür gider; ona, yalnızca, nasıl dökülüp gittiğinin bilgisini bırakarak —
Kişinin yaşamının anlamı, kişiyi bırakarak, dökülüp gider — ona bilgisini bırakarak, dökülür, gider, anlamı, yaşamının, kişinin.
*
Yaşamının anlamı, ancak, kişi, bir an durup, "Ne istiyorum ki?..." diye sorabildiğinde, biçimlenmeğe başlar. Yani, ancak eksikliği çekiliyorsa, yokluğu duyulabilmişse, varedilebilir — kurulabilir; yoksa, yoktur.
Bu bakımdan, insanların büyük çoğunluğu anlamsız —anlam yoksunu— yaşamlar yaşarlar, çünkü yaşamlarındaki anlam eksikliğini hiç duymamışlardır.
Ancak bazı insanlar duyar bu eksikliği : onlar için yaşamlarının tek bir bütünlüklü anlamının olmaması, çekilemezdir — bu yüzden, kurmağa, yaratmağa, varetmeğe girişirler böyle bir anlamı.
Bunu da bazen —bazıları— başarabilir; ama herhalde, başaramayanlar da çoktur.
Başaramayacakları —ya da, artık başaramayacakları— açıklık kazananlar için de, son bir —yoğun— anlam yaratma yolu kalır...
Yokluğu da içerilir, anlamında, yaşamının, kişinin.

Çengelköy Defteri...
Beylerbeyi Çakarı'nı (adı bu mu — ya da, adı var mı — haritaya bakmalı) niye Güneş batmadan çok önce yakıyorlar? (Kırmızı, iki kısa çakış, bir uzun boşluk: bunun saniye cinsinden bir 'formül'ü vardır herhalde.)
*
Nâzım'ın Süleymaniye tutkusunu düşündüm: Burada, önünde oturduğum küçük pencereyi, bakışıma göre tam ortaladığımda, Süleymaniye pencerenin orta pervazının arkasında kalıyor; göremiyorum onu — ama kafamı sağa ya da sola biraz kaydırınca, görüyorum : tam karşımda, yani...
*
Ya peki şimdi : daha öğlen görmüştüm; şimdi de (saat 18.00) hâlâ çakıp duruyor — acaba 24 saat çakıyor da ben mi farkında değilim...
Göreceğiz—
*
Evet : sürekli çakıyor.
— Akşam ezanı okununca görmek gerçekten de iyice güçleşiyor.
*
Bu yıl 'kazma-kürek yaktıran' Mart olmadı ya: Erik, dopdolu, meyveye durdu bütün çiçekleriyle — ben de bol bol atıştırıyorum, ufacık, çekirdeksiz, meyvelerini...
— Daracık pencereden seyrettiğim kocaman Şehir... — Gün gelecek, pencere açık da oturabileceğim burada: Bülbüllerimle : bütün gürültülerin üzerindeler —üstlerinden sesleniyorlar— gene...
*
Belki de bu pencerenin bu kadar küçük, dar olması; camlarının eğri-büğrü (—97 yıllık?...) olması (Süleymaniye'nin minareleri eğilip bükülüyor, ben başımı oynattıkça!), yerindedir — şöyle kocaman, ('panaromik', 'flotal', falan! camlı) olsaydı, bu kadar sevimli olmazdı.
Orada, uzaktan seyrettiğim milyonluk kocaman bir dünya; burada da, iki (artı on...) kişilik bir tane — hangisi daha karmaşık?!...
Uzak...
Tavşan besleyen,
havuç da yetiştirmelidir.
*
Tavşan besleyen,
evinde attığı her adıma da
dikkat etmelidir ——
tavşan, kendisine havuç verenin
ayaklarını tanır; zıplaya zıplaya,
geliverir...
*
Tavşan besleyen,
evdeki bitkilerini de emniyete almalıdır —
hatta, kağıtlarını ve kitaplarını ve espadrillerini
ve halılarının püsküllerini ve yırtık blue-jean'lerinin
açıkta kalmış ipliklerini bile —— tavşan,
kemirebileceği herşeyi kemirir.
*
Tavşan besleyen,
pazardan, maydanozu beşli demetlerle;
pancarları ve turpları, sapları;
kıvırcık ve marulları da, dış yaprakları
kesilip atılmadan almalıdır.
*
Tavşan besleyen,
meyve ve sebzeleri —örneğin armutları
ve patatesleri— soyar ve ayıklarken,
olağan durumlarda olduğundan daha müsrif davranmayı da
öğrenmelidir —— tavşan besleyen için kendi yiyemeyeceği
ya da yemediği bitki kabukları, sapları, kökleri,
'çöp' değildir, artık...
*
Tavşan besleyen,
evinin içindeki bütün geliş-gidişlerini,
gerçi hiçbir yargıda bulunmadan, izleyen;
ama, sürekli üzerinde tuttuğu gözüyle
çok temel bir talepte bulunan, bir canlı ile birlikte yaşamayı
—— onun varlık talebini
hesaba katmayı da, öğrenmelidir.
*
Tavşan besleyen,
arada bir, iç çamaşırlarına dek
—pekâlâ : kokusuzca; ama, sıcak sıcak
ve yapış yapış...— ıslatılmayı da göze almalıdır ——
ya da, gecenin bir vakti, yatağında, koynunda,
kıpır kıpır bir canlı bulmayı...
*
Tavşan besleyen,
ortalık fazlaca uzun bir süre hareketsiz kaldığında,
hemen şüphelenmelidir :
ya halıların püskülleri, ya balkondaki bitkiler,
ya da kurumaları için kitap yığınlarının üstüne,
gazete kağıtlarına serdiği kereviz yaprakları,
tehlikededir.
*
Tavşan besleyen,
birlikte yaşadığı varlığın —canlının—, kendisini,
kendi hiç de ihtimal veremeyeceği —yakıştıramayacağı—
ölçüde iyi izleyebildiğini, hatta anlayabildiğini, giderek
tanıdığını ve bildiğini de hesaba katmalıdır
—bu böyleyse, bu bilginin nasıl birşey olduğunu
hiçbirzaman bilemeyeceğini bilse—;
bu, yalnızca kendi kurduğu birşeyse de; bunu da, pekâlâ,
bilse, bile...
*
Tavşan besleyen,
bütün yakınlaşma çabalarının yanlış anlaşılmasına;
ama, her yakınlaşma çabasına karşılık hemen bir
yakınlaşma bulmaya da alışmalıdır ——
bunun, giderek, ne denli anlamsız olduğunu
anlasa da —— kendini hiç korkmadan ayaklarına
atan bir canlının bu korkusuzluğunun —güveninin(?)...—
nereden kaynaklanabileceğini de hesaba katarak...
*
Tavşan besleyen,
daha önce ne yapmış olursa olsun,
en ufak bir yakınlaşma girişiminde
bulunduğunda, bütün geçmiş yapılanları unutup
—bağışlayıp(!)— yakınlaşacak
bir canlının sorumluluğunu üstlenmeye de hazır
olmalıdır —— bunun ne denli
anlamsız olduğunu bile bile...
*
Tavşan besleyen,
kendisini sürekli anlamağa çalışan;
ama, hiçbirzaman anlayamayacak
—sürekli yakınlaşmağa çalışan; ama, hiçbirzaman
yakınlaşamayacak— bir varlığı anlamağa;
ona yakınlaşmağa, çalışmayı da öğrenmelidir ——
bile bile...
*
Tavşan besleyen,
uzaktan ve sessizce kargışlanmaya da hazırlıklı olmalıdır
—— arada, gözlerinin içine —garip bir biçimde
anlayarak, bilerek— bakıldığını kurmaya da...

Hani...
Bir tedirginlik, huzursuzluk doğacak içinde, onun ile yanyana, yüzyüze olunca — o denli yabancı düşmüş olacaksın ki yaşamının kendi, sahici anlamına, aykırılık duyacaksın ondan — ancak o zaman anlayacaksın, nasıl tam da senin kendi anlamın —ta kendin— olduğunu onun : o yıllar boyunca kendine ne denli aykırılaştığını—— ama, o da hemen duyacak, duyumsayacak senin duyduğunu : suskunlaşacak, kapanacak, uzaklaşacak...
Anlayamayacaksın——
Çünkü, işte, temiz değilsin ki...
Ne çok yalan barınıyor oranda-buranda — ne çok sahtelik...
Ne çok sensizlik — sende...
Ne çok sensizsin sen ——
ne çok sensiz sen...
Şimdi işte — olanak : sen ol sen.
* * *

Duyduğun garip tedirginliği, huzursuzluğu da çözümlemelisin: O senin en önemli şeyin (Herşeyin) — işte : yaşamının anlamı olduğu halde (olduğunu en içinde duymana, bilmene, yaşamana rağmen), rahatsız, sanki iğne üstünde hissedeceksin kendini — o da hemen hissedecek bunu, tabiî ki : suskunlaşacak, hırçınlaşacak...
* * *
Bu duyguyu çok iyi kavramalısın : bu, senin tam da sahtelik noktanı sana bildiren duygudur — kendin olamadığın yerlerde takındığın maskelerin bıyık altına eşlik eden duygu — bu duyguyu onun ile yanyanayken, yüzyüzeyken de duymanın endişesi, işte, seni tedirgin eden — çünkü bu duyguyu onun ile de birlikteyken duyman, artık tam olarak sahteleşmiş olduğunun göstergesi olurdu — artık, içi tamamiyle boş bir maske haline gelmiş olduğunu gösteren...
Bu duyguyu —gerçekten ortaya çıktığı zaman da; çünkü, çıkacak— kovmalısın, defetmelisin — en sahte duygun aslında bu; ve, şimdiye dek en çok alıştığın — hatta, içinde rahat ettiğin, 'huzur', 'dinginlik'; işte, 'mutluluk' duyduğun... Senin bu en alışık olduğun duygun, kendine en aykırı olanıdır — o'nun onu hemen hissetmesi de bundan : senin kendisine —çünkü kendine— nasıl aykırı olduğunu hissetmesi—Bırak —kov, defet— bu tedirginliği artık — tam kendin olabileceğin tam kendi, o, işte—
Ol——
*

Gider de — bırakabilirsin onu sen de : yaşamının anlamını zaten yitik saymamış mıydın, çoktan...
Ama, onu bırakırsan; o da dönmezse sana; yitirirsen onu, kapkara bir duman kaplar yaşamını : artık, gerçekten isteyebilirsin sonu, sonucu, sonunu — yokluğu...
Senin ölçün —kendin için kullanacağın mihenk taşı— olacak o: Ona layık olamazsan, hiçbirzaman hiçbirşeye yaramamışsın, demektir——
O zaman —öyleyse; öyle ise—, büzül — küçül; ve, işte, yok ol———
* * *
Buğu, aslında, heryerdedir —
— göremeyen, sensindir...
*
Bambaşka bir anlamda olacak artık ona ulaşman—
—ona ulaşman : kendini bulman olacak; ama, hiç olamadığın yerde — kendinde, yani: Yepyeni —kendin— olacaksın.
—Yeni, ve, kendi : bu çelişmeyi —bu ululuğu— bu yücelmeyi de bileceksin — hiç umamamıştın bu olanağı; olamayacak saymıştın; ama, gerçek(oluyor) işte...
Kendi gelmesini bile sana göre ayarlamış işte : kendiliğinden kendisine geliyor çünkü — kendi kendisi ile kendine...
Nasıl da burada, senin ile, işte...
Yaşamın boyunca, anladığında hayran olduğun —seni de yücelten—, hep ulu yaşam anları olmadı mı — öngörülmemiş, benzersiz, yepyeni, biricik ilişkilerin, anlamların, yaşamların kurulduğu, varedildiği, gerçeklendiği anlar:-
O, bütün o anların anlamlarının toplam anlam bağlamı işte — bütün yaşamının bütün anlamı...
Anla, işte — ve, yücel...
*
Kendin olmayı yeniden öğrenmen gerek — yıllar yılı unuttun onu yalnızca: Bunu da "koşullar"a, "hayatın akışı"na, "sorumlulukların"a falan bağlamaya kalkışma — bahane bulmağa çalışma: Sendin, sendeki asıl senin anlamını, önemini, değerini gözardı eden : korkaklıkla işin kolayına kaçan...
O işte şimdi hesabını soruyor o sahici senin, senden : ne yaptın sen sana?!...
*

Sahicilik —dürüstlük— noktanı çok dikkatle belirlemelisin yeniden: Özgürlüğün de buna bağlı şimdi — amaçlarının gerçekleşmesi —senin gerçekleşmen— de : doğru ve doğruluklu —sadık— olabileceğin nokta——
—kendine ve yaşamının anlamına...
* * *
Şunu da iyice biliyorsun, bileceksin, bilmelisin : sen ne denli kendin —bağımsız, özgür— olabilirsen, o da o denli senin —sahici, tam— olacak.
*
İşte, geldi——
Bunun nasıl bir geliş olduğunu da ancak yavaş yavaş anlayabileceksin; çünkü hem bütün o eski hayallerin teker teker —ama, harıl harıl—, parlıyor gözünde, hem de, o yıllar boyu özlemlerini kırıp yıkan gerçekler, sıraya girmiş, geçit resmi yapıyorlar, önünde!—
* * *
"...yoksa, bütün o acıları
boşuna yaşamış olacaksın.

Yakın...
En son, en kalın odunu yakarsın.
*
Deniz'in taşıdıklarını da kesip kesip yakmıştın,
o birzamanların şimdi uzakta kalmış ocağında —
ne kalır ki, geriye?...
*
Ateşinin dumanını da biriktirirsin——
*
Herşeyden önce unutmaman gereken,
ateşinin hiçbirzaman tek bir düzeyde yanmadığıdır :
ateşin, ya harlanma içinde ya da sönme içindedir —
ya yükseliş, ya iniş…
*
Ateş, yanmakta olan odunlarla değil,
yeni yanmağa başlayan odunlarla yanar.
Hep yakacak yeni odunlar bulan ateş, yükseliş içindedir;
yalnızca eski —yanan— odunları olan ateş,
inişe geçer.
*
Yanan odunlar tüten odunların dumanını da yakarlar.
*
Yanamayan odun, tüter.
Ateşin, bazen, yalnızca tüter : yanamamaktadır…
Dikkat etmen gereken, ateşe yanyana ve üstüste koyduğun odunların
biribirlerine olabildiği kadar yakın olmaları; ama hiçbirzaman
bitişik ve binişik olmamalarıdır : ateşi yakan, ısı olduğu kadar,
havadır — belki daha da çok…
*
Ateşin tütüyorsa, bil ki birşeyleri yanlış yapıyorsun.
*
Tek bir odunu yakamazsın : odunlar ancak başka odunlar
yanıyorsa, yanar — her bir odunun yanması, öteki her bir
odunun yanmasına bağlıdır : hepsi için ayrı ayrı; ve,
hepsi birlikte, karşılıklı…
*
Alttaki odunun yanması, üstünde yanmaya başlamış bir odunun
bulunmasına — ve üstteki odunun yanması, altında yanmakta olan
bir odunun bulunmasına, bağlıdır.
Odunlar yalnız yanmazlar.
*
Ateşini yakmağa başlarken, çıra parçalarını çok dikkatli
kullanmalısın : fazla koyarsan, ya gereksizce büyük alevler
elde edersin, ya da yanamayan çıra parçalarındaki reçinenin
tütmesine yol açarsın; az koyarsan, hem kalın odunları
tutuşturacak kadar alevin olmaz, hem de, yanamayan odunlar
tütmeğe başlarlar — tam ölçüsünü, tam yerini, tam zamanını
bulmalısın, ateşini yakmağa başlarken.
*
Ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden
çıkar gibi olur — ama, unutmamalısın ki, kendi haline
bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama,
kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine
girer: Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir.
Bu yüzden, ateşini 'beslemen' gerekir : tam zamanında, tam yerine,
yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeğe
yüztutmuş odunları biribirlerine göre çevirmen; yanamayarak
tütmeğe başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen
— bir sürü düzenleme, ayarlama…
Ateşini kendi haline bırakamazsın — bırakırsan, tükenip söner…
Ateşinden sorumlusun.
(Exupéry)

Yürüme...
Yol, kendine bir yer bulamamış
kişinin özlemidir.
Kendi yerini yerleşiklikte
bulamayan kişi,
onu yolculukta arar.
Nasıl, bir yer, bir yolun başı ya da sonu;
bir yol da, bir yerden önceki ya da sonraki
bir durumsa — kişinin durumu da,
hep, öyle, ya da, böyledir...
Yerini yitiren kişi,
yola çıkmak zorundadır.
Yola çıkan kişi, yeni bir yer arıyordur
— ama yola hep bir (eski) yerden
çıkıldığını da unutmaz : her varılan yerin de
(yeniden) bir yola çıkış yeri olabileceğini...
Yabancılığını kalıcı kılmak isteyen kişinin,
yerleşikliğinden rahatsız olması gerekir;
ve tersi : yerleşikliğinden rahatsızlık duyan
kişinin, kalıcı bir yabancılık bulması...
Yerleşiklik, herbir yandan bağlandığımız,
hepsi de gergin zincirlerin verdiği bir
dinginliktir ancak — yani, bir sıkı
kölelik...
Ama, "mutlak kölelik" dışında, her kölelik,
köleye devinimde bulunduğu izlenimini verecek
kadar gevşek tutar onun zincirlerini
— gerginlik, zincirden zincir olarak
uzaklaşma çabasıyla belirir;
böylece de kişi, çok devingen olduğu,
sürekli etkinlikte bulunduğunu sandığı
bir edilgenlik, bir sürüklenme içinde
yuvarlanıp — gitmez...
Yerleşiklikten rahatsız olan kişinin
gezginlikte aradığı, aslında,
yerleşebileceği bir yerdir: Düzenini
bozarak gezginliğe çıkan kişi, kendi
düzeninin peşine düşmüştür.
Gezginlik de, öte yandan, hiçbir bağlantı
taşımaksızın, salt gezmek için gezmek haline
gelebilir rahatlıkla, kolayca
— bu kez de tam bir boşluk...
Zincirlerin —gergin ya da gevşek—
tam yokluğu da,
boşluğa köle olmaktır.
Köleliğe tek çare, herhalde,
zincirlerini koparmak ve zincirsiz kalmak
değil,
kendi zincirlerini kendisi yapmış,
kendisi kendi ayaklarına takmış, bağlamış
olmaktır — özgürlük de budur... (Hani,
"kendi kendisinin efendisi olmak"tan
söz edilir ya...)
Düşüncenin devinimi, düşünen kişinin devinmesidir
ancak — onunla gerçekleşebilir ancak:
Yerleşik kişinin düşünceleri de durağan olur.
Çünkü, içinde yeniye yer bırakmayan
bir 'düzenliliği' yaşayan kişi, aslında,
üst anlamda bir düzensizlik yaşıyordur
— içinde yeniye yer tanımayan bir 'düzen',
eskinin düzensiz karışımlarından başka bir
yere ulaşamaz.
Her an ayrıyı, aykırıyı, yeniyi yaşayan kişi,
düzenli bir yaşam yaşıyordur.
İnsanlar ne sanıyorlar ki 'düzen'i
— kendi dar, çarpık açılarından bakarak :
sabah-akşam, gidiş-gelişlerini 'düzenleyen'
bir 'seyrüsefer nizamnamesi' mi?! — Oysa,
asıl düzen, düzensizlikten çıkarak
düzene ulaşmağa çabalayan bir düzenleme
uğraşısında bulunabilir ancak.
'Verilmiş', 'varolan' düzen,
yoz bir düzensizlik biçimidir.
Düzenlilik gereksinmesinden
—yani, düzensizlikten— çıkmayan
'düzen', beş para etmez, düzen olarak...
Kişi, yoldaş diye,
ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek,
daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa,
kendisi de duruyor demektir... (Oysa:
"...daß Andere sie aufnehmen
und fortsetzen ... mögen ... kommen
und weiterfliegen ...
und es besser machen ...")
Bir yerde ('bir süre için' diyerek)
dinelen kişi için en büyük tehlike,
o yere yakınlık duyması; o yeri,
bütün yollarının sonu,
bütün yönlerinin ereği sayması;
yerleşebileceği bir yer saymasıdır
— en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-
Mezardır orası...
Her bir yorgun yolcunun dineldiği yer,
dinlenmiş bir yolcunun yola çıktığı yerdir.
Kendine yeni bir yol arayan kişi, önce,
kendinden önce yürünmüş yollara bir bakar
— kendi yürümek isteyebileceği yola benzer
bir yol bulmak için; çoğunlukla da bulur —
ama, acaba, o bulduğu yol(lar),
tam da bulduğu yol(lar) olarak,
kendi aradığı yola aykırı değil mi? —
Yeni bir yol aramıyor muydu, arayan kişi
— ne işi var öyleyse, eski (yürünmüş)
yollarda?!
Belirli bir yol arayan kişi için en büyük
tehlike, o yolu bir yerde durarak, 'bakarak'
arayabileceğini (hatta, bulabileceğini)
sanmasıdır — çünkü, yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez...
Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir :
kendi yeri
— kendisidir...

İle...
"Birgün bir sevgilim olursa ne yaparsın?" diye sordun bana. Epey duraksadıktan sonra, "Bilmiyorum" dedim.
Bilmiyordum, gerçekten, ne yapabileceğimi.
Sonradan da, "Benim aldanıp aldanmadığımı ancak sen bilebilirsin; senin aldanıp aldanmadığını da, ancak, ben" dedim — sen, "Umarım seni aldatmıyorumdur; kendim de, aldanmıyor..." demiştin, bundan önce : 'aldanma' ve 'aldatma'nın ilişkide tuttuğu yer(ler)i düşündüm, o zaman:-
Temelde yatan bilgisel sorunun (daha önce değindim) bir uzantısı ortaya çıkıyordu, 'aldatma' olgusuyla : sen de ben de; sen benim, ben senin, sürekli yanında olabilseydik — yani hem sen hem ben, hep aynı biçimde biz olsaydık; ayrı ayrı yerlerde farklı ilişkilerimiz olmasaydı— 'aldatma' olanaksız hâle gelirdi —— ama, bu olanaksız olduğundan dolayı, aldatma/aldatılma, hep bir olanak olarak durur —durdu—, orada...
— Platon'un Symposion'undaki 'Aristophanes' mitos'unu anımsa — (Schleirmacher/Nestle çevirisinden özetleyerek aktarıyorum):-
Başlangıçta insanın üç cinsiyeti vardı; bugünkü gibi iki, erkek ve kadın değil, bunların birleşmesinden oluşmuş bir üçüncü cins vardı; bunun adı da hâlâ var, ama bir yergi sözü olarak kullanılıyor, artık. Hermaphrodite adında ve biçimindeydi bu üçüncü cins insan, erkek ile kadından oluşan.
Bunların her birinin dört eli, dört ayağı vardı, yuvarlak bir boyun üzerinde, ortak bir kafada, iki yüzü, dört kulağı vardı, bütün öteki ögeleri de ikişer tane; edep yerleri de bir çiftti.
Bunlar hızlı gitmek istediklerinde, sekiz üyeleri üzerinde yuvarlanarak giderlerdi. Güçleri kuvvetleri çok yüksekti, yüksek de düşünceleri vardı; böylelikle, göklere bir yol açmayı, tanrılara saldırmayı kurarlardı.
Zeus ile öteki tanrılar görüşüp tartıştılar, bunlara ne yapacaklarını. Bunların, öyle yıldırım gönderip, bütün cinslerini yoketmek, yapılacak iş değildi, çünkü o zaman bu insanlardan gelen saygıdan ve kurbanlardan da olacaklardı; ama bunların böyle sınırlarını aşıp taşkınlıklarını sürdürmelerine de izin veremezlerdi.
Sonunda düşüne düşüne Zeus bir çare buldu ve dedi:
Sanıyorum bir yol buldum, insanların gene de varolabilecekleri, ama aşırılıklarından vazgeçebilecekleri; çünkü daha zayıf olacaklar. Şimdi, bunların her birini iki yarıya böleceğim, o zaman daha zayıf olacaklar ama gene de bize yararlı olacaklar; çünkü çoğalmış olacaklar. Artık iki ayaklarının üstünde yürüyecekler. Ama, daha hâlâ sınırlarını aşıp taşkınlık yaptıklarını görürsem, onları bir kez daha ikiye bölerim; o zaman da tek ayakları üstünde zıplayarak yürümek zorunda kalırlar.
Bunu söyledikten sonra insanları ikiye böldü, bir meyve böler gibi. Her birini bölünce de, Apollon'a buyurdu ki, yüzü ve bölünmüş boynu tersine çevirsin, ki insan kendi bölünmüşlüğünü görebilsin de, daha erdemli olsun.
İşte, doğal biçimleri ikiye bölünmüş olduğundan, her bir yarı öteki yarısını özler ve biraraya gelebilirlerse, biribirlerine sarılırlar ve yeniden birleşmeye çalışırlar.
Böylelikle insanlar arasına sevgi [Eros] gelmiştir; bu da, ikiden bir yapma çabası, ve insanın başlangıçtaki yapısını yeniden kurma isteğidir. Her birimiz bir insanın bir parçasıyız, çünkü, birken ikiye bölünmüş ve iki olmuşuz. Bu yüzden, her bir yarı, öteki yarısını arar.
***
"Kabullenme ve güvenme" üzerinde durmuşum (hep çıkıyordu bunlar, birer sorun olarak, ortaya, değil mi?) — sana güvensizlik duymamın —sana güvenmememin— kendime güvensizliğimin sonucu olabileceğini de düşünmüşüm:-
İlişkimizin sağlamlığına tam (gene!...) inansaydım, sana da tam güvenirdim — 'aldatılmak' da aklımın ucundan geçmezdi; kendime de, senin ile olan ilişkim içinde, güvensizlik duymazdım. Ama, işte, senin ilişkimizi —bizi— tam olarak, olduğu gibi ve olması gerektiği gibi, kabullenmekte eksik kaldığın sonucuna vardığım durumlarda; o 'kuşku kurdu' başuzatınca, bilgi eksikliğim, kıskançlık olup çıkıyordu.
İlişki, sallantılı hâle geliyordu.
***
Senin ile birlikte yapacağımız —yapacağımızı düşündüğümüz; biribirimize yapacağımızı söylediğimiz— ne çok şeyi yapmadık : bu da, herhalde, ilişkinin bir gereği:-
Olanaksızlıklarımız da katılır ilişkimize, olanaklarımız kadar—
Sen ile ben, ne çok şey hayal ettik, birlikte yapacağımız, yapmak istediğimiz, yapmamız gereken; ama 'hayal'in neredeyse sınırsız yayılım gücüne karşılık, ilişkinin 'gerçek'liği, çok belirgin, sınırlı, giderek dar bir uzam içinde oluştu.
Bu uzam da, işte, gittikçe belirginleşirken, sınırları açıklaşırken, garip ya, gittikçe daha sınırlı, daha dar bir hâle geldi...
— Çünkü kişiye —sana da bana da— tek bir ilişki yeterdi — olabilseydi...
— Ama, olamaz——
Hep çoğaltıp hep azaltır kişi, ilişkilerini — o yere; hiç çekincesiz, hiç kuşkusuz, kendisi olabileceği yere, ulaşamadan — kendisi de, hep çoğalıp hep azalarak...

De ki İşte...
Yaşamın, en temelde, bağımsız, kendine yeterli olmaya
çalışmanın süreci olacak — doğumda, tam bağımlıydın;
sonda, ölümde ise, —başarabilirsen— tam bağımsız
olabileceksin.
Ama, ikisinin (doğum ile ölümün) arasında, hep bir
gelişme olacak yaşamın : bir 'ilerleme' değil; şu ya da
bu yönde, bir gelişme...
Kendine yeterli olma, bağımsız olma yönünde ise, gelişmen,
hep, başka kişilerle kurduğun ilişkilerin içinden geçerek
yürüdüğün bir yol olacak.
Bağımsızlığın, bağımlılıklardan geçecek.
Yaşamını, ancak bağımlılıkların içinde bağımsız
kılabilirsin — ki, yaşamı özgürleştirmen, onu, sürekli,
bir yerlere bağlayıp, sonra, o yerlerden koparabilmen
olsun.
Yaşam, kopmadan kurtulamaz —
ama bağlanmadan da kopamaz.
Yaşamında kurtuluş, hep, bağlanıp —kendini
bağlayıp— sonra, hep, bağlarını koparman olacak.
*
Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa
çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)
savaşmakla geçecek. — Bu yüzden de, ulaşman
gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak
o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur:
Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken
düzeyin altında kalman...
Ama savaşacaksın, gene de : sonuç her iki durumda da
aynı olmayacak mı zaten — sen, zaten, ulaşman
gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? —
Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen)
geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın — bu da boşuna
olmayacak.
*
Yaşamın, çatışma olacak — kendinle ve bütün
ötekilerle çatışmalar yaşaman...
Yaşam, kendiyle çatışmadır — çarpışma, savaşma : ki,
sonunda da, tabiî, kaybetmektir — savaşı da,
kendini de...
*
Yaşamın, kendi kendine ağırlık haline getirdiğin
şeylerin altında ezilmenin süreci olacak.
Yaşamı 'hafifçe' yaşayabilseydin, yaşamın olayları da
uçup giderler, sana yük olmazlardı — ama o zaman da,
uçucu, boş olurdu yaşamın. Bu yüzden, yaşadığın her olayı
'ağır'laştıracaksın; ki uçup gitmesin, omuzuna çöksün;
sen de onun yükünü taşıyasın.
Yaşaman, yaşamın yükünü yüklenmen olacak.
Yaşam, yükleneceğin yüktür.
Yaşamın, yükündür.
*
Yaşamın ne denli yük olduğunu biliyorsun; bileceksin
— bu yükü omuzlarından atmadığına, atamadığına,
ya da atmak istemediğine, isteyemediğine göre de,
onu taşımalısın, taşımak zorundasın, taşıyacaksın —
ki, zaten, işte, taşıyorsun...
(Kundera Sisyphus hep yeniden gerisin geriye yuvarlanacak olan taşını hep yeniden yüklenip tepeye taşır. Camus'ye göre, "mutlu olduğunu düşünmeliyiz" onun.)
*
Yaşamda atmak isteyeceğin her adımın
bir bedeli olacak : ancak bedeli ödemeğe
hazır olursan atabileceksin o adımı — bedeli
'peşin' ödeyemeyeceksin; adımı atmaya hazır değilsen,
bedeli de ödeyemezsin: Adımı atma anında,
bedeli de ödemeğe hazır hâle gelmiş olacaksın.
*
Yaşamın, gitmek isteyebileceğin yerdir —zaten,
bu yaşamı yaşadığına göre, oraya gitmek istemişsin,
istiyorsun demektir : yaşam, gittiğin —ve gitmek
istediğin; zaten de gideceğin— yerdir.
— Zaten, işte, oradasın...
*
Yaşam gidince ne yapacağını bilemediğin, ama gitmek
istediğin yerlere doğru katettiğin yollardan oluşacak —
ki, bunlar, belki, o yerlere gitmek istediğini bile ancak
sonradan anlayacağın yollar olacak...
*
Yaşamın öyle noktalara gelecek ki,
eski çerçevesinden çıkıp dört bir yana açılan
yol ağızlarında duruyor olacak;
ama, göreceksin ki, bu yollar hiç de
yeni yerlere ulaşmıyor — hatta, hiçbir yere ulaşmıyor :
'çıkmaz sokak', hepsi...
Yaşamın 'çıkmaz sokak'lara çıkmakla geçecek
— hem de, bunlardan değil çıkmak,
giremeyeceksin bile onlara!
Yaşamın çıkılamazlıklara girememekle geçecek.
*
Yaşamın, sürekli gireceğin çıkmazlardan oluşacak;
hep girip, hep çıkacaksın çıkmazlara, çıkmazlardan :
son gireceğin çıkmaz da, hiç çıkamayacağın çıkmaz
olacak — sen en son çıkmazına girdiğinde,
yaşamın da 'düze' çıkacak...
*
Yaşamının büyük bir bölümü,
yaşamına yön verme çabalarınla geçecek
— öyle ki, gün gelecek, bakacaksın,
yaşamın, yön bulma çabasıyla döne döne,
yola hiç çıkamamış...
Yaşamın yönünü bulmağa çalışırken,
yaşamın yolunu bulamayacaksın.
Yaşamın, yön bulmaya çalışırken, yolsuz kalacak
— yaşamın yönünü bulacağım derken,
yolunu yitireceksin.
— Sonunda, yaşamın yönünü bulsan
—bulduğunu sansan— bile, bakacaksın ki,
yolunu yürüyecek durumda değilsin artık...
Yaşamın, yönsüz —yönü olsa bile, yolsuz— kalacak:
Yönsüz, hem de, yolsuz yaşayacaksın.
Yaşamının yolu hiç olmayacak;
belki, yönü olsa bile...
Yaşamının yolu yok.
*
Yaşamda sık sık istemediğin durumlarda
kalacaksın — ama, geriye dönüp böyle durumlara
giriş nedenlerini düşündüğünde, göreceksin ki,
o durumlara girmen, her seferinde
senin bir duruma girmek istemenden kaynaklanmış —
yaşamının durumlar zincirini izlediğinde,
bulacağın, hep, kendin olacak.
Yaşamında, hep, kendini, girmek istemediğin
durumlara sokmak isteyeceksin — ve,
sokacaksın...
*
Yaşamını önceden yaşamağa çalışacaksın hep —
oysa olanaksızdır bu : yaşamın ancak yaşandıktan
—sen onu yaşadıktan— sonra,
senin yaşamın haline gelecek
Yaşamını yaşamadan yaşayamazsın
— yaşamın, yaşanınca, yaşamındır.
Ama yaşamını önceden yaşamağa çalışmadan da
edemeyeceksin : yaşadığın kadarından çıkardığın
sonuçlar seni belirli yol ayırımlarına götürecek
— oralarda da, 'şuraya doğru / ya da buraya doğru'
kararını vermeğe zorlayacak:
Vermek zorundasın bu kararları.
Oysa senin kararlarına aldırmaz yaşamın —
karşına öyleşeyler çıkarır ki, uçup gider o
—sözümona 'derinlemesine düşünülmüş'—
kararlar, yönelmeler, hedefler :
çünkü, işte, yaşanmamışlardır.
İşte, yaşananlar alıp götürür yaşamını
— yaşamın da, budur işte:–
Yaşamın, yaşadıklarındır
— yaşamaya 'karar' verdiklerin,
ya da yaşamak 'istedik'lerin değil...
*
Yaşamında hep 'sahici' olmaya, yaşadıklarını 'sahiden'
yaşamaya —yaşamı 'sahi' yaşamağa— çalışacaksın;
ama, yaşadıklarında hep bir sahtelik arkaplanı,
bir yapmacıklık çizgisi, bir uydurulmuşluk havası
boy gösterecek. 
Tümceler...
Ne çok isterdin, değil mi — masanda, dingin, suskun, yalnız otururken, çevrende dizi dizi defterlerin, yazı dosyaların, kağıt zarfların, içiçe kalem kılıfların, gözlük kabın, yanında ayrı ayrı sıgara paketlerin, bira şişen, yarı dolu bardağın, yazdıklarını temize çektiğin daktilonun başında, kulağında derin bir müzik, bir an, yaptıklarını, yapamadıklarını, yapmakta olduklarını düşünerek dalmışken, dışarıda, karşındaki tülün örttüğü ışığın içinden, akşam yağan yaz yağmurunun berraklaştırdığı ılık havada, parlak öğle güneşi altında, Güney'den gelip birdenbire pencerenin pervazına konan, Poyraz'ın uçuşturduğu açık kahverengi, uçuk gökrengi tüyleriyle, orada, bir an aldırmazca duran, dönen, sonra, bir kez zıplayıp, başını çevirerek, yeniden kanat açıp, sanki kaygısız, tasasız, dertsiz, Kuzey'e doğru uçup giden o ufacık kuş, bir daha gelse — ama, bir seferliktir uçuşu; gelmez bir daha.
İstinye
*
Denize akan, ama sularını bulut ve yağmur olarak gerisingeriye alamayan bir ırmak gibi——
Gaziosmanpaşa/Ankara
*
Nasıl, dolgunlaşmış, kocaman, ama yeşil bir Domates, Ekim güneşinde kendisini kızartacak ışınları bulamayınca, dalıyla bağını kesip, kızarmanın, olgunlaşmanın yolunu, çürüme sürecinde ararsa...
Gaziosmanpaşa/Ankara
*
Deniz kıyısındaki kaldırıma dökülmüş sıcak asfaltın siyah zifti üstüne dolu dolu yağdırdığı incecik lifli bembeyaz dölüyle ak bir örtü örtüyor kara katranın üzerine koca Deli Kavak.
İstinye
"SARI YAZ"IN ÖĞLE RAKICISI
Görünmediğini —görülemeyeceğini— bile bile el salladı kıyıdan, ufukta burnu dönen tekneye; sonra açıkladı yaptığını, güneş altındaki sofrasına geri dönünce: "Bizim arkadaşlar — Pazartesi sabahı Istanbul'da olacaklar."
Yalıkavak
*
Kalfasını morgda teşhis etmek zorunda kalıp dört yıl sinir bozukluğundan hastane hastane gezen Terzi, konfeksiyoncu olup işlerini düzelttikten sonra, niye bir meyhaneye gelip iki tek atar? — Çünkü, yüzünü görememiştir : kafası göçertilmiş cesette teşhis edebildiği, yalnızca ayakkabıları olmuştur.
Cağaloğlu
*
Daha bir birası yarılanmadan hemen bir sonrakini ısmarlayan, arada da yalnızca sıgara ve kuruyemişle yetinen, kısa boylu, yanağında sakalıyla birleşerek uzamış bıyıklı, parkalı, dingin Adam : küçücük gözlerin niye o kadar devingen?
Cağaloğlu
*
Sivrisinek de olsalar : bir anda yüzlercesinin sabah pusu içinden hızla bataklık kavaklarının arasına dalan otobüsün öncamında ezilip ölmeleri, 'yazık-günah' — mı?
İzmit Körfezi
AKŞAMIN ÇIRAKLARI
Ovarak sabunladıkları yanaklarında,
ıslatarak taradıkları saçlarında, yağ yok :
silmişler izlerini kirli günün.
"Çöp Yolu"/Maslak
*
Konutlarla ve işyerleriyle çevrilerek ekonomikliğini çoktan yitirmiş bir fabrikanın toz-toprak içindeki avlusunda hurdaya çıkarılıp terkedilmiş bir kamyonun çürümeğe yüztutmuş kaputunun hemen altından boyvererek tamponuna ve radyatör çıkıntısına dayanarak yükselen körpe Kavak fidanı — aşağıda verimsiz toprağa saldığın kökler, yukarıda direndiğin demir yığınıyla ne kadar başedebilecek?
Gayrettepe
*
Beton içinde sedef pırıltıları — Güvercinlerin gözleri...
Osmanbey
*
Tekesi oturduğu park bankının gölgesinde uyuklayan yaşlı kadın yün örüyor — yoksa yün onun yünü mü?
Osmanbey
*
Hüsnü Amca'y[l]a
İki arsız Söğüt'ün arasına sıkışmış garip Kavak : sararan yaprakların onlardan önce karşılıyor kışı.
Çankaya
*
Ey karanlık rüzgar, artık (epey bir süre) takırdatamayacaksın ufak Palmiyeleri : kuru yapraklarını kestiler.
Elmadağ
*
Sararmış Karadutlar.
Selçuk
*
Sokak ortasına bırakılmış Palmiyeler.
Göztepe
*
Bil bakalım, Palmiyelerin kuruyan yaprakları dökülürken güdük saplar niye gövdeye yapışık kalırlar (insanlar onları budayana dek)?
—— Bilemedin! : — Kuşlar üstlerine yuva kursunlar diye!
Akyarlar
*
Martı öbekleri, Karabatak dizileri, Serçe noktaları...
Haydarpaşa
*
Demir konstrüksyon sundurmanın kırmızıya boyalı çatmalarının çevrelediği Koca Çınar'ın pleksiglas kaplamaya dayalı alt dallarının yaprakları yemyeşil.
Ortaköy
*
Sokak kenarında Kiraz — çiçeklenmiş;
bahçe içinde Atkestanesi — kocamış...
Çiftehavuzlar
*
En yoksul toprak bile
tohum doludur.
Arkent
MEYDAN
Bu taşlaşmış şehrin betonlaştırılmış sokaklarında bile saygılı bir doğa duygusunu koruyabilirsin : kendine duvar arkasına sıkıştırılmış bir çit seç; sonra, hergün, onun yanından yürüyüp geçerken, bak, düşün, sor : dallarını nasıl budamışlar; bak, düşün, sor : kaç tane yabani incir boyvermiş dallarının arasından; bak, düşün, sor : yaprakları dökülenler, ölmüş mü, yoksa yalnızca kışa mı hazırlanıyor; bak, düşün, sor : incirlerin sararan ufak yaprakları ne kadar zamanda dökülecek — bak, hep; düşün, hep; sor, hep : koruyabilirsin...
Beşiktaş
ÇIKARIM VE SONUÇ
Dalga köpürünce şırıldar.
Dalga'yı köpürten Rüzgardır.
Dalga'yı Rüzgar şırıldatır.
— Zaten, Rüzgar yaratmıştır Dalga'yı.
Karamürsel
*
Dünya, uyur da.
Yoğurtçubaşı/Çiftehavuzlar
*
İnsanların becerebildiği (o da akarsu kenarlarında) üç tür ağaç yetiştirmek — oysa o yavaş, dingin, kendinden emin Doğa, yüzlerce çiçeği nasıl da her yıl yeniden saçıyor heryana; insanların yemek için ektikleri tahılların tarlalarına da : kırmızı, mavi, mor, beyaz, pırıldıyorlar yenecek bitki-lerin tekdüze yeşil-sarılığı içinden.
Doğu Beyazıt
*
Evcilleştirilmiş Gelincikler
— yaban Laleleri...
İstinye Yokuşu
*
Yaz yorgunu Deniz
— birkaç bitkin Dalga...
Yalova
PALMİYE
Hayatında gördüğün en yükseğidir : gövdesinin sertleşerek düzgün bir kabuk oluşturmuş bölümü insan boyunu çoktan aşmış; budanmaktan kurtularak yıllar boyu kuruyup düşen yapraklarından artakalan sap uçlarıyla yükselip incelen bölümü ise, tepesindeki biraz küçük ve hüzünlü gözüken yeşil yapraklarıyla, arkasına kurulmuş apartmanın son katının hizasına varmıştır neredeyse — "Herhalde adını da öyle koymuşlardır" diye düşünürsün; yanına gelince de, okursun kapının üstünden : nitekim...
Çiftehavuzlar
*
Çiçek dolu kocaman Ihlamur'un üzerine yağan yaz yağmurunun süzülüp yere düşen her bir damlası biraz kokulanmaz mı?
Gümüşsuyu
*
Kendi halinde, 'doğal' durumunda, binbir güçlükle, güdük güdük gelişerek geçip gidecek bir bitki, 'bakım' altına alınınca nasıl da serpilip, boy verip, dolu dolu çiçeklenir.
İstinye
*
Öğlen saatlerinde üst üste yuvarladığı gazozlu votkalar eşliğinde yürüttüğü sohbette, karşısındaki Üsküdarlıya kendisinin de doğma-büyüme Üsküdarlı olduğunu kanıtlamağa çalışan zayıf, pardesülü adam, tanış olduklarını göstermek için öpmek üzere Milli Piyango satıcısına doğru hamle ettikten sonra, birahanenin ince talaş serili karolarından kaldırılıp sandalyesine oturtulunca, "Ben aslında hayatta düşmem — mümkün değil, mümkün değil..." dedi.
Beşiktaş
metiskitap