29 Eylül 2014

Ataol Behramoğlu - Bir Sabah Tanıdık Bir Şehre Girerken

Bir sabah tanıdık bir şehre girerken
Sıcak ve dost şeyler düşünür insan
Tanıdık bir yatak bekler sizi
Bir çocuk yüzü gülümser anılardan

Dost şehirler, sevgili, anne şehirler
Nice anılar, nice mutluluklar yaşadım her birinizde
Delikanlı bir sevinçle sokaklarınızdan geçtiğim oldu
Kederli günlerim oldu aklımı yitiresiye

Sonsuz kareli bir film gibi
Yaşamım geçiyor belleğimden
Tekrar etmek duygusu
Her şeyi yeniden, yeniden...

Bir sabah tanıdık bir şehre girerken
Hüzünlü, tuhaf şeyler düşünür insan
Sadece o şehrin değil
Kendisinin de değiştiği duygusundan...

Marlo Morgan - Bir çift yürek

Kafanın söylediklerini duymakla kalbinden gelen mesajı dinlemek arasındaki farkı öğren. Kafanın konuşması toplumun bir ürünüdür. Kalbin konuşması sonsuzluktan gelir.
*
Bizler birlik içinde düz bir yolda yürüyoruz.
Mutantlar pek çok değişik inançlara sahiptir.
Senin yolun benimkinden değişik derler , senin kurtarıcın benim kurtarıcım değildir , senin daima’n benimkinden farklıdır derler.
Oysa gerçek şudur ki yaşam tek bir yaşamdır.
İlerleme yolunda sadece bir tek oyun vardır.
Sadece tek bir ırk , değişik gölgeler vardır.
Sen birinin canını acıtırsan kendi canını acıtırsın , birine yardım edersen kendine yardım edersin .
Kan ve kemik bütün insanlarda bulunur . Farklı olan yürek ve niyettir. Atalarımız , doğmamış torunlarımız , her yerdeki tüm yaşam , bunların tümü birdir. 

Bir Çift Yürek

Binlerce yıldır sahip çıktıkları kültürleri, inançları ve farklı yaşam tarzları ile Aborjinler, her daim merak konusu olmaya devam ediyor. Marlo Morgan’ın kaleme aldığı Bir Çift Yürek, Aborjinlerin yaşamını etkileyici bir kurgu ile buluşturarak bu kadim kültürün keşfedilmesi için samimi bir ortam yaratıyor. Okurlar ve eleştirmenler tarafından tam not almayı başaran kitap, yaşamın hakikatini sorgulatan yönüyle okurlarının zihninde iz bırakıyor.

Bir İş Seyahati ile Başlayan Serüven

Esasen Amerikalı bir sağlık çalışanı olan Marlo Morgan, işi gereği bir süreliğine Avustralya’da bulundu. Ve bu süre içerisinde yerli halka da özel bir ilgi duymaya başladı. Burada Avustralya’nın en eski ve köklü halkı olan Aborjinlerin yaşamını derinlemesine inceleme fırsatı yakalayan Morgan, onlar hakkında öğrendiklerinden fazlasıyla etkilendi. Daha sonra ise bu öğrendiklerini herkese aktarabilmek adına Bir Çift Yürek’i kaleme aldı.

Doğa ile Bütünleşik Bir Yaşam

Bir Çift Yürek’te geçen hikaye, yazarın kendi ağzından okuyucuya aktarılıyor. Marlo Morgan, Avustralya’ya yaptığı iş seyahati sırasında yerli halkın sorunları ile yakından ilgileniyor. Bu durumdan fazlasıyla memnuniyet duyan Aborjin kabilesi, Morgan’a teşekkürlerini sunmak üzere bir davette bulunuyor. Morgan, bu davette kendisine karşı büyük bir özen gösterileceğini ve minnetlerin alışık olduğu şekilde sunulacağını düşünerek yol çıkıyor. Fakat kabilenin yanına vardığında gördükleri karşısında büyük bir şaşkınlık yaşıyor.

Bu olayın ardından Aborjinleri daha da fazla merak eden Morgan, onların ritüellerine ve gündelik yaşamlarına bir süre dahil olup topluluğu tam anlamıyla tanımaya karar veriyor. Bu süreç bir hayli meşakkatli olsa da yazar, tüm deneyimlerinin sonucunda dünyaya bakabileceği bambaşka bir pencere keşfediyor. Aborjinlerin doğayla olan bütünlüğü, doğaya ve birbirine olan saygıları, bu kadar ilkel görünmelerine rağmen sahip oldukları bilgi birikimi ve hayat felsefeleri Morgan’ı adeta büyülüyor.

27 Eylül 2014

Eğitimin kalitesini düşürmeniz yeterlidir.

 
Güney Afrika'da Bir Üniversitenin Girişindeki Yazı...
Bir ülkeyi yok etmek için atom bombası veya uzun menzilli füzelere ihtiyaç yoktur. Bunun için eğitim seviyesini düşürmek ve kopya çekilmesine müsade etmek yeterlidir. 
Bunun sonucunda: 
-Hastalar doktorların elinde can verir. 
-Binalar mühendislerin elinde çöker. 
-Para ekonomistler elinde kaybolur. 
-İnsanlık dinci akademisyenlerin elinde ölür. 
-Adalet hakimlerin elinde yok olur.
 
Birini suçlamak üzere ileri uzattığın elinin üç parmağının
seni gösterdiğini unutma!...Nietzsche


Bu ülkede sosyalist olmak için tüzük değil, büzük lazım büzük...Can Yücel 

Anladın mı beyaz adam?

Bir gün Kızılderililerden biri beyaz bir adamla buluşur.

Beyaz adam der ki:
Neden toprağı bizimle paylaşmıyorsunuz?

Kızıldeli cevap verir;
Siz toprağa emrediyorsunuz.
Emrettiğin şeyi dinlemezsin,
Dinlemediğin şeyi anlamazsın,
Anlamadığın şeyi sevemezsin,
Sevemediğin şeyden de korkarsın,
Korktuğun şeyi de yok edersin.

Anladın mı beyaz adam?


22 Eylül 2014

Nâzım Hikmet - Taranta - Babu'ya Mektuplar

Yaşamak ne güzel şey
Anlayarak, bir usta, kitap gibi
Bir sevda şarkısı gibi
Bir çocuk gibi şaşarak yaşamak...

Yaşamak birer birer ve hep beraber
İpekli bir kumaş dokur gibi
Hep bir ağızdan sevinçli sevinçli bir destan okur gibi
 

Schindler's List "Karanlıktaysan, gölgen bile seni yalnız bırakır."


Albert Camus - Sisyphos Söyleni

 
Sisifos Söyleni, Fransız yazar ve düşünürü Albert Camus'nün II. Dünya Savaşı ortasında yayımlanan deneme kitabıdır. 1942 yılında Fransa'da Le Mythe de Sisyphe adıyla basılmıştır. Kitap, adını Yunan mitolojisinden alır. Yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmayı, başka bir deyişle uyumsuzu anlatır. 

Sisifos, Homeros`a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Tanrıları kızdırması sonucu bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştı. Tam çıkardığı sırada taş aşağı yeniden yuvarlanıyor, taşın ardından bakan Sisifos aşağı inip tekrar taşı çıkarmaya çalışıyordu. Camus'ye göre bu kısır döngüyü trajik yapan da kahramanın her deneyişinde tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesidir.

Camus saçma kavramını burada kurar, yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Bu durum bütün dinlerin temelini oluşturur ve din sayesinde yaşama anlam verilebilir. Fakat Camus bunu kabul etmez, en büyük uyumsuz kahraman Sisifos üzerine saçmanın farkındalığının tarihsel gelişimini anlatır.

Dağın tepesinden kayanın düştüğünü gören Sisifos, inişi sırasında düşkün durumunun bütün enginliğini bilir. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan dolayı da "Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir."

Camus, pes etmez. Sisifos'un durumuna sonsuza kadar çare bulamayacağını bilir. Fakat, saçmanın geriletilebileceğinin farkındadır. Bu yüzden "tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter." diyerek intiharı haksız çıkartır.

 * * *
 
The Myth of Sysiphus
by Albert Camus

The gods had condemned Sisyphus to ceaselessly rolling a rock to the top of a mountain, whence the stone would fall back of its own weight. They had thought with some reason that there is no more dreadful punishment than futile and hopeless labor.
 
Tanrılar Sisifos'u bir kayayı durmadan bir dağın tepesine yuvarlamaya mahkum etmişti; böylece taş kendi ağırlığından düşecekti. Bir nedenden ötürü, boşuna ve umutsuz bir çalışmadan daha korkunç bir cezanın olamayacağını düşünmüşlerdi.

If one believes Homer, Sisyphus was the wisest and most prudent of mortals. According to another tradition, however, he was disposed to practice the profession of highwayman. I see no contradiction in this. Opinions differ as to the reasons why he became the futile laborer of the underworld. To begin with, he is accused of a certain levity in regard to the gods. He stole their secrets. Egina, the daughter of Esopus, was carried off by Jupiter. The father was shocked by that disappearance and complained to Sisyphus. He, who knew of the abduction, offered to tell about it on condition that Esopus would give water to the citadel of Corinth. To the celestial thunderbolts he preferred the benediction of water. He was punished for this in the underworld. Homer tells us also that Sisyphus had put Death in chains. Pluto could not endure the sight of his deserted, silent empire. He dispatched the god of war, who liberated Death from the hands of her conqueror.
 
 Homeros'a inanılırsa Sisifos ölümlülerin en bilgesi ve en basiretlisiydi. Ancak başka bir geleneğe göre, eşkıyalık mesleğini icra etme eğilimindeydi. Bunda bir çelişki görmüyorum. Yeraltı dünyasının nafile işçisi haline gelmesinin nedenleri konusunda görüşler farklılık gösteriyor. Öncelikle tanrılara karşı belli bir nezaketsizlikle suçlanıyor. Sırlarını çaldı. Esopus'un kızı Egina, Jüpiter tarafından kaçırıldı. Baba bu ortadan kaybolma karşısında şok oldu ve Sisifos'a şikayette bulundu. Kaçırılma olayını bilen o, Esopus'un Korint kalesine su vermesi şartıyla bunu anlatmayı teklif etti. Göksel yıldırımlara suyun kutsamasını tercih etti. Bunun için yeraltı dünyasında cezalandırıldı. Homeros ayrıca Sisifos'un Ölüm'ü zincire vurduğunu da anlatır. Plüton, ıssız, sessiz imparatorluğunun görüntüsüne dayanamadı. Ölümü fatihinin elinden kurtaran savaş tanrısını gönderdi.

It is said that Sisyphus, being near to death, rashly wanted to test his wife's love. He ordered her to cast his unburied body into the middle of the public square. Sisyphus woke up in the underworld. And there, annoyed by an obedience so contrary to human love, he obtained from Pluto permission to return to earth in order to chastise his wife. But when he had seen again the face of this world, enjoyed water and sun, warm stones and the sea, he no longer wanted to go back to the infernal darkness. Recalls, signs of anger, warnings were of no avail. Many years more he lived facing the curve of the gulf, the sparkling sea, and the smiles of earth. A decree of the gods was necessary. Mercury came and seized the impudent man by the collar and, snatching him from his joys, lead him forcibly back to the underworld, where his rock was ready for him.
 
Ölüme yaklaşan Sisifos'un aceleyle karısının sevgisini sınamak istediği söylenir. Ona, gömülmemiş cesedini meydanın ortasına atmasını emretti. Sisifos yeraltı dünyasında uyandı. Ve orada, insan sevgisine bu kadar aykırı bir itaatten rahatsız olarak, karısını cezalandırmak için Plüton'dan dünyaya dönme izni aldı. Ama bu dünyanın yüzünü yeniden gördüğünde, suyun ve güneşin, sıcak taşların ve denizin tadını çıkardığında, artık cehennem karanlığına geri dönmek istemiyordu. Hatırlatmalar, öfke işaretleri, uyarılar sonuç vermedi. Daha uzun yıllar körfezin kıvrımıyla, pırıl pırıl denizle, toprağın gülümsemesiyle karşı karşıya kaldı. Tanrıların bir fermanı gerekliydi. Merkür geldi ve küstah adamı yakasından yakaladı ve onu sevinçlerinden koparıp zorla yeraltı dünyasına geri götürdü, orada kayası onun için hazırdı.

You have already grasped that Sisyphus is the absurd hero. He is, as much through his passions as through his torture. His scorn of the gods, his hatred of death, and his passion for life won him that unspeakable penalty in which the whole being is exerted toward accomplishing nothing. This is the price that must be paid for the passions of this earth. Nothing is told us about Sisyphus in the underworld. Myths are made for the imagination to breathe life into them. As for this myth, one sees merely the whole effort of a body straining to raise the huge stone, to roll it, and push it up a slope a hundred times over; one sees the face screwed up, the cheek tight against the stone, the shoulder bracing the clay-covered mass, the foot wedging it, the fresh start with arms outstretched, the wholly human security of two earth-clotted hands. At the very end of his long effort measured by skyless space and time without depth, the purpose is achieved. Then Sisyphus watches the stone rush down in a few moments toward tlower world whence he will have to push it up again toward the summit. He goes back down to the plain.
 
 Sisifos'un absürd kahraman olduğunu zaten anlamışsınızdır. O, işkenceleri kadar tutkularıyla da öyledir. Tanrıları küçümsemesi, ölüme olan nefreti ve yaşama tutkusu, ona, tüm varlığın hiçbir şey başarmamak için çabaladığı o tarif edilemez cezayı kazandırdı. Bu dünyanın tutkuları için ödenmesi gereken bedel budur. Yeraltı dünyasında Sisifos hakkında bize hiçbir şey söylenmiyor. Efsaneler hayal gücünün onlara hayat vermesi için yaratılmıştır. Bu efsaneye gelince, devasa taşı kaldırmak, yuvarlamak ve yokuş yukarı yüzlerce kez itmek için çabalayan bir bedenin çabasından başka bir şey görülmüyor; buruşmuş yüz, taşa yaslanmış yanak, kil kaplı kütleyi destekleyen omuz, onu sıkıştıran ayak, uzatılmış kollarla yeni başlangıç, toprakla pıhtılaşmış iki elin tamamen insani güvenliği görülüyor. Göksüz uzay ve derinliği olmayan zamanla ölçülen uzun çabanın sonunda amaca ulaşılır. Sonra Sisifos, taşın birkaç dakika içinde daha düşük bir dünyaya doğru hızla inişini izler; oradan da onu tekrar zirveye doğru itmek zorunda kalacaktır. Ovaya geri döner.

It is during that return, that pause, that Sisyphus interests me. A face that toils so close to stones is already stone itself! I see that man going back down with a heavy yet measured step toward the torment of which he will never know the end. That hour like a breathing-space which returns as surely as his suffering, that is the hour of consciousness. At each of those moments when he leaves the heights and gradually sinks toward the lairs of the gods, he is superior to his fate. He is stronger than his rock.
 
 Sisifos'un ilgimi çektiği nokta işte bu dönüş, bu duraklamadır. Taşlara bu kadar yakın çalışan bir yüz, zaten taşın ta kendisidir! O adamın, sonunu asla bilemeyeceği bir azaba doğru ağır ama ölçülü bir adımla geri indiğini görüyorum. Acıları kadar kesin bir şekilde geri dönen bir nefes alma süresi gibi olan o saat, bilinç saatidir. Yüksekleri terk edip yavaş yavaş tanrıların inlerine doğru battığı anların her birinde, kaderinden üstündür. O, kayasından daha güçlüdür.

If this myth is tragic, that is because its hero is conscious. Where would his torture be, indeed, if at every step the hope of succeeding upheld him? The workman of today works everyday in his life at the same tasks, and his fate is no less absurd. But it is tragic only at the rare moments when it becomes conscious. Sisyphus, proletarian of the gods, powerless and rebellious, knows the whole extent of his wretched condition: it is what he thinks of during his descent. The lucidity that was to constitute his torture at the same time crowns his victory. There is no fate that can not be surmounted by scorn.
 
 Bu efsanenin trajik olması, kahramanının bilinçli olmasından kaynaklanmaktadır. Her adımda başarma umudu ona destek olsaydı, işkencesi nerede olurdu? Günümüzün işçisi hayatının her günü aynı işlerde çalışmaktadır ve kaderi de bundan daha az saçma değildir. Ancak yalnızca bilinçli hale geldiği nadir anlarda trajiktir. Tanrıların proleteri, güçsüz ve asi Sisifos, içinde bulunduğu sefil durumun tüm boyutlarını biliyor: İnerken düşündüğü şey bu. Ona işkence edecek olan berraklık aynı zamanda zaferini de taçlandırıyordu. Aşağılamanın üstesinden gelemeyeceği hiçbir kader yoktur.

If the descent is thus sometimes performed in sorrow, it can also take place in joy. This word is not too much. Again I fancy Sisyphus returning toward his rock, and the sorrow was in the beginning. When the images of earth cling too tightly to memory, when the call of happiness becomes too insistent, it happens that melancholy arises in man's heart: this is the rock's victory, this is the rock itself. The boundless grief is too heavy to bear. These are our nights of Gethsemane. But crushing truths perish from being acknowledged. Thus, Edipus at the outset obeys fate without knowing it. But from the moment he knows, his tragedy begins. Yet at the same moment, blind and desperate, he realizes that the only bond linking him to the world is the cool hand of a girl. Then a tremendous remark rings out: "Despite so many ordeals, my advanced age and the nobility of my soul make me conclude that all is well." Sophocles' Edipus, like Dostoevsky's Kirilov, thus gives the recipe for the absurd victory. Ancient wisdom confirms modern heroism. 

 İniş bazen üzüntüyle yapılsa da sevinçle de gerçekleşebilir. Bu kelime çok fazla değil. Yine Sisifos'un kayasına doğru döndüğünü hayal ediyorum ve üzüntü başlangıçtaydı. Dünyanın görüntüleri hafızaya çok sıkı yapıştığında, mutluluğun çağrısı çok ısrarcı hale geldiğinde, olur ki insanın yüreğinde melankoli yükselir: Bu kayanın zaferidir, bu kayanın kendisidir. Sınırsız keder taşınamayacak kadar ağırdır. Bunlar bizim Gethsemane gecelerimiz. Ancak ezici gerçekler kabul edilmedikçe yok olur. Böylece Edipus başlangıçta bilmeden kadere itaat eder. Ancak öğrendiği andan itibaren trajedisi başlar. Ancak aynı anda kör ve çaresiz bir halde, kendisini dünyaya bağlayan tek bağın bir kızın soğukkanlı eli olduğunu fark eder. Sonra muazzam bir söz duyulur: "Onca çetin sınava rağmen, ileri yaşım ve ruhumun asilliği, bana her şeyin yolunda olduğu sonucuna varmamı sağlıyor." Sofokles'in Edipus'u, Dostoyevski'nin Kirilov'u gibi, absürd zaferin tarifini veriyor. Kadim bilgelik modern kahramanlığı doğruluyor.

One does not discover the absurd without being tempted to write a manual of happiness. "What!---by such narrow ways--?" There is but one world, however. Happiness and the absurd are two sons of the same earth. They are inseparable. It would be a mistake to say that happiness necessarily springs from the absurd. Discovery. It happens as well that the felling of the absurd springs from happiness. "I conclude that all is well," says Edipus, and that remark is sacred. It echoes in the wild and limited universe of man. It teaches that all is not, has not been, exhausted. It drives out of this world a god who had come into it with dissatisfaction and a preference for futile suffering. It makes of fate a human matter, which must be settled among men. 

 İnsan mutluluğun el kitabını yazma isteği duymadan absürdlüğü keşfedemez. "Ne! ----bu kadar dar yollardan--?" Ancak tek bir dünya var. Mutluluk ve saçmalık aynı dünyanın iki oğludur. Onlar birbirinden ayrılamazlar. Mutluluğun zorunlu olarak saçmalıktan kaynaklandığını söylemek yanlış olur. Keşif. Uyumsuzluğun yıkılmasının mutluluktan kaynaklandığı da olur. Edipus "Her şeyin yolunda olduğu sonucuna vardım" diyor ve bu söz kutsaldır. İnsanın vahşi ve sınırlı evreninde yankılanıyor. Her şeyin tükenmediğini, tükenmediğini öğretir. Bu dünyaya tatminsizlikle ve beyhude acıları tercih ederek gelen bir tanrıyı bu dünyadan kovar. Kaderi insanlar arasında çözülmesi gereken bir insan meselesi haline getirir.

All Sisyphus' silent joy is contained therein. His fate belongs to him. His rock is a thing. Likewise, the absurd man, when he contemplates his torment, silences all the idols. In the universe suddenly restored to its silence, the myriad wondering little voices of the earth rise up. Unconscious, secret calls, invitations from all the faces, they are the necessary reverse and price of victory. There is no sun without shadow, and it is essential to know the night. The absurd man says yes and his efforts will henceforth be unceasing. If there is a personal fate, there is no higher destiny, or at least there is, but one which he concludes is inevitable and despicable. For the rest, he knows himself to be the master of his days. At that subtle moment when man glances backward over his life, Sisyphus returning toward his rock, in that slight pivoting he contemplates that series of unrelated actions which become his fate, created by him, combined under his memory's eye and soon sealed by his death. Thus, convinced of the wholly human origin of all that is human, a blind man eager to see who knows that the night has no end, he is still on the go. The rock is still rolling. 

 Sisifos'un tüm sessiz sevinci burada saklıdır. Kaderi ona aittir. Onun taşı bir şeydir. Aynı şekilde absürd adam da çektiği azabı düşündüğünde bütün putları susturur. Aniden sessizliğine kavuşan evrende, dünyanın sayısız harika küçük sesi yükseliyor. Bilinçsiz, gizli çağrılar, her taraftan gelen davetler, zaferin gerekli tersi ve bedelidir. Gölgesiz güneş olmaz, geceyi bilmek şarttır. Absürt adam evet der ve çabaları bundan sonra aralıksız olacaktır. Kişisel bir kader varsa, daha yüksek bir kader yoktur ya da en azından vardır, ancak onun kaçınılmaz ve aşağılık olduğu sonucuna varır. Geri kalanı için, kendisinin zamanının efendisi olduğunu biliyor. İnsanın hayatına geriye baktığı, Sisifos'un kayasına doğru döndüğü o ince anda, o hafif dönüşle, kendi kaderi haline gelen, kendisi tarafından yaratılan, hafızasının gözü önünde birleştirilen ve kısa süre sonra ölümüyle mühürlenen birbiriyle alakasız eylemler dizisini düşünür. Böylece, insani olan her şeyin tamamen insan kökenli olduğuna inanan, gecenin sonunun olmadığını bilen, görmeye hevesli kör bir adam hâlâ hareket halindedir. Kaya hâlâ yuvarlanıyor.

I leave Sisyphus at the foot of the mountain! One always finds one's burden again. But Sisyphus teaches the higher fidelity that negates the gods and raises rocks. He too concludes that all is well. This universe henceforth without a master seems to him neither sterile nor futile. Each atom of that stone, each mineral flake of that night filled mountain, in itself forms a world. The struggle itself toward the heights is enough to fill a man's heart. One must imagine Sisyphus happy. 

 Sisifos'u dağın eteğinde bırakıyorum! İnsan yükünü her zaman yeniden bulur. Ancak Sisifos, tanrıları reddeden ve kayaları yükselten yüksek sadakati öğretir. O da her şeyin yolunda olduğu sonucuna varıyor. Artık efendisi olmayan bu evren ona ne verimsiz ne de faydasız görünüyor. O taşın her atomu, o gece dolu dağın her mineral tanesi başlı başına bir dünya oluşturur. Yükseklere doğru mücadelenin kendisi bir adamın kalbini doldurmaya yeterlidir. Sisifos'u mutlu hayal etmek gerekir.

 Sisifos Söyleni

 Uyumsuz ve intihar

 Yaşama nedeni denilen şey aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de

 Varlığı yaşaması için gerekli olan uykudan yoksun bırakan bu çok önemli duygu nedir?

 Uyumsuz olması, umut ya da intihar yoluyla kendisinden sıyrılmayı mı gerektiriyor? 

Direnim ile açık görüşlülük, uyumsuzun, umudun ve ölümün birbirine karşılık verdikleri bu insan dışı oyunun ayrıcalıklı izleyicileridir. 

 Uyumsuz duvarlar

 Derin duygular da büyük yapıtlar gibi bilinçli olarak söylendiklerinde daha fazla anlam taşır her zaman.

 Uyumsuzluk duygusu, her sokağın dönemecinde, her adamın yüzüne çarpabilir. O durumuyla, acıklı çıplaklığı, parılıtısız ışıgı içinde, kavranılmaz bir şeydir. Ama bu güçlük bile düşünülmeye değer.

 Yalnızca görünüşlerin dökümü yapılabilir, yalnızca iklim duyulabilir.

 Bütün büyük eylemlerin, bütün büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır.

 İnsan düşüncesinin bir anlam taşıyabilecek biricik tarihini yazmak gerekseydi, yapılacak şey birbirinin kovalayan pişmanlıklarının ve güçsüzlüklerinin tarihini yazmak olurdu.

 Felsefece intihar

 Düşünmek birleştirmek, görünüşü büyük bir ilke çehresi altında bildik kılmak değildir. Düşünmek görmeyi yeniden öğrenmektir; bilinci yönetmek, her görüntüyü ayrıcalıklı bir yer durumuna getirmektir.

 Uyumsuz özgürlük

 Kendi koşulumun dışında olan bir anlamın benim için anlamı ne? 

 İntihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir.

 İnsanın özgür olup olmayacağını bilmek, bir efendisi olup olmayacağının bilinmesini buyurur.

 Seçeneği biliyoruz: ya özgür değiliz ve kötülükten her gücü elinde tutan Tanrı sorumludur; ya özgür ve sorumluyuz, ama Tanrı her gücü elinde tutmamaktadır.

 Ölümün de ezen, ama kurtaran, soylu Romalı elleri vardır. 


Bir Kadın Dünyayı Değiştirebilir

İşte Lucy’nin Hikayesi

Australopithecus Afarensis’ten Beyaz Perdeye, Bir Luc Besson Eseri

O teknolojinin anahtarı… Yıl 1974 Paleontologlar Etyopya’da kazı yapıyorlar. Birden hiç ummadıkları muhteşem bir güzellikte bir kadın onları selamlıyor. Fonda Beatles’ın “Lucy In The Sky With Diamonds” şarkısı çalıyor. Dört milyon yıl yaşındaki Lucy, geceye ve tüm insanlık evrim sürecine damgasını vuruyor. İşte gerçekle kurgunun birbirine karıştığı bir an daha başlıyor.

Lucy, 1974 yılında bir paleontolog ekibinin Doğu Afrika’da Etyopya’nın Hadar bölgesinde bulunan yaklaşık dört milyon yıl yaşındaki 105 cm. boyundaki Australopithecus afarensis fosilidir. Ekip Amerikalı ve Fransız paleontologlardan oluşur. Ne tesadüf ki yıl 2014 ve Fransız Yönetmen Luc Besson, Amerikan Fransız yapımı Lucy filmini vizyona koyar. Aradan geçen 40 yıl pek birşey değiştirmemiş gibidir.

Kazı ekibinin, tüm insalık evrim sürecini değiştirecek olan bu genç  kadınla ilgili kutlama yemeğinde, Beatles’ın “Lucy In The Sky With Diamonds” parçası çalar. İşte kahramanımızın ismi de o yemekte konur. LUCY

Müzik, antropoloji ve insan olmanın gizemi ile dolu bir gece...Tüm bu romantizme rağmen Lucy’nin hikayesi pek de keyifli değildir.

Lucy, yetişkin yaşta ölmüş bir dişinin hemen hemen eksiksiz iskelet kemiklerinin fosilidir. Havayla teması aniden kesildiği için kusursuz olarak korunmuştur. Tıpkı elmasın içine saklanmış bilgiler gibi, önümüzde durmaktadır. Havayla temasının aniden kesilmesi trajik bir hikayedir. Bununla birlikte o trajedi olmasaydı, bugün ellerin beyin gelişimine etkisine ilişkin bilgimiz eksik kalacaktı. O nedenle teşekkürler Lucy

Düşünüyorum da ben Lucy olsaydım ne hissederdim? Tüm insanlık sürecine ait bilgileri değiştirmek için ölmek kutsal bir görev olsa gerek. Peki, bu anlamda Lucy’i bu kadar önemli yapan neydi? Australopithekler en mükemmel örneği Lucy’dir, dik durmaya başlamış ve iki ayak üzerinde yürümeyi başarmışlardır.  Durduk yere niye göğe doğru ellerini uzatır ki insan? Lucy, Tanrı ve Musa’nın birbirine uzanan işaret parmağı gibi, göğe uzanır. Belki de parmaklarını yani ellerini fark ettiği en özel an budur. Acaba Lucy’de pek çok mit ve inanışta özel olan işaret parmağını mı uzatmıştı göğe? Lucy ile konuşmak isterdim. Elleri ile birşeyler üretebildiğinde ilk ne yapmıştı? Ya da ne yapmak istemişti? İnsan sayılmaya başlayan tür iki ayakları üzerinde duran ve ellerini kullanmaya başlayan türdür. Yani ne zaman ki dünyanın toprağından, gözyüzünün mavisine başımızı uzattık, işte o zaman insan olmaya başladık.

İnsanın ayağa kalkması aslında antropolojide tanımlandığı şekilde ön ayaklarının yani ellerinin boşa çıkmasıdır. Boşa çıkan eller, üretim ve yaratım ile evrimsel sıçramayı sağlar. Çünkü insan, artık teknoloji üretir. Bu teknolojinin ilk eserleri, görece ilkel çanak, çömlek, balta...olsalar da, insanlık tarihi artık ellerin ve beynin egemen olduğu bu yeni baskın türle hızla teknoloji üretir ve dünyayı değiştirecek potansiyelinin farkına varır. İnsan beyin ve elden ibaretttir. Düşündüklerimiz üretime, ürettiklerimiz düşüncelere dönüştükçe, sonsuz potansiyele açılan kapıdır. Lucy atamız olarak genlerimizde. Biz ne için göğe başımızı kaldırıyorsak Lucy de onun için ellerini göğe uzatmıştır belki.

Luc Besson, filminde değişim sürecini Lucy’nin vücuduna yerleştirilen sentetik uyuşturucunun aktive olması ile betimler ve ilk belirtisi de gözlerde ortaya çıkar. Kaleydoskop Gözlü Kızın yani Lucy’nin gözleri bir anda renkten renge biçimden biçime geçerek, kaleydoskop etkisi gösterir. Tıpkı Beatles’ın yıllar önce şarkısında söylediği gibi “Biri seni arıyor, usulca cevap veriyorsun, Kaleydoskop gözlü bir kız, Lucy gökyüzünde elmaslarla beraber…”

Gözlerin, kaleydoskop gibi ışığa baktığında sonsuz şekiller, renkler ve formlar yaratabiliyorsa, sen de bu evrim zincirinde üstlerde bir yerlerdesin. Lucy elmasların içinde bir kaleydoskopla seni, beni, hepimizi izliyor.

Luc Besson, izleyicinin her bilinç seviyesine göre anlayıp yorumlayabileceği bir eseri ortaya koyuyor. İster iyi bir aksiyon filmi gibi izleyin, isterseniz aydınlanma yolculuğunda bir rehber.

Fiziksel evrimin ruhsal tekamül ile desteklendiği, çağımıza dair bir film, Lucy. 
Beynimizin % kaçını kullandığımız ya da kullanabileceğimiz konusundaki görüşler tartışmalı olsa da, kalp ile beslenen ve emri sevgiden alan tüm düşünceler dünyaya hükmedecek güçtedir ve o günler yakındır.

Lucy şimdi elmasların dünyasından bizi izliyor. Sizde hayata yeniden bakmak için elinize bir kaleydoskop alın, ne dersiniz? Belki Lucy size gülümser.

21 Eylül 2014

Bedri Rahmi Eyüboğlu - Yaşamak

Kimi eskidiği için yaşar
Kimi yaşadıkça eskir
Ne tohumda keramet
Ne toprakta
Ne başakta
Marifet yaşamakta

20 Eylül 2014

Bertrand Russell 'Üç Tutku'

"Hayatımı basit ama ezici bir şekilde güçlü üç tutku yönetti: aşk özlemi, bilgi arayışı ve insanlığın çektiği acılar için dayanılmaz acıma. Bu tutkular, büyük rüzgarlar gibi, beni derin bir ıstırap okyanusu üzerinde, umutsuzluğun eşiğine varan dik bir rotada oraya buraya savurdu.”
 *
“Three passions, simple but overwhelmingly strong, have governed my life: the longing for love, the search for knowledge, and unbearable pity for the suffering of mankind. These passions, like great winds, have blown me hither and thither, in a wayward course, over a deep ocean of anguish, reaching to the very verge of despair.” 
 
Bertrand Russell -1967 (95 yaşında yazdığı otobiyografisinden)

16 Eylül 2014

Doğan Cüceloğlu "Kendi kalbine bakabilme cesareti olanlar mutlu olurlar."

İnsan kendini keşfettiğin zaman ancak gerçekliğe ulaşabilir ve gerçekten özgür olabilir. Kendi kalbine bakabilme cesareti olanlar mutlu olurlar. Hayatın gerçekleri kendi yüreğimizde saklıdır. Gerçeklik için olağanüstü bir kişiliğe sahip olmak gerekmez, olağanüstü şeyler de yapmamız gerekmez. Sadece insan kendi doğasında olana koşsa gerçeğe ulaşabilir. Kendi doğamızda var olanı yakalamamız durumunda gerçeği keşfederiz. Yalnızca kendin olmayı deneyenler özgürleşir. Kendi içine bakan, kendini, hayatı ve gerçeği keşfeder.

Rabindranath Tagore & Paul Eluard

Kendi renkleriyle yazmak istedim aşkın sözlerini; ama yüreğin derinliğine gömülmüş o renkler, gözyaşlarıysa soluk.
Anlar mıydın onları, dostum, renkleri olmasaydı sözlerin?
Kendi ezgileriyle söylemek istedim aşkın şarkılarını; ama yalnız yüreğimde duyuluyor o ezgiler, gözlerimse sessiz.
Anlar mıydın onları, dostum, ezgiler olmasaydı?
R. Tagore

Göz kapaklarımın üzerinde ayakta duruyor
Ve saçları saçlarımın içinde
Biçimi ellerimin biçiminde
Gözlerinin rengi gözlerimin renginde
Gölgemde yitip gidiyor
Tıpkı bir taş gibi gökyüzünde
Gözleri var her zaman açık
Ve bir an olsun uyutmaz beni
Düşleri var apaydınlık
Güneşleri buharlaştıran
Güldürür, ağlatır beni ve güldürür Konuşturur beni söylemeksizin tek bir söz...P. Eluard
 
 

Mina Urgan "küçük mutluluklar"

Küçük mutluluklar denilen şeyleri doğru dürüst değerlendirmesini bilirseniz, bunların aslında büyük, hem de çok büyük mutluluklar olduğunu anlarsınız. Örneğin, bütün bir yaz gününü, Anadolu yollarında toz toprak içinde külüstür bir otobüste geçirdikten sonra, akşamleyin küçük bir kıyı kasabasına varmışsınız. Ucuz bir pansiyonda soğuk bir duş yapıp, kumsaldaki kır gazinosuna gidiyorsunuz. İki ayağınız suya değecek biçimde masanızı denize doğru çekiyorsunuz. Garson, beyaz peynirinizi, kavununuzu ve rakınızı getirdikten sonra, hiç kimse görmeden usulcacık ayakkabılarınızı çıkarıp, bütün gün sıcaktan pişen ayaklarınızı bileğinize kadar serin denize sokuyorsunuz. Ve güneş karşınızda batarken rakınızı yavaş yavaş içiyorsunuz. Sorarım size, büyük bir mutluluk değil mi bu küçük mutluluk?
 
Bunca felâket, bunca zulüm, bunca haksızlıkla dolu bir dünyada köpekler gibi mutsuz olmanın kolaylığını bildiğim için, mutsuzluklarıyla övünenlere fena halde bozulurum. Mutsuz olmak bir marifet değildir. Çektiğin acıları gözler önüne sermemek, büyük kişisel mutlulukların peşinden koşmak ayıbından vazgeçip, küçük mutluluklara sığınmak, onlarla yetinmektir asıl marifet.
 
Bu küçük mutlulukları tadabilmeniz için, beylik anlamda mutlu olmanız, aile çevresinde huzurlu bir yaşantınız, başarıyla yürüttüğünüz bir işiniz, toplumda önemli bir mevkiniz, bol paranız filân olması şart değildir. Hattâ bunlar, küçük mutluluklara zaman ayırmanızı engelleyebilir bana kalırsa. Beş duyunuzun olması ve bu beş duyunun tam kapasite çalışması, yani sahiden görebilmeniz, sahiden işitebilmeniz, sahiden kokla-yabilmeniz, sahiden dokunabilmeniz ve ağzınıza koyduğunuz şeyin tadını sahiden alabilmeniz, küçük şeylerin sizi mutlu etmesine yeter de, artar da. Örneğin, işyerinizde gün boyunca çeşitli aksiliklerle boğuşmuşsunuz. Akşam evinize dönerken trafik sıkışıklığından ötürü sinirleriniz büsbütün bozulmuş. Sonunda oturacak yer bulamadığınız kalabalık vapurdan itile ka-kıla çıkıp, perişan bir halde Kadıköy'e varıyorsunuz. Evinize doğru yürüyünce, kafeslerdeki kuşların ve çiçeklerin satıldığı yerin yanından geçerken, bir güvercinin uçtuğunu görüyor, Çingene kızlarının sattığı karanfillerin kokusunu alıyorsunuz. Melih Cevdet'in o çok sevdiğiniz şiiri aklınıza geliyor hemen: Bir çift güvercin havalansa, Yanık yanık koksa karanfil.
 
Ezbere bildiğiniz şiiri mırıldanıyorsunuz yürürken. Bu arada muhabbet kuşlarının cıvıltısını duyuyorsunuz; denize bakıyorsunuz, batan güneşe bakıyorsunuz; pembe, yeşil, uçuk mavi bulutlan görüyorsunuz. Ve havanız tümüyle değişiyor. Fransızların douceur de vivre dediği duyguyu, yani yaşamanın tatlı keyfinin verdiği küçük mutluluğu tadıyorsunuz. Ne yazık ki, çoğumuzun farkına bile varamadığı bu önemsiz görünen ama aslında çok güzel şeyleri göremezseniz, koklayamazsanız, duya-mazsanız, yandınız gitti demektir. Sinir içinde evinize dönüp yaşamı kendinize de, çevrenize de zehir etmekten başka çareniz kalmaz o zaman.
 
Küçük mutluluklar, yaşamın bizi fazlasıyla yıpratmasını engeller ama, büyük felâketlerle, büyük acılarla karşılaşırsak, hiçbir işe yaramaz diyeceksiniz. Felâketlerin en büyüğüne uğrayan, yani sevdiği birinin ölümünü gören insanın karşısında iki seçenek vardır: Ya kendisi de hemen ölecek ya da felâkete katlanıp yaşamaya karar verecektir. Birinci seçenek ikincisinden çok daha kolaydır. Çünkü kendini öldürmek için anlık bir cesaret yeter. Oysa bir felâketle birlikte ömür boyu yaşamayı göze alabilmek için gerçekten yiğit olmak gerekir.
 

15 Eylül 2014

Ahmed Arif - Anadolu

Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının
Dayan kitap ile Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile...
 

  

14 Eylül 2014

Sabahattin Kudret Aksal - Tomurcuk

 
Vazgeçmededir aşkın güzelliği
Boy atarken alabildiğine gür
Düzlerde ırmaklar örneği yürür
Yeşerirken ak bademin çiçeği

Güzelliği vazgeçmededir aşkın
Dur kapısında bu masal ülkenin
Suyun ışığı kokusu yeşilin
Bırak bir deli tomurcukta kalsın

Aşkın güzelliği vazgeçmededir
Bilmediğin suların yaman dibi
Başında ilk yazın ağaçlar gibi
Bir gün daha beter büyür güçlenir.

Rüzgara, gelgite ya da denize aldırmıyorum artık. Zamana ya da kadere isyan etmiyorum, bana ait olan bana gelecek çünkü, biliyorum...Shakespeare

Sistem yanlış kafiyeden dolayı kilitlendi farkındayım
Her şey karmakarışık tam bir keşmekeş,
Vaziyet harika
Çizmeyi aşmanın tam zamanı şimdi
Hadi n’olursun hayat
Çal bir isyan havası...Hicri İzgören

Bak, bütün tınılar isyan bütün kemanlar gece. Duysana, kopuk ve uzak bir şeyler var aramızda. Ya beni bırak, ya sarıl bana...Birhan Keskin

Memleket bir kurtlar sofrasına döndü mü, isyan haktır...Attila İlhan

Ben öyle bir zerreyim ki,
bütün âleme isyan etmişim.
Havaya, toprağa isyan etmişim,
Ateşe, suya isyan etmişim.
Altı yöne isyan etmişim.
Beş duyuya isyan etmişim...Mevlana
 
Haykıracaksın ama isyan etmeyeceksin. Ağlayacaksın ama belli etmeyeceksin. Onsuz kalacaksın belki; ama asla vazgeçmeyeceksin...Can Yücel

Acı çekerken isyan ediyordum.İçimdeki yanlızlığı ve acıyı örtmek için etrafıma ışık saçtım.
Kabuğuma çekildiğim anlarda,odama kapandığımda,her yanlız kaldığımda hem öfkem,çaresizliğim hemde hayallerim vardı.Bir gün gelecekti ve herşey güzel olacaktı.Bir gün gelecekti ve herkes aslında kim olduğumu öğrenecekti.
Hayallerim her gün , her gece bana eşlik ediyordu.
Benim umudum , hayallerimdi...Aret Vartanyan

Yüreğimiz kabardığında her birimiz kahramanız. Her şeyi yakıp yıkıp uzaklaşmak, onurundan taviz vermemek, aşkının peşinden tüm düzeni alt üst edip gitmek, işi gücü bırakmak… Sonra korkular kontrolü alıyor. Kaybetmek, hayal kırıklığı yaşamak, geride kalanları düşünmek, gelecekte pişman olmak ve dahası… Bir anda olduğun yerde kalıyorsun. Kaldığın yerde de acabalar hiç bitmiyor, kendini bir mengeneye sıkıştırıyorsun. İki ucu boklu değnek. Yıllar da böyle geçip gidiyor, aynalar isyanını dinliyor, şarkılar, günlük avuntular sıkışmışlığına eşlik ediyor...Aret Vartanyan

Beni düşün şehre her yağmur yağdığında
Islak ve kırılgan bir türkünün içinde
Göğsünden dudaklarına, doğru sancılı bir isyan kabardığında
Bastırarak kalbini avuçlarınla
Sesini okşadığımı bil...Yusuf Hayaloğlu

Delirir isyanım…
Bu garip fani beden, bu deli ruh benim.
Atamam satamam, dert benim dertler benim…
Bu acı kızgın hüzün, kırık düşler benim,
Susamam susturamam, söz benim sözler benim…Funda Arar(Müzik)
Funda Arar - Kırık Düşler (Official Video) - YouTube

Mutlu insanlar tanıdım;  Onlar sadece ne iseler o oldukları için mutluydular.    Ve hiç isyan etmedikleri için huzurluydular...Goethe

Adına aşk koyduğun o büyük boşluğa
Ben koca bir hayat sığdırdım…
Beni sevmemene isyan edip kaçmak,
Sende aradıklarımı hayatla doldurmaya çalışmak,
Ruhumun en büyük yanılgısıydı…
Hayat bana en acımasız yüzünü
Sevgini inkar ettiğim zamanlarda gösterdi…
Ve şimdi asıl olmam gereken yerde,
Hayata başladığım yerde, kalbindeyim…
Vazgeçilmez oluşunun sırrı bu işte:
Senin olmadığın yerde ne olduğunu biliyorum…Cezmi Ersöz

13 Eylül 2014

Theodor Adorno - Minima Moralia


MİNİ MAMORALİA, Adorno’nun baş yapıtıdır. İlgilendiği bütün alanları bu kitapta-bazen birkaç sayfalık tek bir fragman içinde- bir araya getirmiştir: Felsefe, günlük yaşam, siyaset ve işçi hareketinin tarihi, edebiyat ve müzik, psikoloji, Faşizm, ırkçılık ve savaş . Bir polemik kitabı olarak da görülebilir: Bütün bu konuları , karşılarında eleştirel bir tutum aldığı düşünce sistemleriyle (örneğin varoluşçuluk veya psikanaliz) ve Heidegger gibi düşünürlerle kimi zaman açık kimi zaman örtük bir tartışma içinde işlemektedir. Adorno’nun kendine özgü yöntemi de bu kitapta en güçlü ifadesini bulur: İlk bakışta önemsiz görünebilen tek bir olay ya da nesne (örneğin astroloji) Adorno’nun merceği altında, büyük tarihsel eğilimleri açıklayan bir şifre olarak belirmektedir. Sunuş yazısında kendisi şöyle diyor: “Kitabın her üç bölümünde de çıkış noktası , en dar haliyle özel alandır... Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle ilgilidir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir.” Ama bu parçalar kitabına herhangi bir yerinden girmek de mümkündür: Amacının “her noktası merkeze aynı uzaklıkta olan bir yazı ya” ulaşmak olduğunu yine bu kitabın bir yerinde Adorno’nun kendisi söylemiştir.

  Theodor W. Adomo (1903-69) "Frankfurt Okulu" ya da "Eleştirel Kuram" olarak anılan düşünce hareketinin en önemli üyelerindendir. Babası, Protestanlığa geçmiş Yahudi kökenli bir şarap imalatçısı, annesi Fransız/Korsika kökenli bir opera sanatçısıydı. Katolik bir aileden gelen annesi tarafından nüfus kütüğüne Wiesengrund-Adorno olarak kaydettirilen Adorno, 1943'ten itibaren sadece anne soyadını kullanmıştır. Frankfurt'ta müzik ve felsefe öğrenimi gördü. Siegfried Kracauer, György Lukacs, Ernst Bloch ve Walter Benjamin gibi dönemin radikal yazarlarının etkisi altında Marksizme yaklaştı, ancak herhangi bir siyasal partiye katılmadı. Düşüncesinin oluşumunda asıl önemli olan figürler, besteci Arnold Schönberg ile Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü'nün yöneticisi Max Horkheimer'di. Adorno da 1930'ların başında Enstitü'ye katıldı. Nazilerin Almanya'da iktidarı almalarından sonra İngiltere'ye ve ardından ABD' ye göç etti. Burada, kendi yönetimindeki bir çalışma grubuyla, sonradan aynı başlıkla yayımlanacak olan Otoriter Kişilik (TheAuthoritarianPersonality, 1950) araştırmasını yönetti. Savaştan sonra Frankfurt'a dönerek Horkheimer'la birlikte Enstitü'yü yeniden kurdu. Diğer önemli yapıtları, Philosophie der neuen Musik (1949; Modern Müziğin Felsefesi), Dialektik derAufklaerung (Horkheimer ile, 1947; Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabala), Negative Dialektik(1960;Negatif Diyalektik) ve Asthetische Theorie'dir (1970; Estetik Kuramı )

Çevirenler: Orhan Koçak Ahmet Doğukan

Son olarak. Umutsuzluk karşısında sorumlu bir biçimde sürdürülebilecek tek felsefe, her şeyi kurtarılmanın bakış açısından görünecekleri biçimiyle düşünme çabasıdır. Kurtarılışın dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin; başka her şey kurgudur, tekrardır, sadece tekniktir. Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki dünyayı yerinden uğratsın, yadırgatsın, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığıyla göstersin. Keyfiliğe ya da cebre kaymadan, sadece nesnelerle temas yoluyla böyle perspektiflere ulaşmak düşüncenin görevi sadece budur. En kolay şeydir bu, çünkü durum bunu istemektedir bizden, çünkü sonuna kadar götürülen negatiflik, adı konduğunda ve göz kırpmadan yüzleşildiğinde, kendi karşıtının ayna imgesini verir. Ama aynı zamanda en imkansız olan şeydir, çünkü varoluşun menzilinin dışında duran, bir milim bile olsa dışında duran bir bakış açısını gerektirir; oysa hepimiz biliyoruz ki herhangi bir geçerli bilgi ancak varolandan elde edilebilir, ama böyle olduğu için de kaçmaya çalıştığı sefalet ve çarpıklığın izlerini taşır. Düşünce, koşulsuz olan adına kendi koşulluluğunu ne kadar yadsırsa, dünyaya da o kadar bilinçsizce ve dolayısıyla o kadar yıkıcı biçimde teslim eder kendini. Sonunda kendi imkansızlığını bile mümkün olan adına kavramak zorundadır. Ama düşüncenin böylece altına girdiği yükün yanında, kurtarılmanın gerçekliği ya da gerçekdışılığı sorunu da pek önemsizdir.  

SUNUŞ 

Burada dostuma bazı parçalarını sunabildiğim kederli bilim, en eski çağlardanberi felsefenin asıl alanı olarak görülmüş ama onun yönteme dönüşmesiylebirlikte düşünsel ihmale, veciz keyfiliklere ve sonunda unutuluşa terk edilmiş birbölgeyle ilişkilidir: Doğru yaşam öğretisi. Felsefecilerin bir zamanlar yaşam olarakbildikleri şey, önce özel yaşamın, sonra da sadece tüketimin alanı haline gelmiştir:Maddi üretim sürecinin bir eklentisi olarak onun peşinden sürüklenip giden,özerklikten veya kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti. Yaşamın en dolaysızhakikatini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireyselvaroluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleriaraştırmak zorundadır. Dolaysız olandan dolaysız biçimde söz etmek, yarattıklarıkuklaları geçip gitmiş tutkuların ucuz mücevher benzeri taklitleriyle süsleyen oromancılar gibi davranmak olur.Bir makinenin parçalarından başka bir şeyolmayan insanlar, böyle romanlarda, hâlâ özne olarak davranma kapasitesinesahip kişiler gibi sunulmaktadır bize - sanki hâlâ onların eylemine bağlı olan birşey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.

Yaşamla üretim arasındaki -ilkini ikincinin anlık bir görünüşüne indirgeyen- builişki tümüyle saçmadır. Araçlarla amaçlar yer değiştirmiştir. Ancak, bu ahmakquid pro quo'nun [bir şeye karşılık bir başka şey; alışveriş] farkında olan cılız birsezgi de henüz yaşamdan büsbütün silinmiş değildir. İndirgenmiş ve alçaltılmışöz, kendisini bir yüzeye dönüştüren büyüye karşı inatla direnmektedir. Üretimilişkilerindeki değişmenin kendisi de, büyük ölçüde, sadece üretimin yansıma biçimi ve gerçek yaşamın karikatürü olan "tüketim alanında" olup bitenlere,demek insanların bilincinde ve bilinçdışında meydana gelen değişmelere bağlıdır. İnsanlar, ancak üretime karşı durarak, bu düzenin içinde büsbütün erimeyi reddederek insana daha yakışan bir dünyanın doğmasını sağlayabilirler. Tüketim alanının kendi kötü amaçları için savunduğu yaşam görünüşü de tümüyle silinecek olursa, mutlak üretim bütün vahşetiyle egemen olur. 

Yine de, yaşam görünüşe dönüştüğü ölçüde, özneden yola çıkan bir düşünüş deyanlışlardan kurtulamayacaktır. Tarihsel devinimin bugünkü evresinde kazandığıkarşı konulmaz nesnellik şimdilik sadece öznenin çözülmesine yol açtığı ve onun yerini de henüz bir yenisi almadığı için, bireysel deneyim şu anda eski özneye dayanmak zorunda kalmaktadır. Tarihsel olarak bitmiş, mahkûm olmuştur bu eski özne: Hâlâ kendi-içindir, ama artık kendinde değildir.1 Özne hâlâ kendi özerkliğinden emindir, ama toplama kamplarının özneye açıkça gösterdiği hiçleşme şimdi öznellik biçiminin kendisini de etkisi altına almaya başlamıştır.Öznel düşünüşte, kendine karşı eleştirel bir uyanıklık geliştirdiği anlarda bile,duygusal ve çağdışı bir yön vardır: Dünyanın seyriyle ilgili bir yakınmayı andırıyordur - reddedilmesi gereken bir yakınma, ama samimi olmadığı için değil,yakınan öznenin bu yakınma halinde tutulup kalması ve böylece dünyanın seyrine kendi payıyla katılması tehlikesine yol açtığı için. Kişinin kendi bilinç durumuna ve deneyimine sadakati, bireyseli aşan ve yapılmış olduğu maddenin adını koyan o sezişi inkâr ettiği ölçüde, her an sadakatsizliğe dönüşme olasılığıyla yüklüdür. İşte, yöntemi Minima Moralia'nınkini de belirlemiş olan Hegel de her düzeydeki öznelliğin sırf kendi için varoluşuna karşı geliştiriyordu savlarını. Yalıtılmış her şeyden nefret eden diyalektik teori, aforizmayı da düpedüz benimseyemez. En fazla, Tinin Fenomenolojisi'nin önsözünden alınma bir deyimle, birer "söyleşi" olarak hoş görebilir böyle özdeyişsel biçimleri. Ama bunun zamanı geçmiştir. Yine de, bu kitap ne sistemin dışarda hiçbir şeyin kalmasına izin veremeyen bütünsellik iddiasını unutacaktır, ne de yine sistemin kendisinin bu iddiayı çelmelediğini. Hegel, başka her durumda tutkuyla savunduğu ilkeye özneyle ilişkisinde hiç saygı göstermemiştir: Konunun^içinde olmak ve "hep ötesinde olmamak", "konunun içkin içeriğine) nüfuz etmek." Eğer bugün özne kayboluyorsa, aforizmalar da "uçucu ve geçici olandaki özsel ve zorunlu olanı görme" görevini üstlenmek durumundadırlar. Hegel'in pratiğine karşı ama düşüncesine uygun olarak, negatiftik üzerinde ısrar eder aforizmalar: "Tinin yaşamı, ancak kendini mutlak parçalanmışlıkta keşfettiğinde kendi hakikatine erişir.

Tin, hir şeyin boş, geçersiz ya da sahte olduğunu söyleyip başka bir .şeye geçen,bir pozitif olarak negatiften yüz çeviren bir güç değildir. Tin ancak negatifin yüzüne dimdik baktığında, yuvasını orada kurduğunda bir güç haline gelir." 2 Hegel'in Kendi sezişine ters düşmek pahasına bireyi küçümseyişi, bir paradoks gibi görünse de, liberal düşünüşle zorunlu içiçeliğinden kaynaklanıyordur aslında. Bütün karşıtlıkları boyunca iç uyumunu koruyan bir bütünlük anlayışı, sürecin yöneltici uğraklarından biri olarak gördüğü bireyleşmeye, bütünün kuruluşunda yine de daha önemsiz bir rol vermeye zorlamıştır onu. Tarih-öncesinde3 nesnel eğilimin insanları aşarak, hatta bireysel nitelikleri ortadan kaldırarak kendini ortaya koymasının ve genelle tikel arasındaki barışın -düşüncede kurgulandığı halde- tarihte şimdiye değin hiçbir zaman gerçekleşmeyişinin bilinci Hegel'de bir çarpılmaya uğrar: Huzurlu bir aldırışsızlıkla bir kez daha tikelin tasfiyesi lehinde kullanıyordur oyunu. Yapıtının hiçbir noktasında bütünün önceliğine kuşkuyla yaklaşmaz. Hegel'in mantığında olduğu gibi tarihte de kendi üzerinde düşünen yalıtılmışlıktan yüceltilmiş bütüne geçişin tartışmalı niteliği ne kadar artarsa, varolanın meşrulaştırılması olarak felsefe de nesnel eğilimin zafer alayına o kadar büyük bir şevkle katılır. Bireyleşme denen toplumsal ilkenin sonunda yazgısallığın zaferine dönüşmesi de felsefeye bu açıdan yeterli vesile sunuyordur. Hegel, hem burjuva toplumunu hem de onun temel kategorisi olan bireyi hipostazlaştırırken,4 ikisi arasındaki diyalektiği yeterince çalıştırmamıştır. Bütünlüğün kendini üretmek ve yeniden-üretmek için tam da üyelerinin birbirine karşıt çıkarları arasındaki bağlantıları kullandığını klasik iktisatın yardımıyla görebilmektedir elbet. Ama birey kategorisinin kendisi, Hegel için çoğu zaman indirgenmez bir veridir: Tam da bilgi teorisinde çözdüğü, ayrıştırdığı şey. Oysa bireyci bir toplumda geçerli olan, genelin kendini tikellerin karşılıklı etkileşimi aracılığıyla gerçekleştirmesinden ibaret değildir; birey de özünde toplumdan yapılmıştır. ^ Bu yüzden,toplumsal analizin bireysel deneyimden öğreneceği çok şey vardır, Hegel'in teslim ettiğiyle karşılaştırılamayacak kadar çok; öte yandan, büyük tarihsel kategoriler de, işlenmesine yardımcı oldukları onca suçtan sonra, sahtekârlık şaibesinden muaf sayılamazlar artık. Hegel'in felsefesinin şekillenmesinden bu yana geçen yüz elli yıl içinde, karşı çıkış gücünün bir kısmı yeniden bireye geçmiştir. Bireyin deneyim zenginliği, iç farklılaşması ve canlılığı, Hegel'de karşılaştığı o ataerkil ve küçümseyici ilgiye sığamayacak kadar büyüktür bugün: Toplumun toplumsallaşması bireyi ne kadar zayıflatmış ve temellerini çürütmüşse bu zenginlik ve canlılık da o kadar artmıştır. Bireyin çürüme dönemindeki özdeneyimi ve karşılaştıkları, bir kez daha bilginin kaynaklarından biridir şimdi - o birey ki, hiç tınmadan kendini pozitif bir biçimde egemen kategori olarak kurguladığı bütün bir dönem boyunca bu bilgiyi sadece karartmak ve bulandırmakla kalmıştı. Farklılığın silinmesinin başlı başına bir amaç ilan edildiği bu totaliter korolar döneminde, kurtuluşun toplumsal gücünün bile bir kısmı geçici olarak bireysel alana çekilmiş olabilir. Eğer eleştirel teori orada oyalanıyorsa,sadece suçlu bir vicdanla yapmıyordur bunu.

Ama böyle bir denemenin tartışmalı bir yönü olduğunu da inkâr edemem. Bu kitabın büyük kısmı savaş sırasında, düşünmenin zorunlu olarak düşüncelere dalmak ve seyretmek anlamına geldiği bir dönemde yazılmıştı. Beni kovan şiddet, böylece kendisini tam olarak anlamamı da engellemiş oluyordu. Sözü edilemeyecek kadar korkunç kolektif olaylar karşısında bireysel konulardan hâlâ söz açabilmenin de bir suç ortaklığı içerdiğini kendime itiraf edememiştim henüz. Üç bölümde de çıkış noktası en dar haliyle özel alandır: Göçmen aydının özel alanı. Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle ilgilidir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir, kesin ve kapsayıcı olma iddiası taşımadan: Hepsinin amacı, kurcalanması gereken bazı noktaları belirtmek veya daha sonraki bir zorlu düşünme çabası için küçük modeller sunmaktır. 

Bu kitabın yazılmasının dolaysız vesilesi, Max Horkheimer'in 14 Şubat 1945'te kutlanan ellinci yaş günüydü. Kompozisyon, dış koşullar nedeniyle ortak çalışmalarımıza ara vermek zorunda kaldığımız bir dönemde yapıldı. Şükran ve sadakati, bu kesintiyi yok sayarak göstermeyi amaçlıyor kitap. Bir iç diyaloga tanıklık ediyor: Hiçbir düşünce yok ki burada, onu kâğıda geçirmeye vakit bulmuş adam kadar Horkheimer'e de ait olmasın. Minima Moralia'nın özgül yaklaşımı, paylaştığımız felsefenin kimi yönlerini öznel deneyim açısından sunma çabası, parçaların, parçası oldukları felsefenin taleplerini tam olarak yerine getirmemelerini de zorunlu kılıyor. Biçimin bağlayıcı olmayan ve bağlantısız niteliği, belirtik teorik tutarlılığın reddedilmesi, bunun bir ifadesidir. Aynı zamanda bu azla yetmiş, ancak iki kişi tarafından gerçekleştirilebilecek bu işin sadece biri tarafından inatla sürdürülmesinin doğurduğu haksızlığı da bir ölçüde hafifletebilecektir belki. Öte yandan, bu ortak çabalardan bugün de vazgeçmiş değiliz.

Aslı Erdoğan 'Aynanın Dibine Yolculuk' (İmgeler)

Bir kuyuda unutulmuştum. Çoktan ölmüş olmalıydım. Üzerime yığılı taşlardan bir kilise korosu yankılanıyordu. Gökyüzünün gölgesi soluyabileceğim havayı sıvılaştırıyor, günün ilk saatlerini eziyordu. Uzaklarda, bir kadın idam ediliyordu. Güneş doğarken, henüz tam aydınlanmamış gri denize bir kova kan döküldü, peşi sıra sahipsiz, çıplak bir ceset yavaşça suya bırakıldı. Elimdeki bataklık orkidesini sıkarak sarı bir sütte boğuldum.
Bedenini yok etmek ve yeniden yaratmak. Yitirdiklerini yeniden yitirmek. Unutmak. Müzikte yok olmak. Korkuyla terlemek, düşünmekten vazgeçmek, bir an bile gözünü ayıramadan, sabit bakışlarla duvarlara bakmak, artık geri gelmeyen bir ezgiyi boş yere beklemek. Bedenini parçalara ayırmaya devam etmek. Hiçbir şey ummamak, hiçbir şey beklememek. Bir taş, bir ağaç, bir toz zerresi olmayı öğrenmek. Acıyı kaslarında, karnında duyumsamak, dünyayı rahminde taşımak. Kırılan tırnaklarla çizmek. Kendi ellerinle konuşmak. Ölmek. Olmak.
Bir ağacın köklerinden başlayıp doğan güneşe doğru bir yolculuk yapmak ve var oluşunun gerçek öyküsünü bir ağaçtan dinlemek.
Çünkü kendimi arıyorum, kendi öykülerimi. Tahta sandalyenin üzerine asılı kementte, iki bin yaşındaki zeytin ağacının boğumlarında, uğursuzluktan korunmak için kulübenin kapısına diri diri çivilenmiş baykuşun son bakışlarında, ormanın derinliklerinden öldürülmek için çıkıp gelen ceylanda, avcıdan kaçan yaralı hayvanda – yarısı parçalanmış gövdesini güçlükle sürükleyen bir tilki. Giderek korkunçlaşan imgelerde, parçalanarak çoğalan tek öyküde. Yaşamın sesinin zayıfladığı öykülerde.

Bu gece göğsünden siyah kan sızan bir kadınım. Daireyi kesen Ay-Kadın.

Tabut çivileriyle mıhlandığım bir yoldayım bu gece. Parçalanarak, kırarak, dağıtarak, yok ederek, küçük hayvancıkların ve midye kabuklarının üzerine basarak yürüyorum; adımlarım vahşi bir ritimde; sadece benim görüntümü yansıtan uzaklardaki bir aynaya doğru. Daha karanlığa ve daha derinlere, bedenin diplerinde saklı ölüme doğru. Bir ormanın kalbine yaklaşır gibi sessizlik artıyor, artıyor. Eski bir yolculuğun izlerinde kayboluyorum.Köşeye sıkıştırılan hayatın çığlığını duyar ve alayla gülümser ölüm. O herkese farklı bir yüzünü gösterir ve yüzü maske gözleri kadar sır doludur.
Gözlerimi karanlığa açtığımda onu hatırladım. Onun bakışsız heykel gözlerini. Boşluk olmayı, yalnızca boşluk olmayı reddetseydi, tek bir an için gözleri bir bakış kazansaydı, giderek küçülen gözbebeklerinde kendi imgemi görebilseydim, hiçliğin yankısı yerine bir tını duyabilseydim.
Kendinin Medea’sı olmak. Bedenini parçalamak, göğüslerini kesip açmak, gizledikleri acıyı çekip çıkarmak. Sahipsiz gözlere sunmak, bir avuntu bekleyemeden. Yüzünü maskesiz ve çırılçıplak gösterecek aynalar, kanından aynalar yaratmak. Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Her kopuşta parçalanmak. Bir parçanı geride bırakmak, her ayrılışta, her unutuşta. Sonra izlerinden, o çürümeye başlamış uzuvlarından ve kan pıhtılarından ve korkunç öykülerinden kendini yeniden kurmaya çalışmak. Geriye doğru yaşayan büyücü gibi ölümünü yaşamından önce öğrenmek. Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmek.
Hayatın rasgele öfkesine karşı durabilen tek güzellikti. Neydi o benim için? Hiç gidemeyeceğim bir sekoya ormanı. Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş, söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş, gırtlakta takılıp kalmış bir söz, postaya verilmemiş bir mektup. Görülemeyen kentler, doruklarına çıkılamayan dağlar, sırları keşfedilemeyen ormanlar. Hiç gidemeyeceğim bir okyanus. Başlamamış ilişkilerin acısı. Sonu getirilemeyen cümleler.
İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur.
Kendimi buldum ve yeniden yitirdim; sabah olmadan unutulan düşlerde, dalgaların sildiği kuma çizilmiş resimlerde, yaraların sessizce kabuk bağlayışında iyileşirken, yakılan kuru yapraklarda, çiçeklerin güneş batarken kendi içine kapanışında. Acıyla bağırırken şarkısı dinlenen bir güvercin oldum, yaralı gövdesindeki kurşunun anlamını çözmeye çalışan bir kurt, bir sekoya ağacı. Sekoyalar, sekoyalar, sekoyalar...
 Mucizevi Mandarin

Cesare Pavese - Ay ve Şenlik Ateşleri



Yaşamını bir otel odasında kendi elleriyle noktalayan, çağdaş İtalyan edebiyatının büyük ustası Cesare Pavese (1908-1950) 1949 yılının eylül-kasım ayları arasında yazdığı son romanı Ay ve Şenlik Ateşleri'nde, kalemiyle yarattığı dünyanın bireşimini yapıyor sanki. Kendi geçmişiyle ve okurlarıyla hesaplaşıyor. Amerika'da para-pul sahibi olduktan sonra, İkinci Dünya Savaşının hemen ertesinde doğduğu köye dönen Anguilla, eski arkadaşı Nuto ile yaptığı konuşmalar aracılığıyla çocukluğunun günlerine, kişilerine döner ve direnişçilere ihanet ettiği için öldürülen genç bir kızın ölüsünün yakıldığı ateş, aynı zamanda geçmişin de küllerini savuran bir şenlik ateşine dönüşür. Kişisel anılarla bezeli geçmişi dengeleyen şimdiki zaman da, aynı oranda çetindir ve simgesini ailesini öldürdükten sonra evini tutuşturarak bir başka şenlik ateşi yakan köylü Valino'da bulur. En olgun yapıtı sayılan Ay ve Şenlik Ateşleri'nde Pavese benzersiz bir doğa sevgisini, kırsal kesimin ahlak anlayışını ve yazgıya karşı koymanın anlamsızlığını vurguluyor. Ay ve Şenlik Ateşleri özlemlerin ve olağanüstü bir hüznün romanı.

Tezer Özlü - Yaşamın Ucuna Yolculuk

İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu araken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?

Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişi güzel bakarken. Hiç bir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken. Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiç birini tanımazken, bir mağazadan gelişi güzel yiyecek seçerken ya dabir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz?

Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü.

Her anı ölüdür.

Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadı­ğımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sor­dukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum.
Ve hepsi­ne haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yü­zey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin “medeni durum” dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine sap­tadığınız için ben de eriştim. 
Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene eriş­mek o denli kolay ki…
Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm ya­şamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgula­rının sizler için hiçbir değeri yok ki.. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hep­sini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl an­layışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağda­şan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermedi­ğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediği­niz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.
Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Ev­lerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuru­luşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, se­rum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile ol­mayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaala­nı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabah­ta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.
Herhangi bir yol. Bu yolun İstanbul’da bitmesi bir rastlantı. Kenti, ülkeyi, yolları ben seçmedim ki. Hiçbir yerde değilim. Hiçbir yerde olmayacağım. Hiçbir şeyi benimsemeyeceğim. Uzay kentlerini andıran bu otelde yıllar boyu binlerce insan konaklayacak. Ben onlardan birincisiyim. Burada oturuyorum ve temmuz ayının zaman zaman bulutlanan gökyüzüne bakıyo­rum. İnsanlarla konuşuyorum. Özlediğim tepelere bakıyorum. Her tepe benim değil mi. Her toprak. Her insan. Her insan ben değil miyim. Her insan kendi sevgisini taşımıyor mu. O halde neden ilişkileri bir tek insanda toplamak. Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum dedikleri kitlenin bir arada­ki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor. Aklı­mı ellerinizden kurtardım. Geçti. Ben gökyüzümün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve son­suz ufku boyunca sürekli gideceğim.

İnsan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü.

Seçme Şiirler


Bir Çelenk
Yapraklarla gizlenmişti yüzün.
Birer birer kopardım yaprakları sana yaklaşmak için.
Son yaprağı kopardığımda, sen gitmiştin. Sonra
bir çelenk ördüm kopan yapraklardan. Kimsem yoktu
verebileceğim. Ben de çelengi alnıma yerleştirdim...Yannis Ritsos


Bazen
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...W.Shakespeare


Yoluma Devam Edeceğim
Bana öğüt verenler, zamanla delirdiler.
İyiki dediklerine hiç aldırmadım.
Beceriksizliklerim onları öyle üzdü ki saçları ağardı ve buruştular.
Mideleri de artık kestaneleri öğütemez oldu.
Nihayet bir sonbahar çökkünlüğü, onlarda akıl bırakmadı.
Şimdi ne yapacağımı bilmiyorum.
Unutkan ve saygılı mı olayım, ya da ne olduklarını açıkça söyleyeyim mi?
Beni yalnız bıraksalar tüm kimliğimi değiştireceğim.
Derimden sıyrılacak, başka bir ağız edineceğim.
Ve bambaşka biri olunca da en, en başta ne idiysem, ben ona dönüşeceğim.
Yoluma işte böyle devam edeceğim...Pablo Neruda


Bir Sözcük O
Bir şey bilmiyorum - dedi - bir şeyim yok, bir şey değilim
buradaysam, dünyanın içinde, çakılmış bir büyük kanatla göğsüme,
o'dur öğrendiğim tek sözcük, söyler ağlarım- 
onu tanıyorum, onunla varım, onu haykırırım rüzgâra- 
uykusuz ıssız gecelerde öldürenlerin öğrettikleri 
onca taşın taşlanmanın altında - yalnız bir sözcük: 
Özgürlük, Özgürlük, Özgürlük...Yannis Ritsos

Cesare Pavese - Acı

Sokaklarda dolaşacağım yorgunluktan tükenene dek
yalnız yaşamayı bileceğim ve geçen her yüzün
gözlerine gözlerimi dikmeyi ve aynı kalmayı.
Damarlarımda beni aramaya çıkan bu serinlik
sabahları hiç böylesine gerçek olarak yaşamadığım bir
uyanış: Yalnızca, kendimi bedenimden daha güçlü
Duyuyorum
ve sabahıma daha soğuk bir titreme eşlik ediyor.

Yirmi yaşında olduğum sabahlar uzak.
Ve yarın, yirmi bir: yarın sokaklara çıkacağım,
her taşı ve göğün çizgilerini anımsıyorum.
Yarından sonra insanlar beni yeniden görmeye başlayacak
ve ayağa dikilmiş olacağım ve durup
vitrinlerde kendime bakabileceğim. Bir zamanların sabahları
gençtim ve bunu bilmiyordum, geçenin ben olduğumu
bile bilmiyordum- bir kadın, kendi kendisinin
efendisi. Bir zamanlar ki zayıf çocuk
yıllar süren bir ağlayıştan uyandı:
şimdi sanki o ağlayış hiç olmamış gibi.
 

Ve yalnızca renkleri algılıyorum. Renkler ağlamıyor,
bir uyanış gibi: yarın renkler
dönecek. Her kadın sokağa çıkacak,
her beden bir renk- çocuklar bile.
Açık kırmızı giyinmiş bu beden
onca solgunluktan sonra kendi hayatına yeniden kavuşacak.
Çevremde bakışların kaydığını hissedeceğim
ve kendim olduğumu bileceğim: bir bakış fırlatarak
kendimi insanlar arasında göreceğim: Her yeni günle
yollara çıkacağım renkleri arayarak.