31 Ağustos 2014

Grigory Petrov - İdealist Öğretmen

İdealist Öğretmen  Moskova Üniversitesi’nde başarılı bir matematik profesörü olan Raçinski, herkesin gıptayla baktığı kariyerini bir kenara bırakıp istifa eder. Hem de yalnızca köyüne gidip sıradan bir öğretmen olabilmek için. Başta kimselerin anlam veremediği bu durum, Raçinski’nin hayatında aldığı en önemli karardır. Çünkü halkın içindeki keşfedilmemiş cevherleri bulacak ve onları parlatıp hak ettikleri gibi aydınlığa kavuşturacaktır.
 
Profesör Raçinski’nin bir bilinmeze doğru attığı adımlar, bu yoldaki umutları ve fedakarlıkları sizi öylesine sarsacak ki hayatta neyin önemli olduğunu ve sonunda gurur duyacağınız bir yaşam sürmeniz için ne yapmanız gerektiğini bir kez daha sorgulayacaksınız. Bu küçük ama etkisi büyük kitapta yalnızca bir öğretmenin çırpınışını değil, aynı zamanda Rusya’nın o dönemdeki içler acısı durumunu, halkın tembelliği, sefaleti ve cehaletiyle nerelere sürüklendiğini ve eğer doğru yönlendirilirse neler başarabileceğini de okuyacaksınız. Atatürk tarafından, bir bataklıklar ülkesi olan Finlandiya’nın kurtuluşunun ülkemize örnek olarak gösterildiği Beyaz Zambaklar Ülkesinde’yi yazan Grigoriy Petrov’un kaleminden yine unutulmaz, sarsıcı bir hikaye.

Şükrü Erbaş - Ülkenin Uçurumu

Adamın gülüşü kirli, duruşu külhan
Adam durmadan konuşuyor, boğazında boğum yok.
Adamın başında alkışlardan bir duman
Adamın parası var, adam haklı her zaman.

Adamın zarı hep kâr, çuhasında hırs
Adamın boyu aptal, parmakları kurnaz.
Adam bir giysi biçmiş halkın yufka kumaşından
Adamın elinde Devlet bir altın makas.

Adam siyaset loncasının pervasızlık piri
Adamın gücü arsızlık, erdemi partisi.
Adam demeçler veriyor gazino ağzıyla yılık
Adamın yükselişi ülkenin uçurumu...

1993
Bütün Mevsimler Güz


Tezer Özlü - Çocukluğun Soğuk Geceleri "Yeniden Akdeniz."


“Toroslar'ın ardından doğacak güneşle bürüneceği renkleri bekliyorum. Güneş, dağları mor, mavi, yeşil, lacivert, kahverengi, koyulu açıklı tüm renklere boyayacak. Güneş, renklerini dağlara yansıtarak doğacak. Dağ sıraları arasındaki vadilerden kalkacak pus, tepelere doğru yükselecek. Günün uzantısında yitene dek. Belki de gün boyu puslu kalacak Toroslar. Sıcak ovanın, pamuk tarlalarının, antik kentlerin gerisinde.
 
Henüz koylar sessiz. Köy yavaş yavaş uyanmaya hazırlanıyor. Bu topraklarda güneş hep böyle doğdu. Gün bitiminde denizin, yeşil mavi denizin içine sönmüş, ama kızıllığını koruyan, yuvarlak bir ateş gibi battı. Sıcak Akdeniz akşamlarında. Geçmiş ve gelecek zamanların akşamlarında. Başka insanların, başka uygarlıklar yaşadığı, yaşayacağı çağlarda. Güneş ısıttı, ısıtacak gökyüzünü. Sahildeki kumları. Verimli ovayı. Geceleri yıldızlar bürüyor gökyüzünü. Eski çağlarda belki kumsalda da sevişti insanlar. Dalgaları ayaklarının altında duydu. Ben, ya da başkası böyle yaşadı Akdeniz'i. Böyle yaşayacak. Binlerce yılın güneşini şimdi ben bekliyorum. Sabaha karşı. Tiyatronun taş basamağına oturmuş, doğaya bakıyorum. Birkaç saat sonra köyden ayrılacağım. Büyük kente döneceğim. Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgârla birlikte koşu- şunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora bürüdüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim. Oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim. Doğadan ayrılıp, beton alanların, asfalt yolların kıyısındaki taş yapılara, apartmanlara döneceğim. 
 
Haziran gününün bitmek üzere olduğu dakikalarda, gökyüzü ile kaynaşıp puslanmış Boğaz tepelerine bakıyorum. Radyo açık. İtalyan şarkıcılardan biri, gene duyarlı bir aşk şarkısı söylüyor. Belki "la luna es o es" değil, bir başkası. Çocuğum, don lastiğini iki sandalye arasına bağlamış, ip atlıyor. Bir pazar günü bitmek üzere. Kocamın ara sıra öksürdüğünü duyuyorum. Beyaz, küçük bir tekne, hava karardığı için pislikleri görülmeyen Boğaz suyunda yavaş yavaş ilerliyor. Biraz ilerideki Akıntı Burnu, Boğaz suları içinde başlı başına akan bir nehir gibi. Karşıda, çam ağaçlan gerisindeki apartmanın balkonunda oturanlar var. Biraz solda elektrik direğinin, küçük bir apartman kesitinin ve yeşil ağaçlann akşamla birlikte karardığım görüyorum.
 
Kırmızıya çalan soluk ışıklanyla, uzun bacalı, küçük Boğaz vapuru, yeşil ışıkları suya yansıyan meyhanenin biraz önünde Arnavutköy İskelesi'ne yanaşmak üzere
 
Güneyden döndüğümde, kenti iyice ısınmış buluyorum. Uyanıp balkona çıkınca gözlerim kamaşıyor, hemen evin içine giriyorum. Akşamüstleri sahil yolunda yürüyoruz. Deniz kıyısındaki yalılara bakıyorum. Bu yalılardan birinde seviştiğim erkeği düşünüyorum. Sevişme bitince, aşağıdaki çiçekçiye koşar, bir demet kır çiçeğini yatağa atardı. "Bugünün, bu saati de onlar kadar güzel", diyorum kendi kendime. Yürüyorum. Motorlarla gezenler, yelkenlilerle dolaşanlar var. Onlar mutlak başka duygular taşıyan insanlar. Akşam güzel giysilerle deniz kıyısında dans edecekler. İstanbul'da Monako Prensliği'nde gibi yaşamaya çalışan insanlar da var. Ama o insanların dünyası beni hiç ilgilendirmiyor. Aksine, onlardan biri olmadığım için mutluyum. Yaz aylarında bir günün uzunluğu birkaç güne yaklaşır gibi. Yokuşu çıkarken hava daha sıcak. Güneş daha da yakıcı. Alt katta oturan Doğulu genç ben güneydeyken intihar etti. Kendi ni denize attı... yok oldu. Kışın onu her gün görürdüm. Arka odanm karanlığına çekilir, ön odadaki doyumsuz Vaniköy tepe lerinin her an değişen renklerine bakmazdı bile. 
 
Gündüzleri kapımı çalıyor. Elinde bir ekmek, bir paket de makarna oluyor: 
 
 — Dış kapının anahtarı yok, kusura bakma, seni her gün rahatsız ediyorum, diyor. Bir süre sonra yokuştan çarşıya inerken, onu mutfağında, makarnasını haşlamış, içine Sana yağı koyarken görüyorum. Ara sıra, bir kitap ya da dergi istemek için onlara indiğimde, ayakları çıplak, zayıf, tıraşsız ve solgun karşılardı beni. Çok az konuşurdu. Arkadaşlarına onun hastalandığını, yavaş yavaş acıyla eridiğini söylüyorum. Ama kimse bilmiyor, gece sokaklarda dolaşırken, kendini öldürecek bir yer aradığını. Sıcak yaz gününde mühürlenmiş evinin mutfak camına bakıyorum. İçeride yıkanmamış bulaşıklar duruyor. Cam içinde büyük, gri bir fare oturuyor. Köye geldiğimde ne dönüşü düşünüyorum ne de zamanla bir bağlantım var. Dalgaların sesiyle uyanır uyanmaz sahile çıkıyorum. Dipdiri, nemli bir sabahla karşılaşıyorum. Akdeniz'de alabildiğine yetişen çiçek ve yeşilliklerin üzerlerini su tanecikleri kaplamış. Kumlar henüz gecenin ıslaklığını taşıyor. Sahil boyunca yürüyorum. Deniz suyu temiz. Beyaz köpükler kumlara çarpıyor. Balon tanecikleri oluşturuyor. Sonra ıslak kumlar içinde çukurlar... Yeni dalgacıklar gelene dek. Düşüncelerimde bir açıklık var. Doyumsuz yaşamı kucaklamak istiyorum. Bazı günler sel gibi yağmur boşanıyor. Alışmadığım yoğunlukta Akdeniz yağmurları. Lokantada oturup kitap okuyorum. Bazı kitaplar, gerçek yaşamdan daha duyarlı, daha büyük boyutlara götürüyor beni. Akşamüstü yağmur diniyor. Köye yürüyorum. Balıkçı lokantalarında şarap içiyorum. Henüz köy tenha. Kimse tatile gelmedi. Kahvelerde köylüler televizyon izliyor, adaçayı içiyor. Sonra yeniden sevmek istiyorum. Masmavi gözleri var. Onu sevmeyi bir tutku haline dönüştürüyorum. Bu sevgide tüm sevgilerim, sevebilme gücüm var. Gelecekteki sevgileri de yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de. Şimdi antik tiyatronun en üst basamağında oturmuş, henüz koylarda deniz durgunken, güneşin dağları bürüyeceği renkleri bekliyorum. Onun gidişini, bomboş yolda, tarlalar, tapmaklar arasında yiten küçük arabayı izlerken, ne garip, gelecekteki sev gilerin de, yaşamın da gidişini izler gibiyim.
 
 Yaşam, mutlak tutkularla dolu. Yaşamı sevmekle birlikte ölüme alışmak da büyüyor, gelişiyor. Güzellikler kazamyor. Bu sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat, o denli güzel uğurlamalı. Sevgilerimi doyumla devretmeliyim. Esintilerin yumuşaklığı, Akdeniz yağmurunun yoğunluğu gibi.
 
Birkaç saat sonra kente doğru yola çıkacağım. Toroslar'ı geçeceğim. Kilometrelerce uzayan dümdüz asfalt yolda ilerleyeceğim gün boyu. Kentten kente boş, etkili, sürülü tarlaları renkli haşhaş çiçeklerinin açtığı tarlaları geçeceğim. Evimi değişmemiş ve tozlu bulacağım. Daha önceleri, yaz ayları akşamüzerlerinde arkadaşlarımla Café Boulevard'da buluşurduk. Bu yaz gene eski yazlara mı benzeyecek? O akşamüzerleri, yalnızlıkla geçiştirilmiş uzun yaz günlerinin, bir şeyler yaşanmak istenen- gene de olağanüstü bir şeyin yaşanamayacağı önceden bilinen, akşamüzerleriydi.
 
Kahvede arkadaşlar birbirini bekliyor. Onları seviyorum. Hepsi ülkenin acılarını duyan, düzenin değişmesi için çaba harcayan insanlar. Yeni türeme, insanlıktan yoksun karaborsacı zenginler karşısında garip bir birlik var aramızda. Bir araya gelince daha güçlüyüz. Bu yaz akşamlarında, kahvenin caddeye taşan masalarında, giderek büyüyen grubumuzdaki insanlarda garip bir duygu var. Sanki herkes daha güzel bir yaşamın gelip bizi bulmasını bekliyor. 12 Mart dönemi geçti. Ama bu dönemin acısı içimize kaya gibi oturmuş, varlığımızla bütünleşmişti. Terörün gücü, yıllar yılı sızmaya, yayılmaya çalışacak ve bizleri daha çetin günlere sürükleyecek. Esintili yaz akşamlarında, küçük yaşantılara hazırlanırken, bir yandan da bu acıları içten duymamak olanaksız. 
 
Tedirginlik her zamanki gibi var. Büyüyor. Küçülmüyor. Sonra arkadaşlarımızdan birkaçı arka arkaya ölüyor. Henüz kırk yaşlarında insanlar. Daha güzel yaşamlara duyulan özlem ve bekleyişi onlarla birlikte gömüyoruz. Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimde değil. Güzel yaşam burada. Taksim Alam'nda. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığmdan yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka biçimde bir güzel yaşam yok. Güzel yaşamın sınırları, ölen, gömülen arkadaşlarımızın yaşadığı kadar. Gani'nin evi hâlâ mühürlü. Camında gene aynı fare oturuyor. "Yalnızca bu mahallenin güzellikleri, yaşamak, yaşamın tadına varmak için yeterli. Onu ölümden alıkoymaya yetmeliydi bu doğal veriler", diye düşünüyorum. Kuruçeşme geçildi mi, deniz kıyısındaki evler Şölen Lokantası'nda biter. 
 
Burada Arnavutköy başlar. Deniz kıyısı boyunca eski demir korkuluklar uzanır. Yeniden başlayan yalılara dek. İlk yalının altında sabahları balıkçılar durur. Taze balık satarlar. Kıyı şeridi renk renk sandallarla doludur. Lodosla birlikte sandallar su yüzeyinde sallanır. İskelenin önüne çıküdı mı, ya- hlarm ön cepheleri görülür. Bazısı yeniden yapılmış, eski güzelliğini yitirmiş, bembeyaz boyanmış, bazısı eskimişliği içinde, otantik tahta oymalarıyla daha gizli bir güzelliği yansıtır. Pencereleri küçük saksılarda açan sardunyalar süsler. İnsan başmı kaldırdı mı, tepeleri, tepelerdeki yeşil ağaçlan, ağaçlar içinde yer yer yiten, yer yer beliren tahta, eski evleri görür. Doğanın güzelliği, yeni yapılmış çirkin, beton apartmanların biçimsizliğini bile biraz siler. Sokakları bürüyen sarmaşıklar, bazı yokuşlarda yerlere dek iner. İskelenin karşısından çarşıya girilir. 
 
Çarşı, iskeleye dikey inen dar sokaklann koşutlarıyla birleştiği yollarda yer alır. Burada manavlar, eski İstanbul evlerinin birinci katlarından, kaldmmlara renk renk taşarlar. Rum antikacılar, terziler, ayakkabı tamircileri, balıkçılar, midyecilerle her gün dipdiri bir yaşam içindedir çarşı. Akşamüzerleri sokaklarda midye kızartılır, sahilde dizilen meyhanelere müşteriler dolmaya başlar. Yamaçlara yeşil, beyaz, mor ve sarı gelir bahar. Papatyalar açar. Güneş, yer yer sıcaktır. Rüzgâr hemen hiç durmadan eser. Tepelerin gerisinde, ağaçlar arasından toprak bir yol, Ortaköy sırtlanna dek uzar. Buralardan sahile inen apartman siteleri aralarında, gecekondu mahalleleri vardır. Mezarlık geçildiğinde, bahçeleri gelişigüzel taş duvarlarla örülü eski Rum yapıları, İtalya köylerindeki evleri andırır. 
 
Tepelerde, üniversite öğrencileriyle yürüyüp, politik tartışmalar yaptığımız olur. Bir ülkede kafeterya açılmasını bile revizyonizm diye adlandıran, katı, gerçekle bağdaşmayan bir toplumcu düşüncenin savunucuları. İleride bürokrat ya da teknokrat ve küçük burjuva aile babalan olacaklar. Devrimcilikleri gençlik, üniversite yılla- nnda kalacak. Batı kültürüyle, çağların yadsınmayacak bu kültürüyle toplumcu kültürü gereğince bağdaştıracak bir kuşak da yetişecek elbet. Bir yol, Boğaz'm Rumeli kıyısındaki en yoksul semtlerden biri olan Kuruçeşme'ye iniyor. Kuruçeşme'de kırmızı büyük kilise ve önündeki taş alan gene küçük Avrupa kentlerinin kilise alanlarını anımsatıyor. Evlerin bahçelerinde karalahana ekili. Güneş, Vaniköy tepelerinin ardından doğmadan önce, deniz yüzeyi grileşir. Sonra ufku kırmızı, mor renkler bürür, ağaçlar ilkin birer koyu gölge olur. Sonra yeşilleri ortaya çıkar. Güneş, ılık kırmızılığıyla doğduğunda, balıkçılar artık balıktan dönmüştür. İlk güzle birlikte lüfer avına çıkar sandallar. Gece karanlığında parlayan lambalanyla deniz üzerindeki bir fener alayını andırırlar. Ay bütünken, sandal içindeki insanlann gölgelerinde, şapkaları bile belirlenir. 
 
Günün her saatinde değişen doğal ışıklar, yeni görünümler sunar insana. Kışın karlı günlerde, sular artık mavi ya da lacivert değil, açık yeşildir. Martılar karşı kıyıya sürülerle uçarken, bulutlar beyazlıklarıyla vadilere iner. Bir masal dünyası gibi. Biraz sonra o gelecek. Müthiş bir yağmur yağıyor. Terasta her şey ıslak. Caddede sıkışan trafiğin sesi duyuluyor. Şimdi terasla barı ayıran büyük camların önünde oturuyoruz.
 — Bu teras yazları çok güzeldir, diyorum.
 — Artık burada oturuyoruz, ara sıra. Çiçeklerin gerisinde yatlar duruyor. Onların da ardında Boğaz. Kandilli'ye karşı, akşam olana, serinlik çökene dek burada oturuyoruz. Biraz ötedeki meyhaneye yürürken, yağmurdan ıslanıyoruz. Meyhane iyice değişmiş. Eski tahta tabanlan arasından deniz görünürdü. Şimdi yerler beton, avizeler, naylon perdeler, formika masalar yozlaşmış bir kültürü simgeliyor. 
— Her yerde bu korkunç iç mimari, otogarlarda, köylerde, kasabalarda, Boğaz kıyısında bile! 
— Şu üzerlerinde diş macunu adları yazılı plastik kül tablalarına bak! diyor. İlk kez karşı karşıya oturuyoruz. Yalnız politika konuşuyoruz. İkimiz de birbirimizle ilgili tek sözcük kullanmıyoruz. İçimizde garip bir sevinç var. Yağmuru, Boğaz'ı, meyhaneyi, politikayı, yaşanması güç bu büyük kenti nasıl da seviyorum. Onunla yatarken, sanki aradan geçen uzun yıllarda ne bir erkek, ne de o büyük acılar var. Dipdiri kalmış bir sevgi, bir istek var yalnız. Yıllar, olaylar beni hiç yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. Güzelin, bir insanı sevmenin, bir insanın tenini okşamanın, bir insanla birleşmenin kutsallığını, bu kutsallığın tadına varmayı öğretmiş bana. 
 
 Yatmaların hepsi aynı güzellikte değildir. Düşünüldüğünde insanın tüm bedenini titreten, boşalmaya vardıran yatmalar vardır. Birbirimizden hep uzağız. Her gece birlikteymiş gibi yatıyoruz. Hep birlikte olmak istiyor gibi yatıyoruz. "Erkeği böyle düşündüm. Şimdi onunla yattığım gibi. Onu seviyorum. Onu sevmeyi öğrendim." Birkaç saat sonra gün başlayacak. Herkes kendi biçiminde günü yaşamaya yönelecek. Onunla boşalmak öylesine doyumsuz ki, sanki bu ülkede güneş doğudan doğuyor ve gerçekten batıdan batıyor. Sabaha doğru yeniden yatıyoruz. Beni bekleyen ve bedenimi uyuşturan sıcaklığını tüm ıslaklığımda duyduğum insan. Yaşamın en güzel anı. Denizlerle, kumsallarla, rüzgârla, yeryüzü ve gökyüzüyle birlikte varoluşu derinden duyduğum an. İki insanın birleşmesiyle kutsallaşan bu an. Sonsuzluk. Varoluşun tüm zamanlarını uzlaştıran bu an. İki insanın birleşmesindeki sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının. Özü olmalı güneşin. Özü olmalı sevişmeyi duyan ve duyuran gücün. Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri gökyüzünü bürüyen yıldızların. Akdeniz'in üzerini kaplayan mavi gökyüzünün özü olmalı bu birleşme. Bu ıslaklık. Sonsuza dek varan, yaşatan, sonra yaşamı uzaklara, Akdeniz'in kıyılarda beyazlaşan dalgaları ya da yeşil durgunluğu gerisindeki ufuklara iten gücün. 
 
Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. Ve dolunayın. Ve dolunayla birlikte uykusuz kalan insanların. Dolunayla birlikte uykusuz kalman gecelerin soluk, sisli sabahlarmda ölümü bekleyen insanların. (Ölüm de bir günlük olay değil mi?) Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri çağlara doğru devreden bu birleşme... 
 
Ağustos 1978 - Ağustos 1979

Birhan Keskin - Kuğunun Şikayeti

Hepsi budur; kenardaki otlar...
yüzüm hep suya bakar benim, suya dalar çıkar.
Bu göl; içinden bir ömrü geçirdiğim dünya
bu durduğum, peşimsıra büyüsün diye rüya
bu yavrular kanat açtığımız,
birbirimizin göğsüne durduğumuz filan...
Bu gördüğün göl kadar. bir de işte kenardaki otlar...

Kuğuysan, yeminliysen bir ömür bir aşka.
Diyeceğim; gitsen başka düğüm kalsan başka.

Ama vardı gidenler, onlarda gördüm;

her gidende seyreklikti, bir şey, uçtun da orda ne gördün !
gitmemeyi seçtim ben, kaldım üst üste, kördüğüm.

Öğrendiğim; bir kuğu yeminliyse aşka ömrü gibi
göldür bütün dünya, bitmez boynun eğriliği.

Eddi Anter Seçme sözler

Attığın her adımda, uğruna yola çıktığın her davanın sonunda ne olabileceğini düşünmeden ilerlemeye devam etmelisin.

Yalnız olması gerekenler oluyor ve olacak. Olmadıysa da henüz, olacaktır nasılsa… 


Hangi seçeneği tercih edersen et, karar senin ve o yol üzerinde yönlendirileceksin. Yazgını sevmek ya da onu değiştirmek yerine sen kendi yazgını bul, oku ve uygula… 

Bu, şu veya o yolun elbet bir devamı var. Onu kestirmek sana düşmüyor; sen sadece yaşamakla yükümlüsün. Tercihen “mutluluğu” arayarak yaşamakla… 

Unutma ki, olan bitenin olduğundan başka türlü olma ihtimali yoktu. O yüzden keşkelere sığınma. 

Güneş hiç bir zaman batmıyor, hep aynı sıcak ve ışıl ışıl; dönen, sönen ve karanlıkta kalan bizleriz. Güneş karanlığı tanımaz. Ay da güneşsiz parlamaz. Ya hasat vakti gelince? Buğday mı yeşerir yoksa yeşerdiğinde mi hasat zamanı gelmiştir?

Hemen her gün yasak ağaçların meyvelerinden bizlere sunuluyor. Duruma göre ya yiyor ya dokunmuyoruz…Ya da yiyip inkâr ediyoruz. Vazife ve yükümlülüğümüz, tüm neslimize ilham vermek ve pişmanlık yolunda adım atmalarını sağlayıp, Allah’ın arabası haline gelip önde yürümektir. Ruhla bedeni bir, suyla kabını da aynı tutmalıyız. Bizler her insanın içinde mevcut olan potansiyeli ve doğuştan yapmak üzere meyilli olduğu fırsatları gerçekleştirmesinden sorumluyuz…

Ayakta uyuyorsun, uyuduğundan dahi haberin yok! Öldüğünde mezarından uyanacak ve her şeyin bir rüya olduğunu anlayacaksın… Aynı, rüyanda ölünce yatağında gözlerini açıp uyandığın gibi…

Hayat bir ritimdir. Güneşin doğuşu, yeniden doğuşu, nabzın atışı, kalbin kan pompalaması hepsi birer ritimdir. Ritim ahenktir, uyumdur. Ritim olmazsa hareket olmaz, hareket olmazsa zaman olmaz. Zamanın durduğu yerdeyse hayat durur sonsuzluk başlar. Zaman zihindedir; bilinçse sonsuzluktur.

Kıyaslamaya yatkın olan insan aklı en güzeli, en iyisi hangisidir diye yorar kendini. Müziğin en güzeli kafanın içinde yankılanan, başka kimsenin duymadığı, senin kendi bestendir. Şarkıların en keyiflisi senin kendinle baş başayken uydurduğun sözlerle mırıldandığın tınıdır. En güzel dans kimsenin seni seyretmediğini bilip de cesaretle yaptığındır. Sırların en gizlisi havadaki bulut, topraktaki ağaç ve suyun damlalarına anlatıp unutmayacağındır.

Eddi Anter

Seçme Sözler


Güven "O bunu yapmaz" demek değildir.
Güven "O bunu yaptıysa bir bildiği vardır" diyebilmektir...Eckhart Tolle

Gururlu bir insan; ancak kendini bilen ve kendini büyük bir titizlikle sorgulayıp,
küçümseyen insandır...Dostoyevski

Yıldızların arasına ağ örmeye çalışan bir örümcek çılgınlığında tek bir mumla dünyayı aydınlatmaya kalkanları severim... Jack Kerouac


Konuştuğun zaman sadece bildiklerini tekrar edersin.
Ama dinlersen yeni şeyler öğrenebilirsin...Dalai Lama


Aşk olmadan hiçbir ırk kendini geliştiremez. 
Evlilik ve aşk birbirleriyle eş anlamlı değildir; tam tersine, birbirleriyle uzlaşmaz bir noktadadırlar...Emma Goldman

30 Ağustos 2014

30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun!

Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, bu zaferi bize armağan eden İstiklal mücadelemizin bütün kahramanlarını, kanlarıyla canlarıyla bu toprakları vatan yapan ve ülkemizin milletiyle bölünmez bütünlüğü için canlarını seve seve feda eden aziz şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. 

 Atatürk diyor ki
Hiç bir zafer gâye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan gâyeyi elde etmek için gerekir en belli başlı vasıtadır. Gâye, fikirdir.
   Zafer, bir fikrin istihsâline (elde edilmesine) hizmeti nispetinde kıymet (değer) ifade eder. Bir fikrin istihsâline   dayanmayan bir zafer pâyidar olamaz (yaşayamaz) . O, boş bir gayrettir.
   Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem (dünya) doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına bir zafer, boşa gitmiş bir gayret olur.

26 Ağustos 2014

Osho ' Ego Analizi '

 “Zihnin Sınırının Ötesi” Osho
Bir Zen üstadı sokak boyunca yürürken bir adam koşarak gelmiş ve sert bir şekilde ona vurmuş. Üstat yere düşmüş. Ayağa kalkmış ve önceden yürüdüğü yönde, geriye bile dönüp bakmadan tekrar yürümeye başlamış. Yanında bir öğrencisi varmış. Şoka uğramış.
Bu adam da kim? Bu nedir? Böyle birileri yaşıyorken, herhangi birisi gelip sizi öldürebilir. Ve siz adamın kim olduğunu, bunu neden yaptığını merak edip dönüp bakmadınız bile” demiş.
Üstat da, “Bu onun sorunu, benim değil” demiş.

Siz aydınlanmış birisiyle çatışabilirsiniz, ama bu sizin sorununuzdur, onun değil. Ve bu çatışmada incinirseniz o da sizin kendi sorununuzdur. O sizi incitemez. Bu bir duvarı yumruklamak gibidir canınız yanacaktır ama duvar değildir sizi inciten.

Ego sürekli problem peşinde koşar. Neden? Çünkü kimse size ilgi göstermezse, ego acıkmış hisseder. O ilgi ile yaşar. Dolayısıyla, birisi size kızgın ve sizinle kavga ediyorsa, bu bile iyidir, çünkü en azından ilgisi üzerinizdedir. Eğer birisi severse, iyidir. Eğer kimse sizi sevmiyorsa, o zaman kızgınlık bile iyi olacaktır. En azından ilgi üzerinizde olacaktır. Fakat, kimse size hiç bir ilgi göstermezse, kimse sizin önemli birisi olduğunuzu düşünmezse, o zaman egonuzu nasıl besleyeceksiniz?

Diğerlerinin ilgisine ihtiyaç vardır. Milyonlarca şekilde insanların ilgisini çekersiniz; belli bir tarzda giyinirsiniz, güzel görünmeye çalışırsınız, çok kibar olursunuz, roller edinirsiniz, değişirsiniz. Ne tür koşulların geçerli olduğunu sezinlediğinizde, hemen insanların size ilgi göstereceği yönde değişiverirsiniz.

Bu çok derinden bir dilenciliktir. Gerçek bir dilenci ilgi arayan ve talep eden kişidir. Ve gerçek imparator da kendi içinde yaşayandır; onun kendi merkezi vardır, başka kimseye bağımlı değildir.

Buddha bodhi ağacının altında oturuyor; o an dünya yok oluverse, Budha için bir şey fark edecek midir? Hiçbir şey… Hiçbir şey fark etmemiş olacaktır. Tüm dünya kaybolsa bir fark yaratmayacak çünkü o merkezine ulaşmıştır.

Ya siz; şayet eşiniz kaçar, sizi boşar, başka birisine giderse tamamıyla dağılırsınız. Çünkü o size ilgi gösteriyordu, özen gösteriyor, seviyor, etrafınızda dolaşıyor, sizin kendinizi birisi olarak hissetmenize yardım ediyordu. Tüm imparatorluğunuz kayboldu, siz dağılıverdiniz. İntihar etmeyi bile düşünmeye başlarsınız. Neden? Neden karınız sizi terk edince intihar edesiniz? Neden kocanız sizi terk edince intihar edesiniz? Çünkü kendinize ait bir merkeziniz yok. Karınız size merkezi veriyordu; kocanız size merkezi veriyordu.

İnsanlar bu şekilde var olurlar.Böylelikle insanlar başkalarına bağımlı hale gelir. O çok derinden bir köleliktir.

Ego bir köle olmak zorundadır…O başkalarına bağımlıdır.Ve sadece egosu olmayan kişi ilk defa olarak efendidir; artık o bir köle değildir.

Bunu anlamaya çalışın. Ve egoyu kendi içinizde aramaya başlayın, başkalarında değil, bu sizin işiniz değildir.

Kendinizin ne zaman mutsuz hissedecek olursanız hemen gözlerinizi kapayın bu mutsuzluğun nereden gelmekte olduğunu bulmaya çalışın ve her seferinde göreceksiniz ki, sahte merkeziniz başka biriyle çatışmakta.

Siz bir şey umdunuz ve gerçekleşmedi. Siz bir şey beklediniz ve tam tersi oldu. Egonuz sarsıldı, mutsuzsunuz. Yalnızca bakın; ne zaman mutsuz olursanız, neden olduğunu bulmaya çalışın. Sebepler sizin dışınızda değil. Temel neden içinizdedir ama siz her zaman dışarı bakarsınız, her zaman sorarsınız:
-Beni kim mutsuz ediyor?
-Benim kızgınlığımın sebebi kim?
-Beni kim hayata küstürüyor?

Ve dışarı bakarsanız göremezsiniz. Sadece gözlerinizi kapayın ve her seferinde içe bakın. Tüm mutsuzluğunuzun, kızgınlığınızın, can sıkıntınızın kaynağı sizde, egonuzda gizli. Ve kaynağı bulursanız, onun ötesine geçmeniz kolaylaşacaktır.

Eğer sizin başınıza dert açan şeyin kendi egonuz olduğunu görebilirseniz, ondan kurtulmayı tercih edersiniz. Çünkü hiç kimse mutsuzluğunun kaynağını anlayacak olduktan sonra onu taşıyamaz. Ve şunu unutmayın ki, egodan vazgeçmeniz için bir neden yoktur. Ondan vazgeçemezsiniz.

Ondan kurtulmaya çalışırsanız, “Alçak gönüllü oldum” diyen, daha zor fark edilen türden bir egonuz olacaktır.
Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Bu kendini gizleyen bir egodur ama ölü değildir.
Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Alçak gönüllü olmayı kimse deneyemez ve kimse kendi çabasıyla alçak gönüllülüğü yaratamaz, asla!

Ego ortadan kaybolunca, alçak gönüllülük size gelir. O yaratılan bir şey değildir. O gerçek merkezin gölgesidir. Ve gerçekten alçak gönüllü bir adam ne alçak gönüllüdür ne de bencil. O sadece basittir. Hatta alçak gönüllü olduğunun bile farkında değildir.

Eğer alçak gönüllü olduğunuzun farkındaysanız, orada ego vardır. Alçak gönüllü kimselere bakın. Kendilerinin gerçekten alçak gönüllü olduğunu düşünen milyonlarca insan vardır. Yerlere kadar eğilirler, ama izleyin onları en sofistike egoistlerdir onlar. Artık onların besinlerinin kaynağı alçak gönüllüktür.

Ben alçak gönüllüyüm” derler ve sonra da size bakıp sizin onları takdir etmenizi beklerler. Sizin onlara “Sen gerçekten alçak gönüllüsün” demenizi isterler. “Aslında sen dünyanın en alçak gönüllü kişisisin; hiç kimse senin kadar alçak gönüllü değil“. Sonra da yüzlerine gelen gülümsemeye bakın.

Ego nedir? Ego “Kimse benim gibi değil” diyen bir hiyerarşidir. Alçak gönüllülükle kendisini besleyebilir. “Kimse benim gibi değil, ben en alçak gönüllü kişiyim

Zamanın birinde: Sabahleyin hava henüz aydınlanmamışken fakir bir dilenci caminin birinde dua etmekteydi. Kutsal bir gündü ve o dua edip şöyle diyordu, “Ben bir hiçim. Ben fakirlerin en fakiriyim, günahkârların en büyüğüyüm” Birden, bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunu fark etti. Adam ülkenin imparatoruydu ve bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunun farkında değildi . Karanlıktı ve imparator da, “Ben bir hiçim. Kimse değilim. Sadece kapındaki bir dilenciyim” diyordu. Başka birisinin daha aynı şeyleri söylediğini duyduğunda imparator dedi ki, “Durun! Beni geçmeye çalışan da kim? Sen kimsin? Bir imparator ‘bir hiç olduğunu’ söylerken, onun önünde aynı şeyi söylemeye nasıl cesaret edersin?

İşte ego böyle çalışır. Çok zor fark edilir. Onun çalışması çok kurnazca ve derindendir, çok çok uyanık olmalısınız, ancak o zaman onu görebilirsiniz. Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Yalnızca tüm mutsuzlukların, acıların ego yoluyla geldiğini görmeye çalışın.

Herkes kendi varlığından ve davranışlarından sorumludur. Kesinlikle özgür olmayan bir dünyada, tamamen özgür yaşayabilirsin. Sadece tek bir şeyi hatırlaman gerekiyor; Gören Görülen Değildir.

İnsanoğlu sanki şimdiki zamanda yaşıyormuş gibi görünür, ama bu sadece bir görüntüdür. İnsanoğlu geçmişte yaşar. Şimdiki zamandan geçer, ama kökleri geçmişte kalır. Şimdiki zaman sıradan bilinç için gerçek zaman değildir. Sıradan bilinç için, geçmiş gerçek zaman olup, şimdiki zaman sadece geçmişten geleceğe bir geçiştir, sadece anlık bir geçiş.

Geçmiş gerçektir ve gelecek de gerçektir, ama şimdiki zaman sıradan bilinç için gerçek değildir. Gelecek, eski geçmişten başka bir şey değildir. Gelecek sürekli olarak planlanan geçmişten başka bir şey değildir.

Şimdiki zaman sanki yokmuş gibi görünür. Şimdiki zamanı düşündüğünde, onu bulamazsın, çünkü bulduğun an geçmiş olacaktır. Bulamadığın andan bir an önce gelecekteydi.

Bir Buda bilinci, uyanmış varlık için sadece şimdiki zaman vardır. Farkında olmayan, bir uyurgezer gibi uyuyan sıradan bilinçler için geçmiş ve gelecek gerçektir, şimdiki zaman gerçek değildir.

Sadece uyandığın zaman şimdiki zaman gerçek olacaktır. Geçmiş de gelecek de gerçek olmayacaktır. Bu neden böyledir? Neden geçişte yaşarsın? Çünkü zihin, geçmişin birikiminden başka bir şey değildir.

Zihin hafızadır: Geçmişte yaptığın her şey, düşlerinde gördüğün her şey, istediğin ve yapamadığın her şey, hayal ettiğin her şey senin zihnindir.Zihin, ölü bir kurumdur. Zihin aracılığıyla baktığında, şimdiki zamanı asla bulamayacaksın, çünkü şimdiki zaman hayattır ve hayata ölü bir aracı üzerinden yaklaşamazsın. Hayata ölü araçlarla asla yaklaşamazsın. Hayata, ölüm aracılığıyla dokunamazsın.

Zihin ölüdür. Zihin sadece aynada toplanan toz gibidir. Ne kadar çok toz toplanırsa, ayna o denli az aynaya benzer. Ve toz tabakası çok kalınsa, tıpkı sende olduğu gibi, ayna artık hiçbir şeyi yansıtmaz. Herkes toz toplar. Hatta sadece toplamakla kalmaz, ona sıkıca tutunursun ve bir hazine olduğunu düşünürsün. Geçmiş geçmiştir; neden hala tutunuyorsun? Onun hakkında artık hiçbir şey yapamazsın. Geri gidemezsin, yaptıklarını geri alamazsın. Neden hala tutunuyorsun? Geçmiş bir hazine değildir. Ama geçmişe tutunup, onun bir hazine olduğunu düşünürsen, zihnin onu gelecekte tabii ki tekrar tekrar yaşamak ister. Geleceğin, değiştirilmiş geçmişinden başka bir şey olamaz- biraz rafine edilmiş, biraz daha süslenmiş. Ama tıpkı geçmiş gibi olacaktır, çünkü zihnin bilinmeyen hakkında düşünemez. Zihnin sadece bilineni yansıtabilir, senin bildiklerini.

Geçmiş nedir? Geçmişte neler yaptın? Her ne yaptıysan iyi, kötü, şunu, bunu – her ne yapıyorsan, kendi tekrarını yaratır. Karma kuramı budur. İki gün önce öfkelendiysen, öfkelenmek için belirli bir potansiyel yaratmış oldun: Dün tekrar öfkelenmek için. Sonra onu tekrarladın ve öfkene, öfkeli ruh haline, daha büyük bir enerji verdin, onu daha da köklendirdin, suladın. Şimdi bugün onu daha da büyük bir güçle, daha çok enerjiyle tekrarlayacaksın. Ve yarın yine bugünün bir kurbanı olacaksın.

Yaptığın, hatta düşündüğün her hareketin, sürekli olarak sürüp gitmek için kendi yolları vardır, çünkü varlığına bir kanal açmaktadır. Böylece enerjini emmeye başlar. Öfkelenirsin, sonra o ruh halin geçer ve sen artık öfkeli olmadığını düşünürsün; o zaman sorunu kavrayamamışsın. Ruh halin geçtikten sonra, hiçbir şey olmadı. Sadece tekerlek hareket etmiştir ve yukarıda olan tekerlek parmağı aşağı inmiştir. Öfke birkaç dakika önce yüzeydeydi, ama artık bilinçaltına, varlığının en derilerine inmiştir. Zamanın gelmesini bekleyecektir. Bu şekilde hareket ettiysen, onu güçlendirdin ve yeniden hayata başlamasını sağladın. Ona gene güç, gene enerji verdin. Bir tohum gibi toprağın altında sürekli olarak çalışarak, uygun bir fırsat ve uygun bir mevsimi bekleyecektir ki, filizlenebilsin.

Her hareket kendi kendini devam ettirir; her düşünce kendi kendini devam ettiririr. Onlarla işbirliği yaptığın takdirde, onlara enerji vermiş oluyorsun. Er veya geç bu bir alışkanlık haline gelecektir. Yapacaksın ama yapan sen olmayacaksın. Sadece alışkanlıktan dolayı yapacaksın. İnsanlar alışkanlığın ikincil bir mizaca sahip olduğunu olduğunu söylerler. Bu abartı değildir. Aksine az bile. Gerçekte alışkanlıklar sonunda birinci mizaç haline gelirler ve asıl mizaç ikincil hale düşer. Mizaç, tıpkı bir kitabın eki veya dipnotu haline gelir ve alışkanlık ana parça, kitabın ana gövdesi haline gelir.

Alışkanlıkların aracılığıyla yaşıyorsun, yani alışkanlıklar temelde senin aracılığınla yaşıyorlar. Alışkanlığın kendisi sürer; kendi enerjisi vardır. Tabii ki enerjiyi senden alır, ama geçmişte işbirliği yaptığın gibi, şimdiki zamanda da işbirliği yaparsın. Zamanla alışkanlık efendi haline gelir ve sen de sadece bir hizmetçi, bir gölge. Emirleri alışkanlık verir ve sen sadece bunlara itaat eden bir hizmetçi olursun. Bu emirlere uymak zorunda kalırsın.

Alışkanlıklar, seni bir dizi iş yapmaya zorlar, sen kurbansın. Tekrarladığın her hareket veya her düşünce -çünkü düşünce de zihinde fark edilmeyen bir harekettir- gittikçe daha güçlü hale gelir ve onların kontrolü altına girersin. Alışkanlıklarda hapsedilirsin. Daha sonra da hapsedilen bir insanın, bir kölenin hayatını yaşarsın. Ve bu hapis çok zor fark edilir: Alışkanlıklarının ve koşullanmalarının ve yaptığın hareketlerin hapsidir. Bedenin her yerini sarmıştır ve sen içinde dolaşırsın, ama yapanın sen olduğunu düşünmeye ve kendini kandırmaya devam edersin. Öfkelendiğinde sen yaptın sanırsın. Mantıklı hale getirerek, durumun bunu gerektirdiğini söylersin: “Kızmak zorundaydım, aksi takdirde çocuk kötü yola sapardı; kızmasaydım, işler sarpa sarardı, ofis kaos içinde olurdu, hizmetçiler dinlemezdi; işleri idare etmek, çocuğu disipline sokmak için kızmak zorundaydım. Eşimi yola getirmek için kızmak zorundaydım.” Bunlar mantıklı bahaneler. Egon bu şekilde hala senin patron olduğunu düşünmeye devam eder, ama değilsin. Öfke eski kalıplardan, geçmişten gelir. Geldiğinde ise ona bir mazeret bulmaya çalışırsın.

Bazı zamanlar, hiçbir neden yokken üzüntü ortaya çıkar ve bazen kendini mutlu hissedersin, bazen de coşkulu, kendinden geçmiş olursun. Bütün toplumsal ilişkilerden yoksun, tam bir konfor içinde izole edilmiş, her ihtiyacı karşılanan insan da senin ilişkilerinde yaşadığın tüm bu ruh hallerinden geçer. Bu demektir ki, bazı şeyler senin içinden geliyor ve sen bunları bir başkasına mal ediyorsun. Bu mantıklı bir açıklamadır. Kendini iyi hissedersin, kendini kötü hissedersin ve tüm bu duygular kendi bilinçsizliğinden, kendi geçmişinden gelir. Senin dışında hiç kimse bunlardan sorumlu değildir. Hiç kimse seni öfkeli yapmaz ve hiç kimse seni mutlu yapamaz. Kendin mutlu olursun, kendin kızarsın ve kendin üzülürsün. Bunu anlamadığın sürece hep bir köle olarak kalacaksın.

Bana ne olursa, kayıtsız şartsız ne olursa, bundan ben kendim sorumluyum. Ben sorumluyum, kesinlikle” diyebildiğin anda, kendi özünün hakimiyetini eline geçirirsin. Başlangıçta bu seni çok, ama çok üzecek ve canını sıkacaktır, çünkü sorumluluğu başkalarına atabildiğin sürece, yanlış yapmadığın için kendini daha iyi hissedersin.  Sorumlu olduğun için ise çok sıkıntılı bir ruh haline gireceksin, çünkü daima mutlu olmak istediğini düşünmüşsündür. Öyleyse mutsuzluğundan nasıl sorumlu olabilirsin ki? Daima büyük bir mutluluk istedin, öyleyse kendi kendine nasıl kızabilirsin? Bu nedenle de sorumluluğu başkalarına atıyordun. Sorumluluğu başkalarına atmaya devam edersen, daima bir köle olarak kalacağını unutma, çünkü hiç kimse karşısındakini değiştiremez. Karşındakini nasıl değiştirebilirsin ki? Hiç kimse karşısındakini değiştirmiş mi? Dünya da yerine gelmeyen en büyük dileklerden biri, karşındakini değiştirmektir. Bunu bugüne kadar hiç kimse başaramamıştır. Bu imkansızdır, çünkü diğeri de kendi doğrularıyla yaşar onu değiştiremezsin. Sorumluluğu karşındakinin üstüne atmaya devam ediyorsun, ama onu değiştiremezsin. Sorumluluğu başkalarına attığın için de asla asıl sorumluluğun sende olduğunu göremeyeceksin. Temel değişiklik senin içinde başlamalıdır.

İşte şöyle tuzağa düşersin: Bütün hareketlerinden, bütün ruh hallerinden sorumlu olduğunu düşünmeye başladığın anda, başlangıçta depresyon geçirirsin. Ama bu depresyonu aşabilirsen, kısa bir süre sonra güneşi görürsün, çünkü diğerlerinden kurtuldun; artık tek başına çalışabilirsin. Özgür olabilirsin, mutlu olabilirsin. Tüm dünya mutsuz ve bağımlı olsa da fark etmez. Aksi takdirde bir Buda nasıl mümkün olabilir? Ve bir Patanjali nasıl mümkün olabilir? Ben nasıl mümkün olabilirim? Tüm dünya aynıdır. Krişna’nın dünyası da tıpkı senin dünyan gibidir, ama bir Krişna dans etmeye ve şarkı söylemeye devam eder, çünkü özgür kalmıştır. Ve ilk özgürlüğü, sorumluluğu başkalarına atmaktan vazgeçmektir; ilk özgürlük, sorumlu olanın sen olduğunu bilmektir. O zaman birçok şey mümkün olabiliyor.

Karma felsefesi, sorumlu olanın sen olduğu üzerine kuruludur. Geçmişte ne ektiysen, onu biçersin. Neden ve sonuç arasındaki bağlantıyı takip edemeyebilirsin, ama sonuç buradaysa, nedeni de senin içinde bir yerlerde olmalıdır.

Sana ne olursa olsun -diyelim ki üzüntülüsün- sadece gözlerini kapat ve üzüntünü seyret. Seni götürdüğü yere git, daha derinlere in. Kısa bir süre sonra nedenine ulaşacaksın. Belki uzun bir yolculuk yapmak zorunda kalacaksın, çünkü bütün hayatın söz konusudur; ve sadece senin hayatın değil, birçok başka hayat söz konusudur. Kendi içinde canını acıtan birçok yara bulacaksın ve bu yaralar yüzünden kendini üzüntülü hissedersin. Onlar üzüntülüdür. Bu yaralar henüz kurumamıştır. Canlıdırlar. Kaynağına geri gitme, etkiden nedenine gitme yöntemi, onları iyileştirecektir. Nasıl mı iyileştirecektir? Neden mi iyileştirecektir?

Ne zaman geriye gitsen, vazgeçtiğin ilk şey sorumluluğu başkalarına atmaktır, çünkü sorumluluğu başkalarına attığında dışarı çıkarsın. O zaman işlemin tamamı yanlıştır. Nedeni bir başkasında bulmaya çalışırsın: “Eşim neden bu kadar edepsi” diye örneğin. O zaman “neden” eşinin davranışlarına nüfuz etmeye devam eder. İlk adımı atlamışsındır ve işlemin tamamı yanlış olur.

Neden mutsuzum? Neden öfkeliyim? Gözlerini kapat ve derin bir meditasyona dal.Yere yat, gözlerini kapat, bedenini gevşet ve neden öfkeli olduğunu hisset. Eşini unut gitsin; bu sadece bir bahanedir- A, B, C, D ne olursa olsun, unut gitsin. Sadece kendi içinde daha derinlere in; öfkeye nüfuz et. Öfkeyi bir nehir gibi kullan; öfkenin içinde akacaksın ve öfken seni içeriye doğru götürecek. İçinde çok zor fark edilir yaralar bulacaksın.

Eşin edepsiz görünüyordu, çünkü içinde zor fark edilen bir yaraya, canını acıtan bir şeye dokundun. Hep güzel olmadığını, yüzünün çirkin olduğunu düşünüyordun ve bu içinde bir yaraya neden oldu. Eşin edepsizse, sana hep yüzünü fark ettirecektir. “Git aynaya bak” diyecektir. İşte o zaman bir şeyler acımaya başlar. Eşini aldatmışsındır, o da sana sürekli hesap soracaktır, “Neden o kadınla o kadar çok güldün? Neden şu kadınla o kadar mutlu oturuyordun?” diye. Yine bir yaraya dokunulmuştur. Aldattın, suçlu hissediyorsun. Yara canlı.  Gözlerini kapat, öfkeni hisset, bütünüyle meydana gelmesine izin ver ki, ne olduğunu tamamen görebilesin. Sonra enerjinin yardımıyla geçmişe doğru git, çünkü öfken geçmişten gelir. Tabii ki gelecekten gelemez. Gelecek henüz gelmemiştir. Ayrıca şimdiki zamandan da gelmez.

Karma’nın olaylara bakış açısı budur:  Gelecekten gelemez, çünkü gelecek henüz gerçekleşmemiştir. Şimdiki zamandan gelemez, çünkü henüz ne olduğunu bilemiyorsun. Şimdiki zamanı sadece uyanmış olanlar bilir. Sen sadece geçmişte yaşıyorsun, öyleyse geçmişinden bir yerlerden gelmek zorundadır. Yara hafızanda bir yerlerde olmalıdır. Geri git. Orada sadece bir tek yara değil, birkaç yara olabilir. Küçük, büyük yaralar. Daha derine git ve ilk yarayı bul; öfkenin asıl kaynağını. Denersen, bulabilirsin, çünkü oradadır. Bütün geçmişin oradadır. Tıpkı bir film rulosu gibidir, yuvarlanmış içeride bekliyordur. Ruloyu aç ve filmi seyretmeye başla. Prati-prasay işlemi budur. Kökteki nedene geri gitmek anlamına gelir. Ve bu işlemin güzelliği şudur: Bilinçli olarak geri gidebilirsen, bilinçli olarak bir yarayı hissedebilirsen, yara anında iyileşir.

Neden mi iyileşir? Çünkü yara bilinçsizlik, bilinmezlik tarafından yaratılmıştır. Yara, inkarın, uykunun bir parçasıdır. Bilinçli olarak geri gider ve yaraya bakarsan, bilinç iyileştirici bir güç haline gelir. Geri gitmek, bilinçsiz olarak yaptığın şeylerin üzerine bilinçli olarak gitmek anlamına gelir -Sadece bilincin ışığı iyileştirir. O iyileştirici bir güçtür. Bilinçli yapabildiğin her şey iyileştirilebilir ve artık acımayacaktır. Geriye giden insan, geçmişi serbest bırakır. O zaman geçmiş artık çalışmıyordur; geçmiş artık onu sıkıca tutamıyordur ve geçmiş bitmiştir. Geçmişin artık varlığında bir yeri yoktur. Ve geçmişin varlığında bir yeri kalmadıktan sonra, şimdiki zamanda yaşayabilirsin, daha önce hiç olmadığı gibi. Yere ihtiyacın vardır; geçmiş içini o kadar çok doldurmuştur ki tıpkı ölü şeylerden oluşan bir hurdalık gibi… Şimdiki zaman gidecek yer bulamamaktadır. Hurdalık, gelecek hakkında hayal kurmaya devam eder. Böylece hurdalığın yarısı artık olmayan şeylerle, yarısı da daha henüz olmamış şeylerle doludur. Ya şimdiki zaman? Sadece kapının önünde bekler. Bu nedenle şimdiki zaman geçmişten geleceğe bir geçişten başka bir şey değildir, sadece anlık bir geçiştir.

Geçmişi bir kenara bırakmadığın sürece bir hayalet gibi yaşarsın. Yaşamın gerçek değildir, var değildir. Geçmiş senin aracılığınla yaşar, ölüler seni avlamaya devam eder.

Geri git. Ne zaman bir fırsatını bulursan, sana ne zaman bir şeyler olursa: Mutluluk, mutsuzluk, üzüntü, öfke, kıskançlık, gözlerini kapat ve geri git. Kısa bir süre içinde geriye yolculuk etme konusunda etkin olacaksın. Kısa bir süre sonra zamanda geriye yolculuk yapabileceksin ve birçok yara açılacaktır. Bu yaralar içinde açıldığında, bir şey yapmaya kalkma. Bunu yapmana gerek yoktur. Sadece seyret, bak izle. Yara oradadır. Sadece seyret, seyredici enerjini yaraya ver, ona bak. Yargılamadan ona bak, çünkü yargılarsan “bu kötü, bu böyle olmamalı” dersen, yara tekrar kapanacaktır. O zaman tekrar gizlenmek zorunda kalacaktır.

Kınama, takdir etme. Sadece bir tanıksın, ilgisi olmayan bir seyirci. Reddetme. “Bu iyi değil” deme, çünkü bu da bir reddetmektir ve bastırmaya çalışırsın. İlgisiz kal. Sadece seyret ve bak. Merhametle bak ki, iyileştirme gerçekleşsin. İlgisiz, merhametli bir bilinç, yaranın üzerine geldiğinde, yara yok olur, buharlaşır. Neden diye sormaz. Sadece doğaldır, nasılsa öyledir, nasıl oluyorsa öyledir. Bunu söylüyorsam deneyimlerime dayanarak söylüyorum. Dene ve bu deneyimi sen de kazan. Yolu budur.

Geçmişe geri git. Geçmişe geri git dediğimde, geçmişi hatırla demek istemiyorum. Hatırlamak işe yaramayacaktır; hatırlamak güçsüz bir işlemdir. Unutulmaması gereken ayrım şudur: Hatırlamak hiçbir işe yaramaz, hatta zararlı bile olabilir. O yüzden tekrar yaşa. Bunlar birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Farkı çok bari değildir ve anlaşılması gerekir. Bir şeyi hatırla: Çocukluğunu hatırla. Çocukluğunu hatırlarken burada ve şimdide kalırsın. O çocuğa dönüşmezsin. Hatırlayabilirsin, gözlerini kapatıp, hatırlayabilirsin ve yedi yaşındaki bir çocukken bahçede koştuğunu hatırlayabilirsin, görebilirsin. Sen buradasın ve geçmiş bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer: Koşuyorsun, o çocuk koşuyor ve kelebeği yakalamaya çalışıyor. Sen görensin ve çocuk nesnedir. Hayır, bu doğru değil; bu hatırlamadır. Güçsüzdür, yardım edemez.

Yaralar daha derindir. Hatırlamakla iyileşmezler ve hatırlamak, bilinçli zihnin bir parçası olarak kalır. Çok ama çok önemli olan her şey bilinçsizlikte saklıdır. Bu yüzden sadece yararsız şeyleri hatırlarsın ya da sadece zihninin kabul ettiği şeyleri hatırlarsın. Kötü olan, çirkin olan ne varsa, hepsi bilinçsizliğe itilmiştir, çünkü egon onlara bakmak istemez. Bütün kötülükler unutulmuştur ve bütün mutluluklar hatırlanır. Mutluluğu bağrına basmaya ve kötülükleri unutmaya devam edersin. Bu bir seçimdir. Bu nedenden dolayıdır ki, herkes daha sonra çocukluğun bir cennet olduğunu söyler, çünkü yanlış olan her şeyi unutmaya çalışmışsındır. Çocukluğun, senin onu hatırladığın şekilde gerçek değildir, kurgudur. Egon tarafından yaratılmış bir kurgudur. Böylece hatırladığın zaman mutlu olayları hatırlayacaksın, mutsuz olanları değil. Tekrar yaşadığında ise tamamını tekrar yaşıyorsun: Mutlusunu, mutsuzunu hepsini.

Tekrar yaşamak nedir? Tekrar yaşamak, tekrar o çocuk haline gelmektir. Çocuğun bahçede nasıl koştuğuna bakmak değil, o bahçede koşan çocuk haline gelmektir. Seyirci olma, kendin ol. Bu mümkündür, çünkü o çocuk hala senin içinde var, hala senin bir parçandır. Tabaka tabaka yaşadığın her şey senin içinde vardır. Çocuktun, o orada; sonra genç oldun, o da orada; ve yaşlandın, o da orada. Her şey burada, katman katman.

Gözlerini kapat, yere yat ve geriye git. Bunu kolayca deneyebilirsin. Bu hüneri geliştirebilirsin. Her gece yatağına yatıp, sabaha doğru geri gidebilirsin. Yatağa yatmak en son şeydir-Onu ilk haline getir ve şimdi geriye doğru git. Yatmadan önce ne yaptın?-Bir bardak süt içtin; tekrar al, tekrar yaşa. Eşinle kavga ettin; tekrar yaşa. Yargılama, çünkü şu anda yargılaman gerekmez. Olmuştur. İyi veya kötü deme, değerlendirme yapma. Sadece tekrar yaşa, o olmuştur. Geriye gidiyorsun: Sabahın erken saatinde seni uyandıran saatin alarm sesi; onu tekrar dinle. Sadece git ve saati geri çevirerek , günün her anını tekrar yaşamaya çalış. Kendini çok ama çok canlanmış hissedeceksin ve çok güzel bir uykuya dalacaksın, çünkü günle işin bitmiştir. Artık o gün sana asılmıyor. Onu bilinçli bir şekilde tekrar yaşadın.

Gün boyunca bilinçli olmak zordu; o kadar çok şeyle boğuşmak zorunda kaldı ki. Ve artık pazara götürebileceğin bilincin kalmadı. Ama bilinçsizliğin markete, dükkana, olaylar dünyasına götürecek kadar bilincin yok. Tekrar eski uyurgezer alışkanlığına geri dönersin. İnsan farkındaysa, anı yaşar, geçmişi değil. Aradaki fark budur: Geçmişte yaşarsan, gelecek yaratılır ve Karma’nın çarkı döner. Şimdiki zamanda yaşıyorsan, Karma’nın çarkı yoktur. Üstesinden gelmişsindir, içinden çıkmışsındır. Hiçbir gelecek yaratılmaz. Şimdi ki zaman, asla gelecek yaratmaz, sadece geçmiş geleceği yaratır. O zaman yaşam, geçmişin  devamı olmadan anlık bir fenomen haline gelir. Bu anı yaşarsın. Bu an geçti mi, başka bir an gelir. Bir diğer anı yaşarsın, ama geçen o an sayesinde değil, farkındalığın, tetikte oluşun, duyguların, varlığın sayesinde. O zaman endişe yoktur, rüyalar yoktur, gelecekle ilgili hayaller, geçmişten gelen içki sersemliği yoktur. İnsan sadece ağırlıksızdır; uçabilir. Yerçekimi anlamını kaybeder. Geri dönmeye ihtiyaç duymaz. Geri gelinecek yer yoktur. Geri dönüşü olmayan noktaya ulaşılmıştır.

İnsan, tam farkındalıkla şimdiki zamanda yaşıyorsa -ki tam farkındalıkla başka bir yerde yaşayamazsın, çünkü farkında olduğunda sadece şimdiki zaman kalır; artık geçmiş, gelecek yoktur; tüm hayatın şimdi olan bir fenomene dönüşür -İşte o zaman hiçbir Karma, Karma’nın tohumu bile birikmez. Bağlarından, kendi yarattığın bağlarından kopmuşsundur. Gerçekten de özgür olabilirsin. Bu içsel bir fenomendir: Bağlarından kurtulmak. Kesinlikle özgür olmayan bir dünyada, tamamen özgür yaşayabilirsin. Bir hapishanede olsan bile fark etmez, çünkü bu tamamen içsel bir tutumdur. İçsel tohumların kırılmışsa, özgürsündür. Buda’yı bir mahkum haline getiremezsin. Onu hapse atsan bile bir mahkum haline getiremezsin. Orada yaşayacaktır, ama tamamen farkında olarak yaşayacaktır. Tamamen farkındaysan, daima özgürsündür. Farkındalık özgürlüktür; farkında olmayış bir bağdır.

Özdemir Asaf - Bilmek

Tutkuların evinde savaş kırıkları var; Kül olmuş bir bütün'ün yonga yanıkları var. Eski özlemlilerin yeni bahçelerinde, Anı kuyularının suskun çığlıkları var.



Che Guevara " Hayat; Ne aşk davasıdır, ne de ekmek kavgasıdır. Hayat, 'İnsan' kalabilme mücadelesidir; Şerefinle, namusunla, onurunla! "





Rabindranath Tagore Şiirleri



Aşka Çağrı
Beni bırakıyorsun kendi yoluna gidiyorsun
Ardından yas tutuyorum, kara yazı yazıyorum

Bir türkü gibi gelip yüreğime yerleşiyorsun
Ardın sıra yıllar geçiyor, dört nala baharlar
El değmedik çiçekler yavaştan bir bir soluyorlar
Bir yerlerden çıkıp çıkıp yağmur geceleri geliyor
Altın sarısı yaprakların ucundan güz
Ölümsüz nisan ayları yeryüzünü öpüyor.

Durmaya vaktimiz yok. Hepinizi çağırıyorum
Ancak bugün varız bunu bilesiniz
Yüreklerimiz yarılmadan, burkulmamışken daha
Hepinize gelin diyorum. Hepinizi çağırıyorum.

  Ben yokum kayığım yok.
Eğer türkümü kesmemi diliyorsan
Yüreğin kanatlanıyorsa eğer
Yüzüne bir daha bakmam
Bir yana çekilir yolumu değiştiririm
Senin olsun bunca geçtiğim yollar
Bir başına mutlu kal bahçende
Çiçeklerini atkıla örgünü ör-ben yokum
Eğer sularını köpürtüp delirtiyorsa kayığım
Ben yokum kayığım yok.

Beni Bu Yeryüzünde
Beni hep severler bu yeryüzünde
Severler, tutarlar elimden beni korurlar.

Sen başkasın aşkım, Sen onlar değilsin
Sen büyüksün, yücelten büyüten aşkındır
Sensin beni özgür tutan onlar değil.

'Ya unutursa...' derler, 'Ya unutursa bizi'
'Bir unutursa bizi...'derler, yakamdan düşmezler
Bunu yapmazlar bir türlü, beni bırakmazlar.

An geçer bir dolu, gün geçer ay geçer
Geçen geçer ardı sıra, bir sen geçmezsin

Adın yok dudaklarımda, seni çağırmıyorum
Seni yüreğimden söküp atıyorum usulca.

Bir bakıyorum aşkın bekliyor eşikte
Aşkın elpençe divan durmuş
Bir bakıyorum aşkımı bekliyor

Benim Gölüme Gel Testini Dolduracak
Ben hep ayaktayım seni bekliyorum
Benim gölüme gel testini dolduracaksan
Göreceksin sularım ayaklarını öpecek
Aşkımı anlatacak, göreceksin
Bu gölgesi kumlara vuran yağmur bulutudur.
Siyah zülfün üstüne kaşın, gözün üstüne
Bu bir tutamlık yağmur bulutudur vuran
Ben hep ayaktayım seni gözlüyorum
Benim gölüme gel testini dolduracaksan
Tüm bayırı yaban çiçekleri sardı
Taze çime otur, yüzüne peçeni vurma
Sularım seni bekliyor bakıp düşe dalacaksan
Ben hep ayaktayım seni bekliyorum

Kapına türkücü geldim
 Her buyuruşunda türkü çağırmamı
Yüreğim uçarı bir kuş gibi yüceliyor
Gözlerim yaş içinde yüzüne bakıyorum.
Ne varsa gelmiş geçmiş evrende
Hepsi bir düzlükte ezgileniyor
Kuşların deniz maviliğindeki kanat açımında
Öyle kıvanıp göneniyorum.

Türkünü ben çağırıyorum.Sen hoşnutsun
Kapına türkücü geldim- biliyorum.

Evrene uzanmış ezginin kanat ucundan
Gelip gelip ayaklarına dokunuyorum.

Çağırıyorum ya türkünü - hoşnut kalasın
Ben kendim yitiyorum.

Kolunda Sepetçik, Yolun Nere?
Pazar dağılmış- akşam dağlardan iniyor
Kolunda sepetin- nereye koşuyorsun
Dönen döndü yollar ıssızlaştı
Ay vurdu köyde ağaçların üstüne
Yaban ördekleri bataklığa çekildiler
Dindi kayıkları çağıran seslerin yankıları
Akşam dağlardan indi- pazar dağıldı
Uyku bulutlarla yeryüzünü sarıyor
Tek ses yok bambu yapraklarında
Kara kargalar yuvalarında sinik
Irgatlar döneli hani oldu tarlalardan
Büyük avluda döşeklerini yayıyorlar.

Akşam dağlardan indi- pazar dağıldı
Kolunda sepetçik- yolun nere

Son İlkbahar
Gün sona ermeden önce
Benim bu arzumu yerine getirmelisin
Yalnız bir defa için,
Bahar çiçeklerini
Beraberce toplamağa gidelim.
Senin bahçene
İlkbahar ayları
Tekrar tekrar gelecekler.
Yalnız seninle eğlenmek için
Dua ediyorum.
Günlerim!...
Boşuna geçip gittiler
Onları ihmal ettim.
Ansızın bugün
İkindi aydınlığında
Gözlerimin
Seninkilerle buluştukları anda
Daha fazla zamanın
Olmadığını anladım.
Bunun içindir ki
Bir hasis gibi
Belki de,
En son baharımın günlerini
Büyük bir sabırsızlıkla
Saymaktayım.
Ey sevgili!...
Korkma!
Senin çiçekli bahçelerinde
Uzun zaman duracak değilim
Ve
Ne bugünün sonunda
Ne de veda anında
Ardıma dönüp bakacağım.
Onlarda gözyaşı görmeği bekliyecek
Gözlerimi seninkilere çevirip
Bakmıyacağım
Gül sevdiceğim!...
Tatlı kahkahalarla gül....
Ve sonra
Sincabın ardından
Onu korkutmak için koş.
Kulaklarına
Unutulmuş hatıraları
Fısıldamayacağım
Ve seni
Acele yolunda
Durdurmayacağım.

Vesveseli
Ey dünya!
Edebi olarak yaşıyorsun
Mevsimlerin tepsilerinden
Çiçekler ve yapraklar
Yolunun üzerine
Dökülüyorlar.
Fakat?
Sen asla durmuyorsun.
Durmak bilmeyen yarışında
Yalnız acele ediyorsun,
Ve asla
Geriye bakmıyorsun,
Ne bulursan
Fırlatıp uzaklara atıyorsun.
Herhangi birşey almak için
Asla durmuyor
Herhangi birşey
Muhafaza etmiyorsun.
Ne kederin ne de
Herhangi bir korkun var.
Yarışının
Büyük süratinden mütevellit
Büyük sevincin yüzünden
Herşeyi harcıyorsun.
Bir anda dopdolusun
Ve
Gene de aynı anda
Hiçbirşeye malik değilsin.
Senin ebedi yarışman
Seni
Herzaman için
Taze kıldı.
Eğer yorulduğunu hissediyorsan
Bir an için dur.
Sonsuz semayı bile kirletecek
Çöl tepecikleri
Toplanmış olacak
Ey edebi danscı!...
Senin dans dalgaların,
Daimi olarak
Ölüm banyosuyla
Bütün dünyayı
Saflaştırıyor.

Ey Şair!.....
Dans eden dünyanın
Belindeki kemerin zilleri...
Ve onun
Durmak bilmeyen adımları tarafından
Çılgın bir deliye döndürüldün

Ümit Yaşar Oğuzcan - Sadrazam Hamamda

Günlerden bir gün
Hamama gideceği tuttu
Sadrazam hazretlerinin
Bir yanında birinci veziri
Bir yanında ikinci veziri
Bir yanında üçüncü veziri
Sonra efendime söyleyeyim


Peşkircibaşısı
Nalıncıbaşısı
Sabuncubaşısı
Velhasıl tam dört yüz kişilik kafile
Peştemal takıp girdiler hamama

Geçtiler kurnaların başına
Üçer beşer
Sadrazam deseniz
Kuruldu göbektaşına
Yan gelip yattı
Memleketin en ünlü tellakları
Sardılar dört yanını
Kimi elini kaptı kimi bacağını
Bir keseleme, sürtme faslıdır başladı
Tamam on iki saat
On iki ünlü tellak
İncitmeden keselediler
Hazretin mübarek vücudunu
Öylesine kir çıktı ki sormayın
Her biri nah parmağım gibi
Aman efendimiz bu ne kiri
Demeye kalmadı
Keselerin altında eriyip gitti
Koskoca sadrazam
Bütün maiyet erkanı yerinden fırladı
- Nittünüz devletliyi
Dediler tellaklara
Tellaklar cevap verdi:
- Biz yıkadık, keseledik
Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik
Suç bizde değil
Neyleyelim
Kir bitti Sadrazam elden gitti ...

23 Ağustos 2014

Murathan Mungan - Yalnız Bir Opera

ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin

      Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça
yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
      Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

      Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
      yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
      kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
      çerçevesine sığmayan
      munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
      lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu

      Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti
Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de
ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
      Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
      Takvim tutmazlığını
      Aramızda bir düşman gibi duran
      Zaman'ı
      Daha o gün anlamalıydım
      Benim sana erken
      Senin bana geç kaldığını

      Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik
kalmıştı.
      Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış
arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
      Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.

Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.

Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.

      Şimdi biz neyiz biliyor musun?
      Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
      Birbirine uzanamayan
      Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
      Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
      Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
      Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
      Ne kalacak bizden?
      bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
      Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
      Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
      Bizden diyorum, ikimizden
      Ne kalacak?

      Şimdi biz neyiz biliyor musun?
      Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları
gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir
şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
      Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi
      Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
      Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

      kış başlıyor sevgilim
      hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
      bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
      oysa yapacak ne çok şey vardı
      ve ne kadar az zaman 
      kış başlıyor sevgilim
      iyi bak kendine
      gözlerindeki usul şefkati
      teslim etme kimseye, hiçbir şeye
      upuzun bir kış başlıyor sevgilim
      ayrılığımızın kışı başlıyor
      Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

      Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...

      Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
      çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
      içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
      para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
      Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
      gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
      korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
      dışarıda hayat düşmandır size
      içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
      Bir ayrılığın ilk günleridir daha
      Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla

      Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
      kulak verdiğiniz saatin tiktakları
      kaplar tekin olmayan göğünüzü
      geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
      bakınıp dururken duvarlara
      boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
      kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
      yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
      kendimizi hazırlar gibi
      yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
      ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
      ve kazanmış görünürken derinliğimizi
      Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
      bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
      hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar

      denemeseniz de, bilirsiniz
      hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar

      Bana Zamandan söz ediyorlar
      Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
      öyle düşünürler.
      Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
      Zaman
      Alır sizden bunların yükünü
      O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
      O boşluk doldu sanırsınız
      Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

      gün gelir bir gün
      başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
      o eski ağrı
      ansızın geri teper.
      Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
      Bitmişsinizdir.

      Zamanla  yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
      önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini 
      kazanır. Yokluğu derin  ve sürekli bir sızı halini alır.

      Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
      Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
      Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır

      ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
      günlerin dökümünü yap
      benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
      kim bilebilir ikimizden başka?
      sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
      kendiliğindenliği
      yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
      bir düşün
      emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
      şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
      Bunlar da bir ise yaramadıysa
      Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda

      Bu şiire başladığımda nerde,
      şimdi nerdeyim?
      solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden
      ikindi yağmurlarını bekleyen
      yaz sonu hüzünlerinden
      gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
      geçti her çağın bitki örtüsünden
      oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
      bakarken dünyaya
      yangınlarda bayındır kentler gibiyim:
      çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
      unuttuklarını hatırlamaktan
      uzak uzak yolları tarif etmekten
      haydutluktan ve melankoliden
      giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
      Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
      Bütünlemeli çocuklarla geçti
      gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
      dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

      Bu şiire başladığımda nerde,
      şimdi nerdeyim?
      yaram vardı. bir de sözcükler
      sonra vaat edilmiş topraklar gibi
      sayfalar ve günler
      ışık istiyordu yalnızlığım
      Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
      İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
                     Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
                     daha şiir bitmeden. Karardı dizeler.
      Aşk... Bitti. Soldu şiir.
      Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden

      Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
      Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
      Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece
      uyudum, hiç uyanmadım.
      barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
      her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
      el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
      birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
      eksiliyorduk
      mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
      her otelde biraz eksilip, biraz artarak
      yani çoğalarak
      tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
      birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
      ağır ve acı tanıklıklardan
      geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
      maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
      linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
      korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
      ve açık hayatları seviyordu.
      Buraya gelirken
      uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
      atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
      ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
      çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
      panayır yerleri... panayır yerleri...
      ölü kelebekler... ölü kelebekler...
      sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
      Adım onların adının yanına yazılmasın diye
      acı çekecek yerlerimi yok etmeden
      acıyla baş etmeyi öğrendim.
      Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

      ipek yollarında kuzey yıldızı
      aşkın kuzey yıldızı
      sanırsın durduğun yerde
      ya da yol üstündedir
      oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
      ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
      ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

      AŞKIN BİR YOLU VARDIR
      HER YAŞTA BAŞKA TÜRLÜ GEÇİLEN
      AŞKIN BİR YOLU VARDIR
      HER YAŞTA BİRAZ GECİKİLEN
      gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
      gözlerim
      aşkın kuzey yıldızıdır bu
      yazları daha iyi görülen
      Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
      ilerlerim
      zamanla anlarsın bu bir yanılsama
      ölü şairlerin imgelerinden kalma
      Sen de değilsin. O da değil
      Kuzey yıldızı daha uzakta
      yeniden yollara düşerler
      düşerim
      bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
      ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
      Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
      yaşamsa yerli yerinde
      yerli yerinde her şey

      şimdi her şey doludizgin ve çoğul
      şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
      şimdi her şey yeniden
      yüreğim, o eski aşk kalesi
      yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden

      Dönüp ardıma bakıyorum
      Yoksun sen
      Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren
 

Yaz Geçer - 1986-87, İstanbul

Oktay Rifat - Son Söz

Boğazından lıkır lıkır geçen
Şu suyun kıymetini bil
Nedir ki bu mavilik deme
Pencereden görebildiğin kadar
Göğün kıymetini bil
Kıymetini bil çiçek açmış bademin
Güneşli odanın çamurlu sokağın
Beyazın siyahın yeşilin
Pembenin kıymetini bil
Dirilik öyle bir şey yürekte
Sevinçle çırpınır
Kavak yelleri eser insanın başında
İnsanoğlu kızar öfkelenir savaşır
Halk için girişilen savaşta
O korkulu sevincin
Öfkenin kıymetini bil
Bil ki bu
Budur işte
Güneş yalnız dirileri ısıtır
Güneşin kıymetini bil.