31 Mayıs 2014

Turgut Uyar - Biraz Daha

Ve bizim bir haziranımız
Bir yıl kadar yetecektir dünyaya...
Kullanmam ucuz özgürlüğü sana sığınırım
Azarladığım bir dünyayı suya bırakıp
Günlük dövüşü en uygun yerinde keserek
Ve kan biraz daha akar durur, akmalıdır
Bir çaresizlik sanırım, öfkem büyür uğunurum
Oysa bir çiçek bir güzel dünyaya bakmalıdır
Ve kuytulardan, unutulmaktan tek tek
Ölülerimiz toplanacaktır.

Senin yıldızların güneşlere dönüşür
En karışık en bozgun bir öğle uykusunda bile
Ve sonsuz sevinç taşıyan bir çığlıktır
Bir suyun bir başka suya karışması
Kanları çökelirken bir soylu tabaka
Bir bahar anlatıcısının
Bir mutluluk dülgerinin
-Gecelerde ve yalnızlıklarında hepsi üşür-
Ölülerimiz toplanacaktır.

Ne kadar hüzün geçmişse dünyadan
Ne kadar acı geçmişsse yaşayacağız
Hepsini yeniden, bir bir dünyada
Dünyadan ve dünyayla sana sığınırım
Acılardan ve hüzünlerden değil
Kaçmalardan ve korkulardan değil
Çünkü bir güçtür sıcaklığın kollarıma
Çünkü kanları, kanları, kanları hatırlarım
Çünkü ölülerimiz toplanacaktır
Ve yüceltilecektir bir mavide.

Haberlere yorumlara ve büyük tirajlara
Asalak otlara karşı, türeyip giden
Bir sun'i ilkahla üreyip giden
Bir soya, bir sanrıya karşı
Kuşanıp kahramanca tek silahını, kanını
Diri bir su gibi gidenleri hatırlarım
Odalarda ve güzel bir dünyada
Sararken bir başına eski güneş
Yıldızımız uzak bir iklimde
Bir tüfek olacaktır. Bir tüfek
Ölülerimiz toplanacaktır.

Ve bizim bir haziranımız
Bir yıl kadar yetecektir dünyaya
Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış
Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız
Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen
Bir olgu olmayacaktır sana
Ölülerimiz toplanacaktır
Doldurulan bir kıyı gibi.

Anılacaktır bir general pantolonundan
Nasıl sezgiler ve gerekçeler çıkardığımız
Nasıl kırgın ve nasıl umutlu olduğumuz
Bir şenliğin başlangıcından ve sonundan
sığınmamız da anılacaktır.

Ölülerimiz toplanacaktır
Kenar köşe kasaba hanlarından
Deniz en güzel aşkken ayışığına
Küçük ve karanlık odalarda öldürülenler
Direnerek ve akarak ölenler
Yüceltilecektir
Anılacaktır ölümleri

Bir şehir akşamında herkes kaçışırken
Ormanlar bir çözülmeye bozulurken
Karanlığa kanıyla karşı duran
Kanıyla ışıtan, yalazlayan karanlığı
Yalnız ve dayanıklı gecelerinde üşüyen
Ölülerimiz toplanacaktır.

Biraz daha kan, kan ve suyun akışı
Ey suyun güvenli akışı
Sana bir yamaç gerekmez mi
Ki sonun özlemine hızlı varsın
Ki sen varsın, akıtılmış kanlarla varsın
Ve kan ve akışın o soylu tabakta
Ormansız bir halka sunulacaktır
Bir orman olarak
Ona sığınılacaktır.

Sana sığınılacaktır kırılıp toplanınca
Sana sığınıyorum kırılıp toplanınca
Değil sonsuz girdiçıktısına yaşamaların
Ey en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin
Ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin
Sana sığınılacaktır
Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda
Akıtılan ve akıp gelen kanlarda
Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
Eller temizlenecektir
Bir tören olacaktır
Ölülerimiz toplanacaktır.
 

29 Mayıs 2014

Seçme Şiirler

Yola Getirilen Kişilere 
Baskının arttığı günlerde
Ekmeğinden olmamak için
Karar verdi bizimkisi
Artık ağzını sıkı tutacaktı
Gizleyecekti suçlarını bu kapkaç düzenin
Ama yalanlarını da yaymayacaktı
Yani, ne açığa vuracaktı pisliklerini onun
Ne de karanlık işlerini övecekti

Baskının arttığı günlerde
Ekmeğinden olmamak için
Düzenle uzlaşmış görünecekti
Doğruya aykırı bir şey söylememe kararı
Yaradı gerçeği örtbas etmeye
Ama uzun süremezdi bu da
Hiç iyi karşılanamazdı bürolarda, laboratuvarlarda
Fabrika avlularında iyi karşılanamazdı
Söylememesi insanların doğruya aykırı bir şey
Olağandı ağzını açmamak
Meslektaşlarının görüp de kanlı suçlarını
Yağmur gibiydi korkunç kıyımlar
Yağmur gibi geçici ve kaçınılmaz
Gerçi susmakla suçlulardan yana oluyordu
Ama çok çabuk anladı her şeyi
Ekmeğinden olmamak için
Yetmeyecekti gerçeği gizlemesi
Yalan da söylemek vardı işin içinde

Zorbalar kızmıyor, bir şey demiyorlardı
Bayağılaşmasına onun, alçalmasına
Ekmeğinden olmamak için
Davranışında bir şey yoktu onlara ters gelen
Ne bir aldığı vardı onlardan, ne de bir beklediği
Güçlülerin masasında, kalkıp ayağa
Açınca ağzını konuşma yapan
Yemek kırıntılarını görüyordu
Onun dişleri arasından

Onu kuşkuyla dinliyordu ama
Gene de ağrına gidiyordu övgüleri bu adamın
O değil miydi daha dün baskıyı eleştiren
Zafer şölenine çağrılmayan üstelik
Ezilenlerin dostu değil miydi dün bu adam
Çok iyi tanıyorlardı onu, çok iyi
Bir şey, söylendiği vakit vardı, doğru
Söylenmediği vakit yoktu o şey
Baskı yok, deniyordu madem
Öyleyse baskı yoktu
Katil için, kurbanın kardeşini
Satın almaktı en kısa yol
Ve tanıklık ettirmekti ona
Kardeşimin başına bir kiremit düştüydü
Kardeşimin ölümü bundan

Bu basit yalan da yetmedi, neylersiniz
Gerçeği uzun süre gizlemeye
Yalan söylemesi gerekti daha bir sürü
Ekmeğinden olmamak isteyenin

Yarışması gerekti, çılgınlar gibi
Ekmeğinden olmamak isteyenlerle
Ama yetmedi yalan söylemeye yanaşmak
Bilmek de gerekti yalan söylemeyi
Ekmeğinden olmamak dileğine
Karıştı bir anlam vermek dileği
Budalaca bir gevezelikle
Sözle anlatılmayanı
Söylemek dileği karıştı
Çok daha özel, çok daha ince
Övmek zorundaydı ayrıca
Zorbaları başkalarından çok
Çakılmasın diye vaktiyle baskıyı yerdiği
Gerçeği bilenler, az gittiler uz gittiler
Sonunda en azgınları oldular yalancıların

Ama uzun sürmedi bu da
Adamın biri çıktı bir gün, ispat etti
Onların namuslu olduklarını eskiden
Ekmeklerinden oldular işte o zaman...Bertolt Brecht
 

Tutuklamayın Ozanları
Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır ana dilini
Gökyüzünü yoksunlamak Türkçeden
Kırmaktır en taze dalı su yürürken

Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır ana sözcüğünü
Dili büyüten güneşli kapı önlerinde
Konuşurken gelen geçenle

Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır yaşamın pınarını
Bir ulusun yağmurlarını biriktiren
Ve akıtan zamanın dağ eteğinden

Bir ozanı tutuklamak
Nisan başlangıcında bir daldan
Üreyen bir gül haberini
Dondurmaktır ve sürdürmektir zemheriyi

Ozanı tutuklayan toplum, tutuklar kendisini
Bir büyük hapishanedir artık orası
Devlet adamı da tutukludur orda bir bakıma
Muş ovasında ot biçen bir köylü de...Ceyhun Atuf Kansu

Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına...Martha Medeiros

Puerto Libre "Affedersiniz bayım, daha iyi bir dünyaya giden bir tren ? "

 

Mevlana Seçme Sözler

 
"Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker..." 

"Hayatın amacı,kendine varmaktır. Oysa herkese yaklaşır, her yere varır, bir tek kendinden uzak kalır insan. Her yeri, her şeyi keşfeder ama kendinde kıpırtısız duran okyanuslardan haberi bile olmaz..."
 
"İnsan büyük bir şeydir ve içinde herşey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin..."
 
"Tuzağa koyduğun yem taneleri cömertlik sayılmaz..."
 
"Ölülerle savaşıp gazilik elde edilmez..."
 
"Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez..."
 
"Demirciliği bilmiyorsan, demirci ocağından geçerken sakalın da yanar, saçın da..."
 
"Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil..."
 
"Kim demiş, gül yaşar dikenin himayesinde..? Dikenin itibarı ancak gül sayesinde..."
 
"Dolunay, gökyüzünde geceleri yürür; köpeklerin havlamasından dolayı yürüyüşünü bırakmaz..."
 
"Sık sık verilen aynı öğütten sıkılma. Çünkü bir çiviyi çakabilmek için defalarca vurmak gerekir..."
 
"Canın ormanında bir av avlamak için doğan ol. Canın güneşi gibi doğ, canını parıldat..."
 
"Herkes dışını süslerken, sen içini, kalbini süsle. Herkes başkasının ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarınla meşgul ol..."
 
"SUSMAK; Mânâ eksikliğinden değil, belki Mânâ'nın derinliğindendir..."
 
"Çocuk kırmızı elmayı görmeden, elindeki kokulu soğanı bırakır mı..?"
 
"Yanlış ve doğru davranmayla ilgili fikirlerin ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşacağım..."
 
"Gerek yok her söze laf ile beryana...Bir bakış bin söz eder bakıştan anlayana..."
 
"Şu ana kadar böyle yaptın artık yapma, suyu bulandırdın artık daha fazla bulandırma..."
 
"Ben senin aşkına aşığım. Bundan başka benim işim yoktur. Ben aşık olmayan kişinin insanlığını inkar ederim..."
 
"Akıllı insan düşündüğü herşeyi söylemez, fakat söylediği herşeyi düşünür..."
 
"Cahil, alimi tanımaz çünkü o, hiç alim olmadı. Alim cahili tanır, çünkü o eskiden cahildi. Cahillerin yanında bir kitap gibi sessiz ol.."
 
"Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini şaşırmayasın..."
 
"Sen taş, kaya ve mermer dahi olsan, eğer bir terbiyecinin (gönül sahibinin) eline düşersen cevher olursun..."
 
"Burnuna sarımsak tıkamışsın, gül kokusu arıyorsun..."
 
"Kapı açılır sen yeter ki vurmayı bil, ne zaman açılır bilemem, sen yeter ki o kapıda durmayı bil..."
 
"Bilmek başka, bulmak başka, olmak daha başka..."
 
"Dünya kurt, insan kuzu. Kurdun derdi kuzuyu mideye indirmek, kuzu ise kurda aşık..."
 
"Sevenle sevileni ayrı varlıklar sanırdım, meğer onlar bir imişler bense biri iki görmüşüm...
 
"Ben kilitten seslenen bir kapı anahtarı gibiyim sanki. Sanır mısın ki benim sözüm sadece bir sözdür..."
 
"Sarhoş, cinayeti yapar da sonra “özrüm vardı, kendimde değildim” der. Kendinde olmayış, kendiliğinden gelmedi sana, onu sen çağırdın..."

"Yalnızlığın en kötüsü, seni anlamayanların arasında kalmaktır..."
 
"İnsanın gözü neyi görürse, değeri o kadardır..."
 
"Marifet nedir bilir misin..? Taşlara bakan gözlerin çiçekleri görmesidir..!
 
"Dinler gerçeğe, Yaratıcıya götüren yelkenli gibidir. Ama çoğu kez insanlar yelkenliye aşık olur ve hedefi unuturlar..."
 
"İki canlı kuşu birbirine bağlasan, dört kanatlı oldukları halde uçamazlar, çünkü ikilik mevcuttur..."
 
"Aynalar türlü türlüdür. Yüzünü görmek isteyen cama bakar, özünü görmek isteyen Can'a bakar..."
 
"Mum olmak kolay değildir. Işık saçmak için önce yanmak gerek..."

"Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu, dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir...
 
"Git. Gözlerini kapa ki gönlün göz gibi olsun. O gözden sana başka bir âlem görünsün..."
 
"Balıkçının ağından kurtulmak için denize ulaşmaya bak..."
 
"Kargalar bağlara ve bahçelere çadır kurunca, bülbüller sükût ederler..."
 
"Mücevherlerden sarraflar anlar ancak, başkaları bilmez. Ne fark eder kör insan için elmas da aynı cam da. Sana bakan bir kör diye kendini camdan sanma..."
 
"Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker..."
 
"İste, ama derecesine göre iste; bir otun bir dağı çekmeye kudreti yoktur..."
 
"Anlamaz olgun adamdan bil ki ham. Söz uzar, kesmek gerekir vesselam..!" 

Tezer Özlü'de Benlik/ Kendi(m)Lik Algısının İzleri

uzun yıllar mı dersin günler mi dersin  geçeli ne geçeli? yokuşu çıkıp da bir başına bizim kehremanın, müzik dolabına bir plak koyduğundan bu yana. şimdi başlayalım yazmaya. nereden?

Neresinden tutunacağımızı bilemediğimiz, elimizi her attığımızda düzeltmekten çok bozmaya eğilimli olduğumuz bir yap boz mudur hayat? "Medeni" hayata geçebilmek için iznimiz olmadan atalarımızın kabullendiği kurallara uymak zorunda mı bırakıldık? Yoksa sınırları kesin bir şekilde kara kalemle çizilmiş bir çemberin içinde dönüp dolaşıyoruz da durup durup kendi benliğimize mi çarpıyoruz? Tezer Özlü bu çemberin ortasında sıkışıp kalmıştı. Normları, baskıları, toplum sözleşmelerini değil, kendini seçti. Kara kalemle üzerinden defalarca geçilmiş sınırlardan geçti, kendini kaybetti, kendini buldu. İnsanların onu yitirdiklerini düşündüğü zamanlarda kimdi? Ve ne kadar kendiydi yazdıklarında? Başkalarının belirlediği kuralları bir kenara koyup, kendi dünyasında kitapları, müziği, birkaç kadeh içkisi, dostları, mektupları ve yazılarıyla dolu bir dünya kurmak istedi Özlü. "Kendi duvarlarının gerisine çekildi"  ve kendine özgü bir üslup geliştirdi.

"Ben ben miyim? Ben herkes miyim? Ben herşey miyim?"

Bilge Karasu şöyle der; "Kendim olmak başka bir şey değil ki, çünkü onun dışında onun ötesinde bir kendimlik yok ki, kendimlik burada söylediğimde, yazdığımda, yaptığımda." Tezer Özlü de yazılarında kendiydi çoğu zaman. Onun söylediklerinde, yazdıklarında, yaptıklarında kişiliğinin izlerini, yaşamının tüm sevinç ve sanrılarını görmemiz mümkündür. 'Çocukluğun Soğuk Geceleri'nde kendi çocukluğunun izini sürdü. Yazdıkları, yaptıkları kendiydi. Ancak bazen "kendi zamanının içinde" olmak için kendinden kopması gerekiyordu. Koptu da. 1985 Ocak'ında Zurih'ten, dostu Leyla Erbil'e yazdığı mektupta şöyle ifade ediyor bir kopuş öyküsünü; "Ve ilk kez yavaş yavaş, belki de araya giren somut mesafe ya da uzaklık nedeniyle çocukluğumdan da uzağım. Bu da iyi. İlk kez çocukluğumdan uzaklaşıyorum. Kendi zamanımın içindeyim."  Yaşamı kopuşlar ve yeniden hayata bağlanışlarla doldu. Her yeni düğüm bir öncekinden daha sağlam olsa da; her düğüm gibi yenisi de bir gün çözüldü. Sperber yazma eylemlerinin bir "kopuş" ile gerçek olanın "sarsılmaya başlamasıyla" ortaya çıktıklarını söyler.  Belki de bize tüm yabancılığını, yozlaşmış olan ne varsa hepsinden uzaklığını, tabiri caizse 'ayrıksı otu' halini, coşkularını, iç çekişlerini, özlem ve yorgunluklarını bu denli sade ama bir o kadar da yoğun ve içten anlatabilmesinin sırrı; yaşadığı sarsıntılar, kopuşlardı. Foucault kişinin yazarak kendisiyle yoğunlaştığını ve genişlediğini ifade eder. Özlü de yazdıkça kendiyle yoğruldu en çok, daha çok kendi oldu. Yazmadığında yaşadığı sıkıntıyı şöyle iletiyor Ferit Edgü'ye; "Yazmadığımda iç-denge diye adlandırdığım, o kafamda mı, yüreğimde mi olduğunu bilmediğim bir denge bozuluyor ve çevreme karşı kırıcı hatta saldırgan oluyorum. Bunu da hiç sevmiyorum.

Yazdığımda, bu, bir ölçüde geçiyor. Belki yazarken kendimi kırdığım ve kendime saldırdığım için." Yani yazar bir bakıma hayatında bir denge sağlayıcı olarak sığınıyor edebiyata. Yazmadığında geliştirdiği kendi ifadesiyle "saldırganlığı" kendine yönlendirmesini sağlıyor yazı. Böylece bir düğüm daha atıyor olağan, sıradan hayata. Ve kendini kaybediyor; kendini buluyor. Ferit Edgü Gergedan Dergisi Tezer Özlü özel sayısında yer alan "Tezer Özlü için" adlı şiirinde onun yazıyla ilişkisini şöyle ifade eder;

 
"Yazmak için yaşayanlardan değildi,
Yaşamak, yaşayabilmek için yazanlardandı."

Yazma eylemi, hiçbir yere sığamayan, yaşamı boyunca birçok kent dolaşmış Tezer Özlü için Adorno'nun tanımıyla "yaşanacak bir yer" olmuştu. Adorno yazma eylemini tanımladıktan sonra şöyle bitirir. "Sonunda, yazara kendi yazılarında bile yaşanacak yer kalmamıştır." Ne yazık ki Özlü'nün yaşam serüveni uzun sürmemiş ve kendi tabiriyle okuyanın "içini dalgalandıran", onu "huzursuz" eden eserlerinin sayısı sınırlı kalmıştır.

Ankara'dan 1966 Ekiminde Ferit Edgü'ye yazdığı mektupta, Özlü'nün kendi kişiliği içinde yaşadığı ayrıksamaları ve buna bağlı kopuşları görmek mümkün."Burada bir ben var. Belki de bana benzemek isteyen birisi. Kafamın içinde her şey bir arada. Çocukluğum. Taşra. Erkekler. Sıkıntı. Ama kafam bomboş. Hiç bu kadar yalnız ve rahat olmamıştım. Bomboş." Öyle bir bölünmüşlük düşünün ki; kendiniz size yabancı. Size benzemeye çalışan biri var yanınızda. Bir yandan bomboşsunuz, öte yandan tüm anılarınız kol kola girmiş sohbet ediyorlar yüksek sesle. Hangisi kendi idi, hangisi kendine benzemeye çalışan yabancı. Yoksa her ikisi de farklı benlikleri miydi? Zıtlaşan, yabancılaşan, ama bir arada aynı bedende hapsolan?

Yaşamak istediği gibi mi yaşıyordu Tezer Özlü? Bu soruya cevap verebilmek öyle zor ki? Ondan kalan mektuplara ve notlara baktığımızda içinde bulunduğu anın gerektirdiği duyguları en uç noktada yaşadığını görüyoruz. Onun mürekkebi ya kırmızı ya siyah! Ne pembeler gördüm ben okuduklarımda, ne gri tonlar. Ama kesin olan şu ki içinde bulunduğu toplumun normlarına ayak uydurmak ona göre değildi. Yapılması gerekeni yapsa dahi benliğinin zaman zaman kabullenmediği durumlar ortaya çıkıyordu. Leyla Erbil'e mektubunda şöyle yazar: "Bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilik yapan kadınlarız."  Hepimiz gibi zaman zaman o da yoruldu, "taşıyamayacağı kadar yaşantı" üstlendi. Kendi ifadesiyle "kitapsız, sanatçısız, tartışmasız bir yaşamın özlemi sardı" benliğini, mutsuz oldu. Kimi zamanda sadece kitapları, müziği, ışığı ve dünyasıyla mutlu oldu.

Tezer Özlü'nün aydın kişiliği ve entelektüel birikimi, belirli dönemlerde farklı ülkelerde yaşayıp kendi topraklarından soyutlansa da düzenin yanlışlarını görmesini ve eleştirmesini engellemez. Romanlarında toplum düzenine karşı başkaldırısını iğne oyası gibi, kesik kesik ve inceden işleyen yazar "Kalanlar" da bu baskıcı düzenin kendisini nasıl etkilediğini açık seçik ifade ediyor; "İktidardaki egemen sınıf ve benim toplumumdaki düzen her gün sayısız kez benim ve benim gibileri vazgeçmeye ve bizi kendisi gibi olmaya zorladı. Ben bir kezinde aklımı yitirdim, ama kendimi yeniden kendi elime geçirdiğimde daha da zor yenilebilir durumdayım." Özlü'nün kaleminden bir kayboluş hikâyesi değil mi bu? Ve "kendimi yeniden kendi elime geçirdim" cümlesi en baştan beri altı çizilen benliğini kaybetme ve bulma hikâyesi değil de ne? Anlatı ve günlük parçalarından çıkarılan bu metnin altında tarih bulunmuyor, ancak bahsi geçen egemen sınıf ve toplum düzeni bu ülke tarihinin her anında geçerli değil mi? Tarihi not düşülmemiş bir yazıda bugünü görmek bize Özlü'nün zamansızlığının en güzel kanıtıdır.

Ferit Edgü'ye 1984 Ekiminde şöyle yazar Özlü "...insanın kendisinden başka karşı karşıya olduğu kim var?" O da çağdaşı Derrida gibi kendine karşı bir savaş vermektedir. Her savaşta olduğu gibi kan vardır, kazanan ve kaybeden vardır. Savaşı kendine karşı verdiğinden olsa gerek bazen yenilgiyi tadar bedeni, bazen de zaferi. Ama kendine yenilgilerden de zafer çıkarmayı bilmiştir hep. Bir mektubunda kendisinin de ifade ettiği gibi; "Sonunda (başında) çıldırdım. Ama şimdi eskisinden daha iyiyim."

Tezer Özlü'nün kısa hayatı boyunca savaşmak zorunda kaldığı ruhsal bozukluklar ve son yıllarında geçirdiği ölümcül hastalık yaşamın kendisine karşı isteğini köreltmeyi başarabilmişse de; dostlarına yine "yazı" yoluyla ulaşmasını engelleyememiştir. Ne de olsa yazdığı tam olarak kendidir. Ancak hastalık başlı başına çekilmez bir şeydir kişi için. Nietzsche, hasta insanın savunma ve korunma içgüdüsünün bozulduğunu söyler. Kişinin  hiçbir şeyden "sıyrılamadığını," hiçbir şeyle "baş edemediğini" ve her şeyin yaraladığını anlatır kendi deneyimlerinden yola çıkarak. Ve ünlü cümlesini ekler; "Anı, irin toplayan bir yaradır." Özlü 1984 yılının Temmuz ayında Ferit Edgü'ye en çok mezarlıklarda huzur bulduğunu yazıyor. Ancak sonrasında ekliyor; "Ölmek isteğim yok. Yaşama isteğim olmadığı gibi."  Belki de, Özlü bu yıllarda Nietzsche'nin de deneyimlediği gibi hayatla baş etmekte zorluk çekmeye başlamıştır ve bu nedenle mezarlıklar ona huzur verir. Ancak oraya da ait olmadığını hisseder, aynı nefes aldığı dünyaya ait olmadığı gibi. Ayhan Kırdar'ın 'Lo'ya Son Mektup'unda ifade ettiği gibi bir ikilemdir yaşadığı. Şair şöyle der: "Ne bileklerimi kesebilmek cesaretini bulabildim kendimde ne yaşama gücünü."  Belki cesaretsizlik değildir Tezer Özlü için uygun kelime, isteksizliktir sadece. Ne fark eder! İrin toplamaya devam eder yaraları... Özlü'nün kendilerine yazdığı mektuplarla anı biriktiren dostları, gidişinin ardından o mektupları bizlerle paylaşırken, her bir mektuptan da işte o irin damlar.

Kısacık yaşamına öyle yoğun duygular sığdırmış ki Tezer Özlü, kendisinden arta kalan mektuplar, günlük yazıları ve de romanlarda O'nu bulma serüveni hiçbir zaman "tam" olamayacaktır. Zaten kendisi de bu beyhudeliğin farkındadır yaşarken; "Hiçbir resimde kendimi göremedim. Ama ben neredeyim, diye sormam. Bilmediğim şeyleri sormayı sevmem."  diye bir not iliştirir günlüğüne. Sadece bize bıraktıklarıyla tanıma şansı bulduğumuz Tezer Özlü için, dostu Leyla Erbil'in sözlerine kulak verelim. Şöyle yazıyor Erbil: "Tezer Özlü, kendi olmayı hiç reddetmeden, kendi ruhundaki acılardan taşarak akraba acıların dünyasına ulaşmaktadır."

Cevabını bilmediği soruları kendine sormayan Özlü, aslında sormadığı soruların cevaplarını yazılarında açık eder. Onun ardından roman, öykü, mektup ve günlük parçalarını irdeleyen herkes "Tezer"i yakınlarında hissedecektir. Belki de benliğinin bu denli farklı kıtalarda dolaşması okurlarının her birine benliğinden bir parça vermeyi başarabilmiş olmasındandır.

Ve son söz Tezer'in:

"Gece ilerliyor. Korkularım büyüyorlar. Duruyorum. Kaldırımlara bakıyorum. Gözlerimi gökyüzüne dikiyorum ardından. İşte burada yüksek bir kapı. Ben gene iki BENLER oluyorlar, bir BEN kaldırımda durmuş, yüksek yapıya bakıyor. İkinci ben tepeden ölümlere uçuyor. Diğer benler nerelerde? Bilemiyorum. Tüm benlerimi toplayıp uçmak..."   

 Sultan Komut Bakınc

Hero İle Leandros

Çok eski zamanlarda, bugün bizim Çanakkale Boğazı dediğimiz Hellaspontos'un Avrupa kıyısında, Sestos adını taşıyan bir şehir bulunuyordu. Bu şehir surları arasında Aphrodite için yapılmış büyük bir tapınak vardı. Bu tapınakta Hero adında çok güzel bir rahibe vardı, bu rahibe güzelliği ile dillere destan olmuştu. Aphrodite mabedindeki kumrularla ilgilenen Hero'yu görenler onu Aphrodite'in kendisi zannederlerdi.

Bu genç rahibe güzel olduğu kadar alçak gönüllüydü de. Bu yüzden Aphrodite bu kızı kıskanmak bir yana onu çok severdi. Her sene ilk baharın gelişi ile birlikte Sestos'ta şenlikler düzenlenir, çevreden insanlar akın akın buraya gelir, Aphrodite'in mabedini ziyaret ederlerdi. İşte böyle bir bayram günü Leandros adında yakışıklı bir genç Aphrodite'in mabedindeki bir ayine katılmıştı .

Abydos'lu olan Leandros getirdiği hediyeleri sunmak üzere mihraba yaklaştığında; güzel rahibe Hero'yu görünce aklı başından gitmiş ilk bakışta ona aşık olmuştu. Ayin boyunca gözlerini güzel rahibeden ayıramamıştı. Sanki karşısındaki Aphrodite'in ta kendisiydi.

Leandros gün batıncaya kadar mabedinin bir köşesinde bekledi. Ziyaretçiler bir bir mabedi terk edince yavaşça tek başına kalan Hero'ya yaklaştı. Rahibe genç delikanlıyı görünce ürkerek geri kaçtı. Ama Leandros onu durdurdu. Ve oracikta mihrabın önünde Hero'ya duyduğu aşkı dile getirdi. O günden sonra Leandros Hero'nun tüm itirazlarına rağmen her gün mabede gelip genç rahibeye duyduğu aşkı anlattı. Hero defalaca ona bir rahibe olduğunu ve böyle bir aşka karşılık veremeyeceğini söylediyse de Leandros pes etmedi. Duyduğu sevgi öylesine büyüktü ki, bir gün mutlaka karşılığını alacağına inanıyordu. Tüm çabaları ve ısrarları sonunda arzusuna kavuştu. Hero da onu seviyordu ancak aralarında büyük bir engel vardı.

Hero, deniz sahilinde ıssız bir kalede yaşlı bir kölenin kontrolü altında yaşıyordu, üstelik Leandros'un yaşadığı şehirle aralarında deniz vardı. Ama Leandros aşkı uğruna herşeyi yapmaya hazırdı. Buna, gece karanlığında yüzerek denizi geçmek de dahildi.

O akşam yaşadığı şehre geri döndüğünde sahile inerek denizi seyretti, gözleri ile karşı kıyıdaki kaleyi arıyordu. Bu sırada rüzgâr şiddetini artırmış, bulutlar ayı ve yıldızları kapatarak ortalığı karanlığa boğmuştu. Issız kalede köle ile birlikte oturan Hero endişe ile dışarıyı izliyordu. Bir ara yaşlı kadına dönüp; "Bu korkunç gecede kim bilir kaç balıkçı yolunu bulup evine dönemeyecek. Bence karanlıkta yolunu kaybeden denizcilere yol göstermek, onları felaketten kurtarmak için kalenin üstüne bir meşale yakarsak Aphrodite'yi de sevindirmiş oluruz" dedi.

Bu sözlerle yumuşayan yaşlı kadın, kalkıp bir meşale yaktı ve kalenin tepesine kolayca görülebileceği bir yere koydu. Esen rüzgâr onu canlandırdı alevi daha da yükseldi ve etrafı aydınlattı.

Hero heyecanla dışarıyı seyrederken duyduğu bir sesle kalbi küt küt atmaya başladı. Denize doru baktığında dalgalarla boğuşan birini gördü bu Leandros'tan başkası olamazdı. Onu yaşlı köle de görmüştü. Aşağı inip delikanlıya kıyıya çıkabilmesi için yardımcı oldu ve onu rahibenin odasına götürdü. Leandros yorgunluktan bitkin ama sevdiğini görmekten mutlu bir halde genç rahibeye sarıldı. Yaşlı köle buna çok şaşırmıştı ancak onlara engel olmadı.

O günden sonra Leandros her gece Hellaspostos'u yüzerek geçip sevdiğine ulaşıyordu. Günler haftalar aylar geçti, güzel yaz günleri geride kaldı ve kışa yaklaştılar. Deniz eskisi gibi sakin ve sıcak değil, dalgalı ve soğuktu. Hero her gece yüzerek boğazı geçen Leandros için endişelenmeye başlamıştı bu yüzden ona bir süre birbirlerini görmemeleri gerektiğini söyledi. Bahar gelinceye kadar ayrı kalmaları gerekiyordu. Kışın boğazı yüzerek geçmek çok tehlikeliydi. Leandros her ne kadar istemese de sevdiğinin bu isteğine boyun eğdi. Ve bahara kadar gelmeyeceğine dair ona söz verdi. Ama bu ayrılığa sadece bir kaç gün dayanabildiler.

Leandros, Hero'nun yolladığı özlem dolu mektubu okuyunca daha fazla dayanamayarak, düşünmeden kendini azgın dalgaların kucağına attı ve bir an evvel sevdiğine kavuşabilme arzusu ile dalgalarla boğuşmaya başladı. Fırtına arttıkça artıyor, dalgalar daha da aşılmaz bir hal alıyordu. Hero'nun yaktığı meşale şiddetli rüzgârlardan sönerek ortalığı karanlığa gömdü.

Heyecan içinde Leandros'un yolunu gözleyen Hero, yaşlı köle uyuduktan sonra gizlice sahile indi ancak orada dalgaların kıyıya attığı sevdiğinin ölüsü ile karşılaştı. Bu acıya dayanamayan Hero sevgilisine sarılarak kendini öldürdü. Kasabalılar bu haberi duyunca yas elbiselerine bürünüp kaleye geldiler ve iki sevgilinin cenaze törenine katıldılar.Onları deniz kıyısında aynı mezara gömdüler ve Onların anısına boğazın azgın sularına güzel kokulu çiçekler attılar.

26 Mayıs 2014

" Bir İnsanın Anavatanı, Çocukluğudur. "(Epictetus)

Çocukluk Doya Doya Yaşanmalıdır
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?

- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”

Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm:
Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?

- Hayır, neden?

- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu.
Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu.
Sonra konuşmaya devam etti:

- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum.
Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.

- Radikal bir karar!

- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyleböyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş
yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?

- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.

- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!”
anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa
çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim;
belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.

- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen
buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.

- Eşiniz gelmek istemedi!

- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım.
Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?

- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.
Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.

“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.

“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
 
 Doğan Cüceloğlu
 

Abdullah Nefes - Kadı ile Hırsız

Hırsızın Kadısı, Kadının hırsızına
El pençe akıl verdi koltuğunda:
Çal, çırp, ye, yağmala biziz arkanda
Ne arayan var, ne soran nasılsa
Geç ırzına namusun, Allah adına.

Durur mu alınca başından icazetini
Yelken açtı fenerden camiye doğru
Namerdin nur yüzlü mürit cenabeti
Elinde şeyh asası, yüzünde maskesi
Kimsesizler yurdunda boşbakan oldu.

Bitermi bu toprağın uzun Hikayesi
Mazlum sürüsü çobanına uydukça
Eşkiyanın Kadısı, Kadının eşkiyası
Hak hukuk kılıfında mimberi, minaresi
Bitmeyen çilesi sürere o uyudukça.


Ahmet Erhan - Yurdum Gibi Yaralıyım

Yurdum gibi yaralıyım
Ne eksik, ne fazla
Derin bir uçurumum
Bütün haritalarda

Geceleri çığlıklar
Giriyor düşlerime
Dirlik nedir bilmedim
Yalan yanlış tarihimde

Yurdum gibi yaralıyım
Dünyaya karşı ben
Yıllar değil yıllar, umudumdur
Sessizce küllenen..


21 Mayıs 2014

Neyzen Tevfik’ten yaşanmış bir hikaye

Neyzen Tefvik her sene gönüllü olarak Bakırköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatarmış. O tarihte hastane başhekimi Mazhar Osman’dır. Neyzen hastanede sıkılır. Deniz kenarında olan bir başka hastaneye naklini ister. Mazhar Osman Neyzen’e istediği hastaneye nakil yetkilerinin olmadığını söyler. Neyzen çok kızar. Günyüzü görmedik ne kadar küfür varsa sayar. Hastane Neyzen’e alışkındır. Kimse oralı olmaz. Neyzen hastanede birlikte yattıkları Hüseyin’e döner ve;

-Hüseyin, ben herkese kızıyorum.
Hüseyin;
-Kızarsınız ya efendim.
Neyzen;
-Herkese küfür ediyorum.
Hüseyin;
-Edersiniz ya efendim.
Neyzen;
-E, bana kimse kızmıyor, cevap vermiyor.
Hüseyin;
-Vermez ya efendim.
Neyzen patlatır;
-Ulan yoksa bunlar beni adam yerine koymuyor mu?”

Kıssadan hisse.
Anlayana…


Bir Maden Kazası Olmuştu, Evindeydi Bülent Ecevit

Haberi duyar duymaz sefer tasına yemeğini koydu ve makam aracına binerek, kazanın olduğu madene doğru yola çıktı, yolu uzun, yol şartları zordu. Umursamadı ve kazadan saatler sonra kaza olan madene ulaştı.

Derhal talimat verdi ve kendisi için madenci kıyafeti istedi…
- “Aman efendim…” dediler.
Umursamadı, kıyafeti yeniden istedi, gelen kıyafeti giydi ve kurtarma çalışmalarına destek vermek için madene doğru yürüyerek, gönüllü madencilerin arasında gözden kayboldu !

Bu kişi, Bülent Ecevit’ti. Türkiye Cumhuriyeti başbakanıydı. 4 gün o madende bir işçi gibi gönüllü olarak çalıştı. Madende kaldığı dört günü mazeret izni olarak, kaleme aldığı bir dilekçeyle…

O ay ki maaşından düşürttü.

Bu Şiir Kömür Kokar

Öyle insanlar gördüm ki,
Ölüm peşlerine düşmeye korkardı.
Kılları uzamış hayvanların yanı sıra;
Ya kuyulara iniyorlar,
Ya kuyulardan çıkıyorlardı.
Kazmaları kürekleri lambalarıyla
Ya insanlar gibi toprağın üstünde,
Ya köstebekler gibi toprağın altındaydılar.
Bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı;
Dağlara tepelere doğru bir ayaklanmadır başlıyordu,
İkinci düdüğe kadar bütün şehirde tıs yoktu.
Uyudum uyandım hep aynı seslerdi.
Anladım insanlar bir vardiyaya giriyorlar,
Bir vardiya çıkıyorlardı.
Anladım en kısa ömür insanoğlunundu,
Sonra kurtlar, böcekler ve tarla farelerinindi...İlhan Berk 1946

Sen Edgar Po’yu okuyadur sıcakta
Asıl büyük korkular dolaşır bu ocakta
Kozlu’da İncir Harmanında Çaylar Kuyusu
Çalışıyor kömürü uyandıran insanlar
Geçmişler derin kuyusuna aydınlığın
Hep beraber yüzbeş kişi, madenci
Çıktı elliyedisi , geride sağ kalanlar
Ben kırksekiz madenciyi arıyorum
Zonguldak hemşehrisi, hepsi de köylü
Ana, kardeş çocuk bıraktılar geride
Yeryüzünden yüz kırk metre aşağı indiler
Bir uğultu duyuluyor, neyleyim neyli
Çıkamadılar tam kırksekiz kişi idiler
Yüzbeş işçi indi yeraltına bir postada
Kırksekizi kaldı yeraltında bir postada
İncir Harmanı bölümünde Çaylar Kuyusu
Ağır olur kara gözlü kömürlerin uykusu
Çeker kucağına Ereğli’den, Devrek’ten
Nice uykusuz garipleri bir anda uyutur
Çaylar Kuyusu derler bir derin kuyudur...Ceyhun Atuf Kansu

Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Suskunluğun adak testisi
Kocaman deniz suların altında.
Dipte, maviliklerin oynaştığı,
Küçük bir balığın kanadı gibi yalnız,
Umutsuzluğun bir anlamı kalmadığı,
Kumlara gömülmüş ya da kayaya takılmış
Çapanın, gemisini bekleyen çapanın
Altında, toprak başlar ya, sonra da maden.
Az önce göçmüş madenin altında,
Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın
Ve duvarı tutan kalasın altında
Tek başınaydı yaralı işçi, karanlık
Yok etmiş gözlerini ama
Kendindeydi daha, ufak bir güneş,
Dünyanın en ufak güneşi,
Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi,
Duydu demir aldığını geminin
Gürültülerle.
Ve yukarda,
Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Bulutlar, martılar ve deniz...Melih Cevdet Anday

Fırtınalı  bir kış oldu ertesi yıl.
Aynı yılın Teşrininde
üç arkadaş Zonguldak’a indiler,
Şurdan  şu tarafa tut
bütün deniz.
Girdi  ocağa.
Kânununda aynı  yılın,
bir sabahtı,
Şentürk’ü kömürün altından çıkardılar:
kan içinde yüzü gözü,
elleri simsiyahtı.
Bir beyaz karyolada
hayata veda etti...Nâzım Hikmet

Zonguldak’ta Raman’da
Ağaçlar çiçeğe duranda
Unutup yorgun kazmaları
Türkü yakıyorum ay ışığında
Keser ışıltısını altının
Bir damla kan
Alnından kopan bir damla
Tutuşur ocakta
Kıpırdar camında lambamın
Vardiya dönüşü yol ortasında
Keser ışıltısını bir damla kan
Lambamın
Yarın
Yarın
Hangisine değdi candarma tetiği
Nişan yüzüklerine bakamıyorum...Sennur Sezer

Bir kömür, bir uzak, bir kara, bir derin.
Ellerin, yeraltında yitmiş kocaman ellerin.
Yıllarca çalışırsın gündeliğin on lira.
Açsın, susar kuyular bağıra bağıra.
Ko yamyassı ayakların balçık toprağa girsin,
Kim yürürse öldürürler bilirsin.
Zonguldak ölü iki. gecede gecede diri bir,
Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?
Tanrı yeryüzünündür, bir pay düşmez sana,
Sen yeraltındasın, Tanrısızsın anlaşana.
Karanlıktır yıldızlara karşı aşağlara indiğin,
Aşağlarda sevdiğin, korktuğun, sevindiğin.
Dağ hak diye, kara elmas hak diye,
Bekledin çırılçıplak bir yıl daha kazanılan dağıtılacak diye.
Zonguldak ölü iki gecede gecede diri bir,
Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?
Vardiya bitmiştir, uyursun gökyüzü uyanırken yüzüne,
Uzaksın, oğluna, karına, anana... öküzüne.
Oynamaz dedin, derinliklerde bir aç ayı.
Ne istedin bölüşmek gövdeler teriyle birikir iş parayı,
Yüzlerce yıl yüzlerce yıl avucundaki ekmek alınmış çağlardan,
Ne istedin çoluğunun çocuğunun sarı lokmasını aşağlardan,
Zonguldak ölü iki gecede gecede diri bir,
Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?...Fazıl Hüsnü Dağlarca

Yerin derinliklerinden geldiler, ellerinde
susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle, ne kadar
diplere bastırılırsa o kadar boğulmak bilmez yankısıyla
yüreklerinin.
Ağır ağır geldiler, karanlık sarnıçlardan sıza sıza.
sağır küplerde birike birike, yararak kaslarının içine
yuvalanmış sızıları ve ciğerlerinde yer etmiş
ışıksız lekeleri.
Geldiler bir büyük sesin harfleriyle ağızları dopdolu,
suskun  çamuru küremek için kentin gölgesi sokaklarından,
sıyırıp aşmak için yıllardır gökyüzüne birikmiş pası,
ovmak için isli alnını sabahın.
Anıt bildiler sıradan ve gösterişsiz bir günü, diyecek
sözleri varsa anıt bildiler, akacak bir yatağı varsa
ırmaklarının ve atacak köprüleri varsa anıt bildiler,
toplandılar o anıtın çevresine.
Sonra her gün geldiler, artarak geldiler, kadınları
çocukları ve alkışlarıyla,yoğurt mayalar gibi geldiler,
pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi, su gibi, ateş gibi.
Her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına, yeni
yollarla tanıştı ayakları, her gün yeni kabuklar çatladı,
yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini, bir kent
oldular sonunda
ve adını değiştirdiler ülkenin...Kemal Özer



19 Mayıs 2014

Mustafa Kemal Atatürk "Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir."

Atatürk’ü yücelten önemli bir yönü de toplumumuzda gençliğe verdiği değerdir. Memleketin geleceğini oluşturan “gençlik” kavramı, Atatürk’te en güzel anlamını bulmuş, en yüce değer yargısına erişmiştir. Büyük Adam, daha Millî Mücadele’nin başından itibaren köhnemiş fikirlere, milleti geriye götürmek isteyenlere karşı, yegâne çarenin gençlikte ve genç fikirlerde olduğunu görmüş, çağdaş zihniyetle yetişecek kuşakların, gelecekte eserini daha da geliştireceğini, onu her türlü tehlikeden koruyarak ebediyen yaşatacağını hissetmişti. Onun içindir ki Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan ve büyük inkılâplarını başardıktan sonra, Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs tarihini “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak Türk gençliğine mal etmiştir.

Gençlik kavramı, biyolojik anlamda kullanıldığı zaman şüphesiz ki belli bir yaş dönemini ifade eder. Bu dönem genellikle gençlikle, gençliğin yetişme devresinin iç içe olduğu çok kıymetli bir safhadır. Atatürk de gençliğin yetişmekte olduğu bu devreye çok önem vermiş, Türk gençliğinin bu devrede Cumhuriyet’i yaşatacak bir ruhla beraber, mesleklerinde de iyi yetişmelerini ısrarla istemiştir. Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki Atatürk’te gençlik kavramı, genel anlamda, bu biyolojik dönemi kapsamakla beraber zaman zaman yaş sınırlarını aşarak, fikrî bir anlam kazanmakta, bir diğer ifade ile fikrin yeniliği ile el ele gitmektedir. 
 
Atatürk’ün “Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir” sözü bu anlamda kullanılmıştır.

42 yaşında Cumhuriyet’i ilân eden, 44 yaşında şapka ve kıyafet inkılâplarını gerçekleştiren, 48 yaşında Arap harfleri yerine yeni Türk harflerini koyan Büyük Atatürk, taşıdığı düşünce yeniliği, ruhundaki enerji tazeliği sebebiyle yaşamının her çağında genç idi. O’na göre genç olmanın ölçüsü sadece yaş değil, yaşın yanında koyduğu ilkelere, başardığı inkılâplara inanç ve bağlılık idi. Onun içindir ki kendisi: 
“Benim anladığım gençlik, bu inkılâbın fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek kuşaklara götürecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşında bir yobaz ihtiyar, yetmiş yaşında bir idealist ise zinde bir gençtir”  diyordu. 
 
Bu bakımdan Atatürk’ün “Ey Türk gençliği” hitabında bir anlamda yaş sınırlarını aşarak bir fikir gençliği, bir ideal gençliği aramak, bu gençliği görmek, bu gençliği düşünmek lâzımdır. Çünkü Atatürk’e göre, ancak ilke ve inkılâplarına bağlı bir gençlik, kurduğu rejimin teminatı olabilir.

İlkelerine bağlı, çalışkan ve vatansever bir gençlik, Atatürk’ün ideali idi. 
“Gençler! Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum” derken 
Türk gençliğine olan sarsılmaz güvenini dile getiriyordu. Bu bakımdan gençlerimiz Atatürk’ü gerçek anlamıyla kavramak, onun istediği, ona layık evlâtlar olmaya çalışmalıdır. Esasen kendisi: “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir” demişti. 
Bu sebeple gençler için Atatürk’ü tanımak; ancak onun fikirlerini, düşüncelerini ve duygularını gerçekten iyi bilmek ve bunları benimsemekle mümkündür.

Atatürk bize, memleket gerçeklerinden kaynaklanan, problemler karşısında dogmalara kapılmaksızın, aklın ve ilmin rehberliğini kabul eden gerçekçi bir ideoloji bıraktı. Atatürkçülük adını verdiğimiz bu ideolojiye sarılmalı, Türk gençliği olarak onu söz halinden eser haline getirmeliyiz. Çünkü, O’nun gençlere bıraktığı Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılmış, akılcı bir dünya görüşüdür. Genç kuşaklara aklın ve mantığın yollarını açan bu gerçekçi görüş, bugünün olduğu kadar yarının da gereklerine cevap veren, kendisini daima yenileyen çağdaş bir görüşü simgeler.

Atatürkçü görüşte Atatürk ilke ve inkılâpları Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yollardır. Bu bakımdan Türk gençliğine hedef olarak gösterilen Atatürkçülük, daima ileriye, daima doğruya, daima faydalıya yönelmek, çağdaş uygarlık düzeyine erişme yarışında daimî bir atılımın, daimî bir gelişmenin içinde olmaktır. Ama, bu atılım, bu gelişme kaynağından uzaklaşmayacak, bu gelişmeye yön veren Atatürkçü fikir kaybolmayacak, Atatürkçü görüş saptırılmayacaktır.

Gençler unutmamalıdır ki Cumhuriyet Türkiyesi Atatürk’ün görüşleri üzerine kurulmuştur. Mesut ve kuvvetli bir Türkiye ideali, Türk gençliğinin Atatürkçü düşünce ile yoğrulmasına ve bu düşüncenin kuşaktan kuşağa inançla devredilmesine bağlı bulunmaktadır. Esasen kendisi: “îki Mustafa Kemal vardır. Biri ben fanî Mustafa Kemal, diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemal’ler idealidir”  demişti. 
Bu idealin gerçekleşmesinde bugün gençlere düşen görev ve sorumluluk, Atatürkçü düşünceye sarsılmaz bir inançla bağlanmak, Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına bütünüyle sahip çıkmak ve onları ebediyen yaşatmaktır. Türk gençliği için Atatürkçülük, gerçek Atatürk sevgisi, bu olmalıdır.

Atatürk’e göre gençlik, millî şuura sahip ve modern kültürlü olarak yetişmelidir. Gençlerin sağlam ve olumlu bir karakter taşımaları bilhassa önemlidir. Atatürk’e göre gençler, almakta oldukları eğitim ve kültür ile insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli sembolü olacaklardır. Gençler çağdaş eğitim ve öğretim içinde yetişecekler, müspet ilmin ışıklarıyla donanacaklardır.

Atatürkçülükte vatanın bütün ümit ve istikbali genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. Zira Cumhuriyeti yükseltecek ve devam ettirecek olan, gençlerdir. Bu sebepledir ki Türk istiklâlini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek koruma görevi onlara emanet edilmiştir.

Atatürk’ün kastettiği ve özlediği gençlik, ayrı ayrı idealler peşinde koşan, bölünmüş ve parçalanmış bir gençlik değildir. Aksine, bütünüyle Türk milletinin müşterek eğilimlerini temsil eden, Atatürkçülük dışında hiçbir yabancı akımın, hiçbir yabancı ideolojinin esiri olmayan bir gençliktir. O gençlik ki memleketin geleceğini çizecek, yarınki Türk toplumunun temellerini daha da sağlamlaştıracaktır. Bunun içindir ki Türk gençliği bir fikir gençliği, bir inanç gençliği, bir ideal gençliği oluşturmalıdır.

Atatürk, gençliğin bu niteliklerle, bu duygularla yetişmesinde, bu kutsal ödevi yerine getirme şerefini özellikle Cumhuriyet öğretmenlerine bırakmıştı. Şu sözleri bu bakımdan büyük değer taşımaktadır: “Memleketi ilim, kültür, iktisat ve bayındırlık sahasında da yükseltmek, milletimizin her hususta pek verimli olan kabiliyetlerini geliştirmek, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lâzımdır. Bu kutsal amaçları elde etmek için savaşan aydın kuvvetlerin arasında öğretmenler en mühim ve nazik yeri almaktadırlar.”

Büyük Adam, yine 1937 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarken çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmamız için gerekli yolları göstermiş, memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumların yaratılması üzerinde durmuş ve sözlerini şu cümle ile tamamlamıştı: “İşaret ettiğim prensipleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir.”

Atatürk’ün bu sözlerini asla unutmamalıyız. Onun ideallerini kendi mevcudiyetimiz için hararetle müdafaa etmeli ve yerine getirmeye çalışmalıyız. Gençlerimiz ve her gelecek kuşak bilmelidir ki bu kutsal vatan, bu vatanda kurduğumuz Cumhuriyet yönetimi çok büyük fedakârlıklarla kazanılmıştır. Bu büyük başarının arkasında -bize bugünü rahat teneffüs imkânı veren- binlerce şehidin, binlerce gazinin harcı olduğu unutulmamalıdır. Sınırları Atatürk ve Atatürkçüler tarafından çizilen bu topraklarda, onların idealine ters düşen hiçbir akım yeşermek imkânı bulmamalıdır, bulamamalıdır. Gerçek şudur ki, bu topraklarda yeşerecek filizi Atatürk ekmiş, gelişmesini ve korunmasını bize bırakmıştır. Bu bakımdan, gençliği yetiştirmekle görevli Türk öğretmeninden defalarca istediği ve Prof. Şemsettin Günaltay’a bir çalışma esnasında söylediği: “Hocasın, profesörsün!  İsterim ki daima idealimi gençlere telkin edesiniz ve daima korumak hususunda çalışasınız!”  sözleri 
Cumhuriyet çocuğu her Türk öğretmenine - gençliğin yetiştirilmesi hususunda- Atatürk’ün bir vasiyeti kabul edilmelidir.

Atatürk’te “Gençlik” Kavramı ve Atatürkçü Gençliğin Nitelikleri - PROF. DR. UTKAN KOCATÜRK