04 Kasım 2013

Catherine Camus "Babam Camus"

Babam, ünlüymüş o meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil. Benim için babaydı o. Tuhaf, amma tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım. Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. Babamın ölümünden hemen sonra, Agathe’ı, küçükken babamın bana verdiği dişi kediyi ameliyat ettirmek gerektiğini söyledi bana. Babamın şöyle bir şarkı mırıldanışını hâlâ duyar gibiyim: “Agathe, cici kedi, ne güzel patileri...” Sağa sola yavrular dururdu Agathe –bizim evde özgürlük vardı, kedilere bile– yavruları vermeden önce iki ay evde tutardık. Kedi yavrularına bayılırdım. Annem bana “Ne yapacağız bunları? Baban veriyordu. Bizden kimse almaz ki” dedi. Haklıydı. İşte o zaman hayat neymiş anladım. Annem kediyi ameliyat ettirdi.

Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır... Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. İlk komünyon ayinimi gerçekleştirmek istediğimi söylediğimde bana Tanrı’ya inandığım için mi yoksa güzel bir elbisem ve hediyelerim olsun diye mi bunu istediğimi sormuştu. İşin sarpa sardığını hemen anladım. “Pek mi parlak bir şey bu sence?” En azından mesele açıktı. Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız varsa, bize gereken her şeyimiz var demekti. Bizim evde lüzumsuz nedir bilinmezdi. Yararlı hediyeler istemek gerekirdi. Noel’de bir okul çantası, güzel bir okul çantası bile çok sevinilecek bir şey değildir. Babamın bana son yaş günü hediyesi bir çalışma masasıydı. Güzel bir masa elbette... Ama ağır hastalanıp yattığımda bana bir pikap hediye etti, Teppaz marka. O kadar tarzımız olmayan bir şeydi ki bu, öleceğime büsbütün inanmıştım.
 Anneme yardımcı olan bir hanım vardı. Yataklarımızı yapardık, ayakkabılarımızı cilalardık ve o hanımın emrine amadeydik. Olağandı bu. Babam, dolaylı yoldan, bu hanıma mesleğinden ötürü –temizlikçiydi kadın, babamın annesiyle aynı meslektendi– saygı göstermemizi isterdi. Annesi sağırdı, ne okuma bilirdi ne yazma. Kocası Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldüğünde, yönetim, dedemin kafatasını parçalayan şarapnelin bir parçasını göndermiş ona. Babaannem, çocuklarıyla birlikte, yaşça büyük olan Lucien ve kundaktaki Albert’le, annesinin yanına, Cezayir’de Belcourt mahallesinde yaşamaya dönmüş. Tatlı bir boyun eğişten ibaretti babaannem. Hepsi yoksulmuş, çok yoksul, başka da bir şey düşünmüyorlarmış. Babam bir yerlerde “baskı görenlerin zekâsı aslolana yönelir” diye yazmıştı. Burada aslolan, karın doyurmaya yetecek para bulunup bulunamayacağıdır. Yarın değil, bu akşam. Babam bana büyükannesinden söz ederken nefret ederdim o kadından çünkü sığır sinirinden yapılma bir kamçıyla dövermiş babamı. Babaannem –genellikle sadece hareketlerle kendini ifade eden biriydi– sırf “Kafasına vurma” diyebiliyormuş usulca. Daralmış, kendi içine kapanmış bir dünyaymış bu, dışarıdayken içeride olduğundan daha iyiymiş babam. Belcourt’lu bir oğlanmış o. Arkadaşlarıyla birlikte, barınağın adamı Bay Galoufa’nın iki tekerlekli yük arabasıyla yarışırmış, başıboş köpeklerle kedileri özgürlüğe kavuşturmak için. Mahalledeki herkes gibi, pataouète  konuşurmuş. Fransızca onun için büyük bir başarı olmuş. 11 yaşındayken (!) ilkokul sona ermiş: Büyükannesi eve para getirsin diye çalışmasını istemiş. Ama öğretmeni Louis Germain babamı fark etmiş. Onun hakkını savunmuş ve kazanmış: Babam eğitimine devam edecektir böylece. Lisede ilk defa adaletsizliği sezmiş. Başkalarının dünyasıyla kendisininki arasında bulunan uçurumu. Daha sonraları Saint-Germain-des-Prés’de de aynı şey olacaktır. Cüzamlı gibi bakarlar ona. Babam kendini cüzamlı gibi hissetmiyordu ama. Morali tamdı. Ama adaletsizlik yerli yerindeydi, daima. Fotoğraflarda, öğrencilerin çoğunda kocaman kravatlar var. Onda yok. Daha o zamanlarda özgürmüş. Sonraları, “güzellik var, bir de aşağılananlar” dediğinde ve “ne güzelliğe ne de aşağılananlara sadakatsizlik etmek” istemediğinde, işte o zaman başladı her şey galiba.

17 yaşındayken, kan tükürmeye başlar. Verem. Ölümcül hastalık, utanılası hastalık. O dönemde veremden ölünüyordu, veremliler de vebalıymış gibi görülüyordu. O zamana kadar hiçbir şeye sahip değilmiş babam, yaşıyordur işte. Ona doğal geliyormuş bu. Ama yaşamanın bile pek o kadar garanti olmadığını öğrenir. Michelet sokağında kasap olan, teyzesinin kocası Acault’nun yanına gider çünkü en azından orada iyi et yiyebilecektir. Enişte masondur, evinde bir sürü kitap vardır. Babam o zamana kadar bir evde kitap görmemiştir hiç. Daha sonraları agregasyon sınavına girmesine izin verilmez, hastalığı bulaşıcı diye. 1939’da askere de alınmaz. Roger Nimier’nin yorumu: “Savaşı Camus’nün akciğerleriyle yapmadık...” Nasıl, harika değil mi?
 Futbolu bırakmak zorunda kalır. Oysa seviyormuş. Kaleciymiş. Ona “Bastıbacak” diyorlarmış çünkü geç boy atmış. Sablettes plajı vardır hayatında, deniz ve güneş. Ve daha o zamanlar, inanılmaz bir özgürlük duygusu, kadın bedenlerinin, “bağlanma”nın, tiyatronun birbirine karıştığı. Alger républicain gazetesinde sürdürdüğü gazeteciliğin bir de. Daha sonraları şöyle yazacaktır: “Öncelikle, yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için: Işık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne.” Théodore de Banville’in Gringoire oyununda Olivier le Daim’i oynadığı sırada günde 85 frank kazanıyormuş. Fena sayılmaz! Ders veriyor, meteorolojide çalışıyor, bir de güreşiyormuş, burnunun kırıldığı güne kadar.

23 yaşındayken, ki 1930’ların sömürge toplumunda inanılmaz ölçüde modern gelen bir şey bu, ikisi eşcinsel üç kadınla birlikte ortak bir ev tutar. Bu “Esaslı Ev”in taraçası Cezayir koyuna bakar. Louis Bénisti “Dünyanın Karşısındaki Ev” adıyla resmetmişti evi. Babamın, adını Kierkegaard’dan alan Kirk diye bir köpeği vardır. Yazmaya karar verir. İlk olarak, Tersi ve Yüzü’nü yayınlar, 350 adet basılır yapıt. Kuşkusuz Oran’lı bir hanım arkadaşı aracılığıyla tanışır annem Francine Faure ile, 1937’de. Annem Cezayir’de yüksek matematik öğrenimi yapıyormuş. Piyanistmiş. Baksanıza, nefis bir kadın. Babamla ilk yıllarına ilişkin hiçbir şey anlatmadı bana. Onu hep sevdiğini biliyorum sadece. Babam da onu seviyordu bence. Başka kadınlar, başka aşklar yaşadı. Ama annemi hiç bırakmadı. Sanırım derin bir dostluk ve dayanışma vardı aralarında. Onları kardeş sanıyordu görenler. Annem çok mutlu değildi bence ama bundan bütünüyle babamın sorumlu olduğunu da sanmam. Annem bana birbirlerini hep sevdiklerini ve bu sevginin hiç de vasat bir sevgi olmadığını söylemişti. 1 Kasım 1936’da babam arkadaşı Pascal Pia ile birlikte Alger républicain’i kurar. Ekmek ve de sardalya almak için tam denk gelir bu... “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı röportaj dizisini orada yazar. Adaletle, adaletsizliklerle, çeşitli olaylarla ilgilenir. Hoş görülmez. Gazete sansürlenir. İş bulamaz ve Cezayir’den ayrılıp 1940’ta Paris’e gitmek zorunda kalır. Çalıştığı Paris-Soir gazetesi, bürosunu Lyon’a taşımıştır. Annemle babam Lyon’da evlenir. Gazetenin dizgicileri anneme bir demet menekşe hediye ederler. Annem Cezayir’e döndüğünde bir arkadaşına şöyle yazacaktır: “Hiç kuşku yok ki temkinsizlik ettik. Savaş yokmuş gibi davranmak istedik. Ve savaş bizi ayırdı.” İki yıl boyunca bildikleri tek bir şey vardır: hayattadırlar, hepsi bu.
Veremi nükseden babam Pannelier’de Chambon-sur-Lignon bölgesine yerleşmek zorunda kalır. Çevredeki çiftliklerde köylüler 5000 Yahudi çocuğu saklayıp kurtaracaktır. Direniş hareketi orada, çok yakındadır. Babam Direniş’e katılacaktır. Şöyle yazar: “İyice düşünüp taşındım ve dupduru bir zihinle hareket ettim, çünkü görevim buydu.” Henri Frenay’nin Combat hareketine girer. Hem Gallimard Yayınları’nda yeni kitap önerilerini okuyup değerlendirmektedir, hem de yeraltı gazetesinin başyazarlığını yürütmektedir. Müthiş riske girer. Épinay-sur-Orge doğumlu, Jacques ve Madeleine’den olma, makale yazarı “Albert Mathé” adına düzenlenmiş sahte evraklar taşır üstünde. Tutuklanan, toplama kamplarına gönderilen arkadaşları olur. Kimileri geri dönmez. İşte bu yüzden Direniş madalyasının kendisine verilmesini istemediğini söylerdi hep. Yine de nişan ona verildiğinde, Fransa Alman işgalinden kurtulduktan sonra bir gün, Combat gazetesine gelir ve Ravensbrück’e sürgün gönderilen bir hanım arkadaşına “Kim ihbar etti beni?” diye sorar.

1944’te babam Maria Casarès’le tanışır. Tiyatroda birlikte çalışırlar. Severler birbirlerini, insanı yiyip bitiren bir tutkuyla. Annem Cezayir’den Fransa’ya döndüğünde ne babam ne de annem bilir nasıl buluşacaklarını. André Gide babama Vaneau sokağında bir stüdyo daire kiralamıştır. Annem, “öyle soğuk olurdu ki parkenin çatlakları buz tutardı” diye anlatırdı bana. Annemle babam yine de buluşmuş olsalar gerek ki birkaç ay sonra, 1945 Eylülü’nde ikiz kardeşim Jean ve ben dünyaya gelmişiz. Hayat kolay değilmiş. Annem hamileyken iki bebek için yemek karnesi istemiş. “Gerek yok, biri ölebilir” diye yanıt vermişler. Annemle babamın kendilerine ait bir dairesi yokmuş. Paris’te ya da şehir dışında, arkadaşlarının evlerinde kalıyorlarmış. Michel Gallimard’ın evinde, emeklerken, İnsanlık Durumu’nu kemirmişiz. Hem de sıradan bir nüshayı değil, orijinalini! Babam 1946’da Amerika’ya uzun bir yolculuğa çıktığında kilolarca çikolata, şeker, un, pirinç ve yumurta tozu; 14 kilo sabun, 15 kilo da bebe maması getirmişti.

Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım. 1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir oyun oynuyordu orada. Tiyatroya not bıraktım. Birbirimize bir sürü şey anlattık. Güzel oldu biraraya gelişimiz. Son derece hayat dolu, sıcak, komik bir insandı. Çikolata yedik. Sigara içiyordu, korkunç öksürük krizlerine tutuluyordu. Bir sigarayı söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Babam ve o birbirlerine benziyorlardı. Ne olursa olsun, delice bir yaşama aşkı vardı her ikisinde de. İnsan katlanıyor. Ama kabulleniyor da.

Fransa’nın Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda babam Sartre ve Beauvoir’la çok sık görüşür. Saint-Germain-des-Prés’de hep eğlence, hep dans, hep içki âlemleri vardır. Ama babam onların arasında hep biraz aykırı düştüğü izlenimini taşımıştır. Akdenizliydi, École normale’de okumamıştı, burjuva kökenli değildi. Sartre ona “sokak serserisi” dediğinde büsbütün yanlış sayılmazdı söylediği. Arkadaşı Camus’nün yanındayken kendisinin de alçaldığı duygusunu taşıyordu biraz. Beauvoir’a gelince, onun babama zaafı vardır, karşılık görmeyen. Bu gerçekten bir zaaf mıydı yoksa entelektüel bir merak mı? Bir erkeği tanımak için diyordu –Beauvoir’da bilimseldi her şey!– onunla yatmak gerek. Brassaï’nin şu fotoğrafına bakın: Babam Picasso’nun bir oyununu sahneye koymuştu: Kuyruğundan Yakalanan Arzu. Lacan, Cécile Éluard, Picasso, Valentine Hugo, Leiris’ler, Sartre ve Beauvoir var karede. Peki babam kime bakıyor? Köpeğe.

Yazmak, kendini yanlış anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak demektir. Bunu iyi biliyordu babam. Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. 1951’de Başkaldıran İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Oysa herkes gulag’ın varolduğunu biliyordu. İyi bir amaç uğruna deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti. Bu da kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bir gün –daha sonraları anladım ki Francis Jeanson’un Sartre’ın emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği, Les Temps Modernes ile aralarındaki korkunç polemikten sonraymış– babamı salonda, alçak bir koltukta, başını eğmiş otururken buldum. “Üzgün müsün baba?” dedim ona. Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve “Hayır, yalnızım” diye yanıt verdi. Hiç unutmadım bunu. Öyle çileden çıkartıyordu ki bu durum beni! Benimleyken yalnız olamayacağını ona nasıl söylemeli, bilmiyordum.

1956’nın Ocak ayında, L’Express’te “Siviller İçin Ateşkes” başlıklı yazısını kaleme aldığında sadece yazmakla kalmadı. Her iki cepheden sivillerin korunmasını önermek üzere Cezayir’e gitti. Genel valilik önceden belirlenmiş salonda bulunmasını engelledi. Babam, aşırı uçların “Camus’ye ölüm!” diye bağırışları arasında toplantıyı Kazba’ya kaydırdı. İş bir kan gölünde sona erecek diye çok korktu. Camus’nün Cezayir hakkında hiçbir şey söylemediği iddiasında bulunmaya cüret edenleri düşünüyorum da! 1945’te, Setif katliamlarını ifşa ettiğinde de yapayalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla babam, her sözcüğün şiddeti daha da artırdığını düşünmeye başladığı âna kadar yazmaya devam etti. FLN’nin (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Messali Hacı yanlılarını tasfiye ettiğini biliyordu; tek partiyle ve devlet diniyle bir Cezayir kurulursa ilk kurbanların Cezayirliler olacağını da biliyordu. O zamandan beri olup bitenlere bakınca, belki de büsbütün yanılmadığı söylenebilir. 1960’tan itibaren hiçbir şey söylemediği bir gerçektir. Ama haklı bir gerekçesi vardı. Mezardaydı da ondan.

Büyükannem Nobel edebiyat ödülünden “İkramiyeni aldığın zaman...” diye söz ederdi... Babam yaşça biraz küçük buluyordu kendisini. “Şahsen ben Malraux’ya oy verirdim” derdi. O gün lisede herkes bana bir acayip bakmıştı. Bir arkadaşıma, elbisemin kenarı falan mı söküldü, yoksa tuhaf bir şeyim mi var diye sorunca güldü: “Paris-Match’a çıkmışsın!” Paris-Match bana bir şey ifade etmiyordu. Evde okunan bir dergi değildi. Olup bitenlerin farkına varamamıştım kesinlikle. Babam kardeşimle beni İsveç’e götürmek istemedi çünkü Nobel Akademisi’nin bizim yol masraflarımızı ödemesi için herhangi bir neden göremiyordu. Cor de Chasse’tan bir smokin kiraladı. Anneme de Balmain’in o çok güzel fildişi elbisesini hediye etti. Elbise hâlâ bende, sadece rengi biraz sarardı. Neyse, annemle babam bütün dünyanın bakışları altında Stockholm’e gittiler. Törende yaptığı konuşmayı, Cezayir’deki ilkokul öğretmeni Louis Germain’e ithaf etti babam.

Hiç mal mülk sahibi olmamış olan babam, uzun zaman civarda bir ev aradı. Yaklaşık yirmi kilometre ilerideki Isle-sur-la-Sorgue’a, arkadaşı René Char’ı görmeye çok sık giderdi. En sonunda 1958 yılında Lourmarin’deki bu eski çiftliği buldu. Babam eski eşya almaya bayılırdı. Annemle biz iki kardeş eve ilk geldiğimizde her yeri dayayıp döşemiş, mobilyaları, perdeleri, yatak örtülerini, hepsini yerleştirmişti. Hatta tencereleri ve süzgeçleri bile satın almıştı. Bir sürü tuhaf nesne vardı, bitpazarından gelme: azizlerden kalma eşyalar, kutsal ekmek kapları. Bayılmıştım. Bir odam vardı, babamın seçtiği güzel mobilyalarla döşeli. Tıpkı hediye paketi gibi bir ev.

[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adam’ın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]

Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı. Serviye karşı.
Servi hâlâ yerli yerinde.
Fransızcadan çeviren: Elif Gökteke 

William Shakespeare "Bütün dünya bir sahne, Ve tüm erkekler ve kadınlar sadece oyuncular.."

 

“All the world's a stage,
And all the men and women merely players;
They have their exits and their entrances,
And one man in his time plays many parts,
His acts being seven ages. At first, the infant,
Mewling and puking in the nurse's arms.
Then the whining schoolboy, with his satchel
And shining morning face, creeping like snail
Unwillingly to school. And then the lover,
Sighing like furnace, with a woeful ballad
Made to his mistress' eyebrow. Then a soldier,
Full of strange oaths and bearded like the pard,
Jealous in honor, sudden and quick in quarrel,
Seeking the bubble reputation
Even in the cannon's mouth. And then the justice,
In fair round belly with good capon lined,
With eyes severe and beard of formal cut,
Full of wise saws and modern instances;
And so he plays his part. The sixth age shifts
Into the lean and slippered pantaloon,
With spectacles on nose and pouch on side;
His youthful hose, well saved, a world too wide
For his shrunk shank, and his big manly voice,
Turning again toward childish treble, pipes
And whistles in his sound. Last scene of all,
That ends this strange eventful history,
Is second childishness and mere oblivion,
Sans teeth, sans eyes, sans taste, sans everything.”

 
 "Bütün dünya bir sahne, Ve tüm erkekler ve kadınlar sadece oyuncular; Onların çıkışları ve girişleri var, Ve bir adam kendi zamanında birçok rol oynar, Eylemleri yedi çağdır. İlk başta bebek, Hemşirenin kollarında mırıldanma ve kusma. Sonra sızlanan okul çocuğu, çantasıyla Ve parıldayan sabah yüzü, salyangoz gibi sürünerek Okula isteksizce Sonra sevgili, Kederli bir türkü ile fırın gibi iç çekerek Hanımının kaşına yapılmış. Sonra bir asker, Garip yeminlerle dolu ve pard gibi sakallı, Onurda kıskanç, kavgada ani ve hızlı, Balon itibar arayışı Topun ağzında bile. Sonra adalet, İyi kapon astarlı adil yuvarlak göbekte, Sert gözleri ve resmi kesilmiş sakalı ile, Akıllı testereler ve modern örneklerle dolu; Ve böylece rolünü oynuyor. Altıncı yaş değişiyor Yalın ve terlikli pantalon içine, Burunda gözlük ve yanda kese ile; Onun genç hortumu, iyi korunmuş, çok geniş bir dünya Büzüşmüş gövdesi ve büyük erkeksi sesi için, Yine çocuksu tizlere doğru dönerek, borular Ve sesinde ıslık çalar. Hepsinin son sahnesi, Bu garip olaylı tarihi sona erdirir, İkinci çocukluk ve sadece unutulma, Dişleri yok, gözleri yok, tadı yok, her şeyi yok.”
 
Can Gürzap "Yaşam Aktörü Olarak İnsan" 
 
İnsan, belirli bir zaman diliminde var oluşu doğal ve toplumsal koşullarla belirlenen ve çevresiyle ilişki-iletişim kurabilen bir varlıktır.

Bedeni olan ve bu bedenini kullanma özelliklerine sahip bir canlıdır. Bu bedenin içinde beyni olan ve beyin özelliklerini kullanabilme yeteneklerine sahip bir canlıdır. Yine bu bedenin içinde ruhsal özellikleri olan bir canlıdır.

Sesi olan ve sesini kullanma özelliklerine sahip bir canlıdır. Biz önce onun iki özelliğini görürüz ve duyarız:

Beden özelliklerini ve ses özelliklerini.

Karşımızdaki insana bazen, "rol yapma" ya da "oynama" deriz. Bu elbette bir serzeniştir.

Peki, bir insana oyuncu olmadığı halde acaba ne zaman "rol yapma" denir?

Samimiyetsiz olduğu zaman, numara yaptığı zaman, yalan söylediği zaman. Rol yapmak, aktörün sanatsal icraatıdır. Yani mesleki bir tanımlamadır.

Ancak, her ne kadar aktörün görevi, genel anlamda, rol yapmak ya da oynamak olarak belirlenmişse de, aktör, sahne üzerinde ya da kamera karşısında rolünü oynarken başarısızsa, yönetmen tarafından "rol yapma" ya da "oynama" diye uyarılır. Böyle bir uyarı aslında, aktöre de bir serzeniş sayılır. Bu onun başarısız olduğu anlamına gelir.

Aktörün sahnede ya da kamera karşısında başarısız olması ne demektir:

Samimi olmaması, konuşmasının ve hareketlerinin abartılı olması, doğru duyguları, doğru anlatımla seyirciye aktaramaması.

Sonuç olarak, yaşamdaki insanla sahnedeki insanın, kendilerini ifade etmelerinde aynı doğrular geçerlidir.

Büyük oyun yazarı William Shakespeare'in Beğendiğiniz Gibi oyununda Jaques şöyle der: "Bütün dünya bir oyun sahnesidir. Kadın, erkek bütün insanlar da sadece oyuncular. Her birinin giriş ve çıkış zamanları vardır.

Perdeleri yedi çağ olan oyunda insan pek çok rol oynar. Evet, gerçekten de dünya bir oyun sahnesidir, oyun sahnesi de bir dünya.

Oyun sahnesi, yeryüzünün her yerindeki her tür yaşantıyı bir ayna gibi yansıtır. Ama bu ayna, sanatın büyülü bir yansımasıdır. Bu yansımanın elden geldiğince gerçekçi olması gerekir ki sahne, yaşamın gerçeklerini çarpıtmadan yansıtabilsin.

• •

Öte yandan yaşamın gerçeklerini bire bir dokuyup yaşayan da insandır.

Sahnede bir insanı yaratıp yaşatana "sanat aktörü", yaşamı bire bir yaşayana da "yaşam aktörü" denebilir.

Tiyatro ve sinema yaşamın aynalarıdır. İki saatlik oyunun ya da filmin her anı gerçek yaşamdan kesitlerdir. Bu aynadan sürekli olarak değişik yaşamlar yansır. Bu yansımanın seyirciye ulaştığı her anın, yaşatılan bir gerçeklik içinde olması gerekir.

Demek ki oyuncunun görevi seyirciyi yaşatmaktır. Ama, onun seyirciyi yaşatabilmesi için önce kendisinin yaşaması gerekir. Duyguları, bedeni, sesi ve konuşmasıyla gerçekleştirir bu eylemi. Ama, bütün bunları yönlendiren önemli bir güç vardır: konsantrasyon. Yani "beyinsel yoğunlaşma."

Konsantrasyon, kişinin beynindeki enerji santralidir. Herhangi bir işi yaparken güçlü bir konsantrasyon içinde olmak gerekir. Yapılan işte beyinsel yoğunlaşma bedensel yoğunlaşmayı da oluşturur. Konsantrasyondan yoksun olarak yapılan işin sonuncunda gerekli başarıyı elde etmek zordur. Çünkü, yapılan iş yeryüzündeki en önemli varlık olan insanı yaşatmaktır, insanı yaratmaktır.

Aktör oynadığı bir insanı yaratırken, beden ve fonetik, yani hareket ve konuşma özelliklerini kullanır. Ama bu özelliklerini doğru bir biçimde kullanabilmesi için, bazı birikimlerin harekete geçip devreye girmesi gerekir: Bunlar bilgi birikimi, gözlem birikimidir.

Aktör, sahnede ya da perdede, yaratacağı kişinin oluşma sürecini, bilgisini, o güne kadar gözleyip beyninde depoladığı değişik kimlik ve kişilikleri yaşam platformuna taşıyarak gerçekleştirir. Ama, bu uygulamaları yaparken araştırma ve inceleme sonucu gözlem birikimini hem sorgular hem de sağlamasını yaparak doğruya yaklaşmaya çalışır.

Canlandırmanız gereken kişilik bir hırsız, bir doktor, bir milletvekili, bir asker, bir fahişe olabilir ama, nasıl bir doktor, nasıl bir asker ya da nasıl bir fahişe? Öyle ya binlerce fahişe, binlerce doktor binlerce asker var çevremizde, ama bunların hiçbiri fizik olarak, kişilik olarak birbirlerine benzemez.

O zaman karşımıza bir soru çıkar; sahnede canlandıracağımız oyundaki asker, doktor ya da milletvekili sözcükler aracılığı ile fiziksel ve ruhsal olarak nasıl ele alınmıştır? Aktörün, önce bunu doğru bir biçimde anlayıp çözümlemesi gerekir.

İşte aktörün, yaratacağı kişiliği anlama ve çözümleme süreci, bilgi ve gözlem birikimiyle bütünleşip yavaş yavaş canlanır. Et, kemik ve ruha bürünür. Sonra da oyuncunun canlandırma gücüyle hayat bulur.

Aktörün başarısızlığı, yukarıda belirttiğim öğelerin birkaçının ya da çoğunun sahnede ya da perdede doğru bir biçimde gerçekleşememesinden kaynaklanır.

Kişiliği doğru bir biçimde yaratamayınca o yanlış kişilik, sahne üzerinde anlatılmak istenen yaşam kesitinde de yanlış olacak, bu yüzden oyunun diğer kişilikleriyle yanlış bir iletişim içinde yaşayacaktır. Yani yanlış yaşayacaktır. Bu da oyunun ya da filmin gerçekçi bir biçimde seyirciye yansıyamamasına yol açacaktır.

Oysa yaşam aktörü, yaşamında değişik kişiliklere bürünmez. Onun tek kişiliği vardır. O kişilik de kendisidir. O zaman onun, kişiliğini doğru yönde oluşturup geliştirmesi gerekir.

Sanat aktörü, bir yazar tarafından yazılmış olan yaşamı canlandırır. Yaşam aktörü ise yaşamdaki rolünü kendi yazar ve canlandırır. Onun yaşamdaki diğer aktörlerle ilişkilerini doğru ve olumlu bir iletişimle kurması gerekir.

Doğadaki her şeyin kendine özgü mantıksal bir temeli vardır. Doğanın mantıksallığını zorlarsanız, siz de zor durumda kalırsınınız. Doğanın mantıksallığı bilimsel olarak açıklanır. Bu gerçeğe aykırı davranmak, insanın kendisine ve toplumuna ve hatta insanlığa yanlış yapması demektir.

Yaşam ise dengeler ve denklemler üzerine kurulmuştur. Bu denge ve denklemlerin bazıları bizim elimizdedir, bazıları da bizim dışımızdaki belirli güçlerin elindedir.

Bizim yönetimimizdeki denklemlerin artması, yaşamdaki iletişimde dizginlerin bizim elimize geçmesi demektir. Bu da başarı oranımızın artması anlamına gelir.

Yaşamdaki aktörün de, yaşamın herhangi bir etkinliği içinde kendini doğru bir biçimde ifade edebilmesi için "gerekli şeylerin" doğru bir biçimde oluşup gerçekçi bir biçimde yaşam bulması gerekir.

Yaşamın herhangi bir etkinliği derken neyi kastettiğim konusunda bir soru işareti belirebilir. Buna şöyle bir cevap verilebilirim:

Tüm insan ilişkilerinde, iş hayatındaki ilişkilerden sosyal hayatın tüm ilişkilerine kadar bütün ilişkilerde, yani iletişimde. Bütün yaşam bir iletişim örgüsü değil midir zaten? İletişimde, öncelikle kendini doğru ifade edebilmek için, insan ilişkilerinde sağlam ve doğru malzemeyle yapılmış köprüleri kurmak gerekir.

Bir çocuğun hayatta başarılı olması istenir. Anneler, babalar, çocuklarının geleceği konusunda çeşitli dileklerde bulunurlar. İlk ve en önemli dilek, elbette sağlıklı büyümeleridir. Sonra iyi bir eğitim görmesi, bahtının açık, hayat şansının yüksek olması, bol kazançlı bir işi olup, mutlu bir yuva kurması arzulanır.

Bu arzu ve istekler bazen, "benim çocuğum büyüyünce başbakan ya da cumhurbaşkanı olacak" gibi abartılı dileklere kadar gidip dayanabilir. Bütün bu dileklerin altında çocuğun büyüdükten sonra başarılı olması özlemi yatmaktadır. Bu da çok anlaşılır bir özlemdir.

Anne baba, bir yaşam aktörü olan çocuklarının yaşamda hep baş rol oynamasını istemektedirler. 

Burada "aktör" kelimesini kullanıyorum. Çünkü, bu sanatın adı aktörlüktür. Meslekî açıdan genellediğiniz zaman oyuncuya aktör denir. Cinsiyet açısından özele indirgediğinizde ise erkek oyuncuya "aktör" kadın oyuncuya da "aktris" denir. Önceleri oyunculara "aktör" denirken, sonra "oyuncu" denilmeye başlandı. İngilizce "player" kelimesinin çevirisi olarak girdi Türkçeye. Ben de daha çok bu sözcüğü kullanıyorum. Bu bölümde oyuncu yerine aktörü kullanmaya başlamamın nedeni, temelde sahne insanı ile yaşam insanı arasında bir paralellik kurup bazı temel sorunları bu paralellik üzerine oturtmaya çalışma isteğimdir. O yüzden de sahne insanını "sanat aktörü", yaşam insanını da "yaşam aktörü" sözcükleriyle tanımlamaya çalıştım. Yaşam insanına "yaşam oyuncusu" deseydim, bu isimlendirme başka anlamlara çekilebilirdi.
 
 aymavisi.org

Bertolt Brecht - Okumuş bir işçi soruyor

  yedi kapılı teb şehrini kuran kim?
  kitaplar yalnız kralların adını yazar.
  yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
  bir de babil varmış boyuna yıkılan,
  kim yapmış babil`i her seferinde?
  yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
  altınlar içinde yüzen lima`nın
  ne oldular dersin duvarcılar cin seddi bitince?
  yüce roma`da zafer anıtı ne kadar çok!
  kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
  sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
  yok muydu saraylardan başka oturacak yer
  dillere destan olmuş koca bizans`ta? 

 atlantik`te, o masallar ülkesinde bile,
 boğulurken insanlar
 uluyan denizde bir gece yarısı,
 bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
 hindistan`ı nasıl aldıydı tüysüz iskender?
 tek başına mı aldıydı orayı?
 nasıl yendiydi galyalılar`ı sezar?
 e bir ahçı olsun yok muydu yanında?
 ispanyalı filip ağladı derler
 batınca tekmil filosu.
 ondan başkası ağlamadı mı?
 yedi yıl savaşı`nı ıı. frederik kazanmış?
 yok muydu ondan başka kazanan? 

 kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
 ama pişiren kimler zafer aşını?
 her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
 ama ödeyen kimler harcanan paraları?

    işte bir sürü olay sana
    ve bir sürü soru.

Nazım Hikmet - Gazete Fotoğrafları Üstüne