18 Temmuz 2013

Yunanlıların Öyküsü – Yannis Ritsos


Bu ağaçlar katlanamaz daha basık bir göğe
Bu taşlar katlanamaz yabancı çizmelere
Yalnız güneşe boyun eğer bu yüzler
Yalnız doğruluğa boyun eğer bu yürekler

Sessizlik gibi katı bu toprak,
korlaşan taşları basar bağrına,
güneşte yetim kalmış zeytinliklerle
bağları kucaklar.
Dişleri kenetli.
Su yok. Yalnız güneş.
Güneşte yitip gidiyor yol
ve demirden bir gölge köyün duvarları.

Ağaçlar, dereler ve sesler
mermere dönüşüyor güneşin kirecinde.
Kök mermerin üzerinde sürçüyor.
Tozlu fundalıklar, katırlar, kayalar. Hepsi
soluk soluğa.
Su yok. Hep susuzluk çekmişler yıllarca.
Hep çiğneyip durmuşlar bir lokma gökyüzünü
duydukları acıyı boğabilmek için.

Gözleri kan çanağına dönmüş uykusuzluktan.
Gün batarken dağların arasında bir servi gibi
derin bir çizgi belirmiş kaşları arasında.
Tüfeğin bir parçası olmuş elleri.
Tüfek ellerinin bir uzantısı.
Dudaklarında öfke
ve gözlerinin derinliklerinde
tuzdan bir aylada yansıyan yıldız gibi
dinmeyen acıları.

Onlar el sıkıştıklarında, bütün insanlık için
parlar güneş.
Onlar gülümsediklerinde, küçük bir kırlangıç
fırlar gür sakallarından.
Onlar uyuduklarında, on iki yıldız düşer boş
ceplerinden.
Onlar öldüklerinde, onların bayrakları ve davullarıyla
yokuşu tırmanır hayat.

Bunca yıl hep aç kalmışlar, hep susuz kalmışlar,
hep öldürülmüşler amansızca, karadan ve denizden
kuşatılarak.
Ateş kavurmuş tarlalarını. Tuzlu suya kanıksamış
evleri.
Rüzgâr kapılarını devirmiş, köklerinden sökmüş
meydanlardaki leylakları.
Paltolarının deliklerinden gelip geçmiş ölüm.
Servi kozalağı gibi gittikçe acılaşmış dilleri.
Sahiplerinin gölgelerine sarınıp yok olmuş köpekleri.
Şimdi yağmurlar dövüyor kemiklerini.

Kalelerinde sessiz birer kaya gibiydiler nöbette,
ayın kırılan direklerini yutan azgın denizi gözlerken,
içlerine çekiyorlardı dumanı tüten at gübreleriyle geceyi.
Artık ne ekmekleri vardı, ne cephaneleri.
Artık toplara yalnız yüreklerini sürebilirlerdi.

Bunca yıl kuşatılıp karadan ve denizden
aç kalıp kırılmışlar, gene de dayanmışlar yılmadan.
Korudukları tepelerde bugün bile parlıyor gözleri
(koca bir bayrak, göz alan bir ateş)
ve ufkun dört kapısına kanat çırparak
binlerce güvercin havalanıyor ellerinden her şafak.
IV
Açlığı bilen insanların gururuyla
şafağa yöneldiler.
Bir yıldız billurlaştı kararlı bakışlarında.
Yaralı yazı taşıdılar omuzlarında.
Buradan geçti birlikler, bayrakları gövdelerine yapışmış,
kararları buruk bir ahlat gibi dişleri arasında.
Ayın kumları dolmuş çizmelerine,
gecenin kömürü tıkamış kulaklarıyla burunlarını.

Ağaçtan ağaca, taştan taşa dünyadan geçtiler.
Dikenden yastıklarda uykudan geçtiler.
Kavrulmuş elleriyle hayat ırmağını getirmekteydiler.
Attıkları her adımla gökten pay kazanıyorlardı —
dağıtmak için.
Nöbet yerlerinde yanık ağaçlar gibi dimdiktiler
ve köy alanında horona durduklarında,
tavanlar titrer, fincanlar şangırdardı raflarda.

Nasıl bir türküydü o dorukları titreten!
Dizleri arasına alıp ayı bir tepsi gibi yemek yerlerdi.
Yüreklerinin kerpeteniyle bükerlerdi acının belini,
kalın tırnaklarıyla bit kırar gibi.

Kim getirecek şimdi size yumuşak körpe yaprağı
düşlerinizi beslemek için gecede?
Kim bekleyecek zeytinlerin gölgesinde susmasın diye
ağustosböceği, ona eşlik ederek?
öğle saatinin yanan kireci ufkun ağılını dört yandan
lekeleyip
onların yiğit adlarını sildiğine göre?

Bu toprak ki kokular içindeydi şafakta,
bu toprak ki onlarındı, bizimdi.
Kanları — nasıl kokular içindeydi toprak!
Nasıl oldu da kapandı kapıları bağlarımızın?

Nasıl karardı damların, ağaçların üstündeki aydınlık?
Kimin dili varır demeye? Neden toprak altında yarısı,
yarısı prangaya vurulu?
Bak nasıl iyi günler diliyor güneş sayısız yapraklarla
ve uçuşan bayraklarla dolu gökyüzü,
gene de prangaya vurulu kimi, kimi toprakta.

Dinleyin! Çanlar çaldı çalacak.
Bu toprak hem onların, hem bizim.
Toprağın altında çapraz elleri
kavramış çanların iplerini.
“Bekliyorlar saati,” uyumuyorlar.
Diriliş çanlarını çalmayı bekliyorlar.
Bu toprak hem onların, hem bizim.
Hiç kimse bu toprağı alamaz elimizden!
VII
Ev, yol, atlasçiçeği, avluda güneşin kabuklarını
gagalayan tavuklar —
bunları tanıyoruz.
Onlar da bizi tanıyor.
Burada yaban gülleri arasında sarı derisini
dökmüş yılan.

Karıncanın yuvasını, eşekarısının burçlu kalesini
bulacaksın burada.
Aynı zeytin ağacında, geçen yılki cırcırböceğinin
kabuğu ile
bu yılki cırcırböceğinin sesi.
Sonra katırtırnaklarına vuran gölgen, nicedir yaralı,
sadık bir köpek gibi seni izleyen.
Öğle üzeri, topraksı uykunun yanıbaşında oturup
acı defneleri koklayan,
geceleri ayakucuna kıvrılıp bir yıldızı gözetleyen
gölgen.
Yazın oyluklarında beliren bir armut sessizliği var,
keçiboynuziarının köklerinde bir durgun su uyuşukluğu —
ilkyazın kucağında uyuyan yedi öksüz
ve gözlerinde can çekişen bir kartal.
Taa yukarılarda, çam ormanından ötede,
geniş dut yaprağında toza dönüşen serçe pisliği gibi,
güneşte kuruyor Ayi Yannis Kilisesi.

Çapraz değneklerle arşınladık tarlalarımızı
toprağın iliğine ve yüreklerimize işleyen çok eski
bir yağmurla
ve yaralarla dolu güneşin derisi.
Gocuğuna sarınmış bir çobanın
kurumuş bir ırmak var her bir kılında.
Kavalının her deliğinde fışkıran meşe ormanları
ve Hellespont’un sularına değen ilk küreğin
budaklarıyla pürüzlü değneği.

Hatırlaman gerekmez. Çınarın damarları
senin kanını paylaşıyor çirişotlarının, gebrelerin
damarlarıyla.

Dilsiz kuyunun bağrı kara cam ve ak rüzgârdan
yuvarlak bir ses yankılıyor öğleüzeri,
eski şarap küpleri gibi yuvarlak, onlar kadar eski —
yarın maviye ve kızıla dönüşen o sesle sesleneceksin
dağlara.
Ve gökyüzü çivit rengiyle duruluyor kayaları ve gözlerimizi.
Her gece, kırlarda, ay sırtüstü çevirip ölüleri,
donmuş parmaklarını gezdiriyor yüzlerinde
ve çenesindeki yara izinden, çatık kaşından
bulmaya çalışıyor kayıp oğlunu.
Ceplerini anyor. Her zaman bir şeyler bulur o ceplerde.
Her zaman bir şey buluruz aradığımızda.
Kutsal Haç’tan bir parçaya bağlanmış bir muska.
Ezik bir cıgara. Bir anahtar. Bir mektup. Yedide durmuş
bir saat.
Yeniden kurarız saati. Ve ilerlemeye başlar zaman.
Üst üste yığılmış kunduralan daha ad vermediğimiz
bir dağ gibi.

Üstlerinde ne varsa çürüyüp yok olduğu zaman,
göğün yaz yıldızları arasında kalan parçaları
ve defneler arasında kalan dereler
ve ilkyazda limon ağaçlan arasındaki dağ yolları gibi,
kaputlarının düğmeleri arasında serilmiş yatarlarken
çırılçıplak,
belki de bulacağız künyelerini,
belki de “Seviyorum!” diye bağıracağız o zaman.

Hem sonra, belki biraz fazla uzak, biraz fazla yakın
olabilir bunlar,
nasıl ki karanlıkta selamlaşmak için birinin
elini tuttuğun zaman,
baba evine dönen sürgünün o acı sezgisini duyarsın.

Nasıl ki, en yakınları bile, tanıyamamışlardır onu —
çünkü o hayattan önce ve ölümden sonra gelen hayatla
karşılaştığı gibi,
yüz yüze gelmiştir ölümle.
Ama o tanır onları. Kırgın değildir kimseye. Yarın, der.
Ve Tanrının gönlüne varan en kısa yolun
en uzun yol olduğuna kesindir inancı.

Ve ay onu hüzünle yanağından öptüğü zaman,
deniz yosunu, saksı, hasır iskemle, taş merdiven
iyi akşamlar dilerler ona,
dağlar, şehirler ve gökyüzü ona iyi akşamlar
dilerler.
Ve işte o zaman silkerek cıgarasının külünü
balkonun korkuluğundan,
ağlayabilir duyduğu bu güvenlik içinde.
Ağlayabilir ağaçların, yıldızların ve kardeşlerinin
verdiği bu güvenlik içinde.

W. Arlan Peterson " Beni yavaşlat Tanrım! "

 Beni yavaşlat Tanrım!
 Yüreğimin atışlarını düşüncemin sakinliğiyle rahatlat.
 Zamanın sonsuz görüntüsüyle hızımı azalt!
 Bana güncel kargaşanın ortasında,
 Tepelerin ölümsüz sakinliğini ver.
Bir çiçeğe bakmayı,
Eski bir dostla sohbet etmeyi
 Ya da yeni bir dost edinmeyi,
 Yolunu kaybetmiş bir köpeği okşamayı,
Ağ yapan bir örümceği izlemeyi,
 Bir çocuğa gülümsemeyi,
İyi bir kitaptan birkaç satır okumayı -ve-
Yarışın daima daha çok hız için olmadığını
Anımsat her gün bana.

 Yavaşlat beni Tanrım!
 Bana ilham ver.
 Köklerimi,
 Yaşamın katlanılan değerler toprağının
 derinliğine göndermek,
 Kaderimdeki yıldızlara doğru -daha çok-
Büyüyebilmek için...
 Yavaşlat beni Tanrım!..