06 Mayıs 2013

"Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır."Elisabeth Kubler Ross


 
 
Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar…

" Ne tuhaf haldir bu; söylenmiş bir şey daha evvel söylenmiştir diye, söylenmemiş bir şey de daha evvel söylenmemiştir diye söylenmiyor." Fuzili





Uzun Bir Adam - İlhan Berk

Nedir sıkıntı? Neye benzetebiliriz onu? Neyle karşılaştırabiliriz? Bir sözcük olarak onu (aynı anlama gelmese bile) başka hangi sözcüğün yanına koyabiliriz. Sıkıntının tanımı bana dünyanın en güç sözcüklerinden biri olarak görünmüştür. Valéry’nin onu “derin düşüncenin kaynağı” olarak görmesineyse şaşmamak elde değil. Sıkıntının tanımının zorluğu bütün insanlarca paylaşılmamasından, bilinmemesinden geliyor. 

Ben şiirin gücünü hiçbir şeye değişmem: Değişmem, çünkü -savaş da dahil-  şiirin bütün kötülüklerin, pisliklerin üstesinden geleceğine inanırım. Bundan da hiçbir kuşkum olmamıştır. Niçin olsun ki? Şiir dediğimiz bu ele avuca sığmayan şeyin ( evet şeyin) tanımı bile yapılamamasına karşın canlı bir varlıktır.

O gün anneme İzmir’i, yani deniz gördüğümü söylemedim. Sanırım hiçbir zaman da söylemedim. Baygın yattım, onu biliyorum. Bu benim dünyayı görmeye ilk çıkışımdı. Ve deniz dedikleri artık yalnız bir sözcük değildi. Yalnız o mu? O denli ilginç olan bir sözcük daha vardı ki o benim bütün çocukluğumu büyülemişti. Dünya dedikleri şeyin de yerini alıyordu. İzmir’di bu. Deniz gibi o da çocukluğumun en büyülü sözcüğü kaldı. İzmir adını bir tabelada yazılı gördüğüm zamanki sevincim korkunçtur. Beyaz bir yüzeye yazılmıştı. Bir dikdörtgendi ve kıyıları siyah çizgilerle çevrilmişti. Bunu görünce işte dünyayı görmeye çıktığımı asıl o zaman anlayıverdim. Yerkürenin kabuğunu böyle çatlattım.

Dünyaya gelişimle ilgili hiçbir şey anımsamıyorum. Gök, her zamanki gök, evler, sokaklar, çarşılar her zamanki evler, sokaklar, çarşılar olacak. Başka türlü olsaydı anımsardım, diyorum. Belki de bakmak, görmek, işitmek beni bugünkü gibi ilgilendirmiyordu. Kim bilir? Dünyaya gelmiş olmak, bir bunu bilmek bana yetiyordu. Dünyaya gelen her şey de böyle olmalıydı. Her şey: -DÜNYADAYIZ! diyor ve benim gibi de başka bir şey bilmek istemiyordu.

Dünya dediğimiz karalar, denizler, insanlar, hayvanlar, bitkiler kentler değil de, yalnız bir ev. Sanki çocuk olmamışım ben. Bunu böyle istemiş olabilir miyim? Sanmıyorum. Çocukluğunu, bunu kim bilmek, anımsamak istemez. Çocukluk gibi güzel bir şey var mıdır bu dünyada? Yani bu dünyayı kendi malın gibi bilmek, onu öyle kullanmak, onda evinin bahçesinde dolaşırmış gibi dolaşmak, oynamak… Bunu kim istemez? Kim böyle bir dünyada çocukluk yok diyebilir? Ama bunu ben diyorum. Çocukluğunu yaşamış olanlarla benim aramdaki ayrım nedir? Öyleyse sanıyorum ki benim çocukluğum olmadı derken, babamı, bir onu düşünüyorum da böyle diyorum. Aslında benim “Babam olmadı, ben baba nedir bilmiyorum” demek yerine, “Çocukluğum olmadı benim,” diyorum. 

Babam, ben doğunca çekip gitmiş, bir daha da eve ayak basmamıştı. Bir yeniyetmeyken öldüğünü öğrenince de hiçbir şey duymadım. Bugün mezarı nerededir? Onu da bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Bütün bunlara şaşmamak elde değil. Çocukluk nasıl unutulur? Nasıl yadsınır? İşte bunları düşünüyorum da belki de ben çocukken daha belleğim oluşmamış, kurulmamış, gelişmemişti diyorum. Böylece de bütün bir çocukluk çağı kapalı bir sandık gibi bir kıyıya atılmış ve hiç açılmamıştı. Sonra da bir gün bu sandık açıldığında, artık bu dünyada yeri olmadığı da anlaşılmış ve daha bir kıyılara atılmıştı. Sonunda da o da kendini silip atmıştı. Böyle olmalı.

Cebimde parayla pek eve döndüğüm, paramla kendime bir şeyler aldığım yok usumda. Para hep elime değer kalırdı. Bakardım paralara ve çok severdim. Ustamın yine dükkânda olmadığı bir gün, sattığım bir ciğerin parasını tam cebime atıyordum ki ustam çıkageldi ve benim parayı cebime koyduğumu gördü. Hiçbir şey demedi, baktı öyle yüzüme, ben de parayı çıkarıp yerine koydum. Kızarıp bozardığımı iyice anımsıyorum. O akşam eve süklüm püklüm gittim. Ciğerci çıraklığım da böylece son bulmuştu. Bir daha o sokaktan geçmedim. Hepsi bu. Para çalmıştım ve atılmıştım. Bugün bunu anımsarken hiçbir utanç duymuyorum, neredeyse doğal bile buluyorum. Sanırım o zamana değin parayı bilmiyordum, insanların istediği şeyi, istediği şeye çeviren bu büyülü, o denli de güçlü şeyi, ben de bilmek isterdim elbet. Hem niçin çalışıyordum? Para hep elime değecek ve hiç kullanamayacak mıydım? Ama yazık ki başaramamıştım işte, yine elimde gidip gelmişti, o kadar. Bir daha elime ne zaman para geçti, ne zaman onu istediğim bir şeye çevirdim, o büyüyü tattım? Bilmiyorum. Yazık!

Ben çocuk olduğum dünyayı alevler içinde buldum. Beş yaşındaydım ve Manisa yanıyordu. Bütün kent bir gömlekle dağa çıkmıştı. Askerlerimiz aşağıda düşmanla çarpışıyordu. Silah sesini ilk o zaman duydum. İlk topu, ilk uçağı da o zaman gördüm. Düşman sözcüğünü de ilk o gün öğrendim, bir daha da unutmadım. Düşman yangın, top, tüfek demekti; daha çok da ölüm.

Benim çocuk dünyamdaki annem konuşmazdı. Göllere, kımıltısız, duru göllere benzerdi. Sessiz bakardı ve gülerdi. Soran, sorular soran hep ben olurdum. Yanıtlarını o verirdi bütün sorularımın. Ondan en çok duyduğum sözcükse “Allah”tı. Ben de ona en çok Allah’ı sorardım:
-Anne, Allah hiç bize gelmez mi?
-Gelir elbet!
-Ama ben onu hiç görmedim.
-Onun geldiği zamanlar sen hep uykudaydın.
-Bir daha geldiğinde beni uyandır, olur mu?
İncecik ellerini başıma kor “Olur” derdi. Onu işte böyle hep soru yağmuruna tutardım ve hiç kızmazdı. Annemi süslenmiş, kaşlarına, gözlerine sürmeler, rastıklar çekmiş, dudaklarını boyamış, saçının bir telini akıtmış, yeni esvaplar giymiş hiç görmedim. Küçük evimizde işini büyük sessizlik içinde yapardı. Dünya dediği de evimizdi. Sokak onun için dünyanın öbür ucundaki bir yerdi, gereği de pek yoktu. Uzun beli kuşaklı entarisiyle odanın içinde gider gelir, bu da ona yeterdi sanki. Annem için dünyada olmak demek böyle bir şeydi. Annem böyleydi.

 Böyle görüyorum işte kendimi, bir yazıya vurmuş, bir yazı olmuş beni.

Dört erkek kardeştik: Hüseyin, Tevfik, Halil İbrahim ve ben. Hüseyin ağabeyim çocukluğum, gençliğim demek. Ve en çok şu dizelerde var o:
Şiir:
Uzun biri ve tabancasıyla gider gittiği yere ve
her sabah atı bağlanır
Ve dip odalı evler gibi sinirli gergin ve karanlık.

Benim hiç oyuncaklarım olmadı derken, ben bu dünyada çocuklar gibi oynamadım, koşmadım, atlamadım, yüzmedim, ağlamadım gülmedim demek istemiyorum elbet. Yalnız dünün, bugünün çocukları gibi, benim tahta atlarım, kurşun askerlerim, toplarım, silahlarım, taşbebeklerim, su kovalarım, küreklerim, bilyelerim olmadı demek istiyorum. Öte yandan, çocukluğumu düşününce oyuncaklarımın olup olmaması da pek önemli değilmiş gibi geliyor bana. Bir çocuk için oyuncağın ille de pahalı, güzel, değerli olması diye bir şey yoktur biliyorum. Çocuğun oyuncak dediği yeryüzündeki her şeydir: Bir yaprak, bir tahta, bir taş parçası, kırık bir sandalye, bir cam, bir ağaç dalı da oyuncaklarıdır onun. Oyuncak çocuğun “benim” diyebileceği her şeydir. Bunun için de sokağa çıkması yeter. Sokaksa evden çok çocuklarındır.

Ortaokuldayken çekilmiş başka bir fotoğrafta papyon takıyorum. Son sınıfta olmalıyım. Bütün sınıf ayakta. MANİSA ORTAOKULU  yazılı bir tabelanın önünde durmuşuz. Okul şapkamı sola eğmişim. Gözlerim kara, pırıl pırıl.  Temiz giyinmişim, en güzel arkadaşlarımla bir sıradayım. Yakışıklıyım. Saçlarım briyantinli, parlak, ortadan ayırmışım, üstümden özen akıyor. Bir elim pantolon cebinde, öbür elimle ceketimin yakasını tutmuşum. Ellerimi böylece belki de ilk kez koyacak bir yer bulmuşum (ellerim beni çocukluğumdan beri hep uğraştırmıştır, nereye koyacağımı bir türlü bulamamışımdır, hâlâ da öyleyim.

 Yazı yazmaktan ne anlıyorum? Beni ortaya koymasını, bana tanık olmasını dedim. Bir kişi, bir birey olmak istemekten başka ne demektir bu? Evet, yazmaktan anladığım bu işte: Bir birey olmak.

Hiçbir zaman iyi bir öğrenci oldum diyemem. Yazmak tutkusu ilkokulda yapıştı yakama, bir daha da bırakmadı. Bütün öğrenimim boyunca da bana musallat oldu. Beni her şeyimden, ailemden, arkadaşlarımdan, dünyadan uzaklaştırdı. İçime kapattı. Bu yüzden yalnız çocukluğum değil, gençliğim de durgun geçti. Yazmanın dışında bir şey düşünemez, görmez olmuştum: Varsa yoksa şiir. Ders çalışmak bir cehennemdi benim için. Öğrenciliğimi anımsadıkça korkular basar bana. Bu hâlâ düşlerimde bile sürer, korkularla uyanırım. Hiçbir dersi, hiçbir öğretmeni sevmedim. Bu yüzden hiçbir dersi dinlemezdim. Dersler benim için tam kendimi dinleme yeriydi. Her şeyden bir kurtuluştu sanki.

Gövdeden çıkmayan bir sözcükle yazılmaz. Sözcükler, “arzunun bu karanlık nesneleri”, gövdenin yörüngesine düşmeye görsünler, tepeden tırnağa arzuyu kuşanırlar. Yazıya giren her sözcük -en masumları bile- yazmak eyleminin arenasına girdiklerinde, gövdenin cehenneminden kurtulamazlar. Gövde çünkü aşkla yapar her şeyi. Arzusuz gövde ölü doğmuş gövdedir. Yani herhangi bir sözcüğü değiştirmeyen, onu gövdesinde duymayan, ona başkaldırmayan (iktidar, mülk, işkence), ya da onunla olumlu olumsuz ilişkiye girmeyen gövde yoktur. Vücuduma baktığımda bütün bunları görüyorum.

Yüzümü bilmiyorum ben.  Oysa herkes yüzünü avucunun içi gibi bilir: Ben bilmem. Hem sık sık aynaya bakarım ben. Sıkar yüzüm beni. Öte yandan çocukluğumdan beri yüzüm biricik ilgi alanım olmuştur. Kimin olmamıştır? Bugün de bundan kurtulmuş değilim. Bu böyle ama, öyle bir yere vardım ki yüzümü unutmak istiyorum artık. Yüz ki kimliktir; belki de bu kimlik sıkıyor beni. Değil mi ki her yere onu taşıyoruz ve ondan kurtuluş yoktur. Bundan sıkıcı ne olabilir? Hem yalnız yüz mü? Ad da yüz gibi bağlamıyor mu bizi? Onu da her yere götürmüyor muyuz? Adımızı bırakmaya alışık değiliz. Korkunç bu.

Yüz ölüm taşır: Radikal, kışkırtıcı, kaotik. Gene yüzüme dönersek bütün yüzler gibi benim yüzüm de kendinden başka hiçbir şeye benzemez: Benzersizdir yüz.  Her şeydir. Yüzü kurcalamalı. Yüzüm üstüne bu yazıyı bitirirken son olarak gene ona bakıyorum: Gülüyor bana.

Anlatıya kavuşmuş her şey ölüdür’ü Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum kitabımda söyledim. Gene de öyle diyorum. ‘Okunmayan kitap var olamaz.’ Bu gün de böyle düşünüyorum. Her şey yerinde doğrulanır. Fırtına fırtına olduğunu bilmez. Bilse de değişmez. Bilmeye değer şeyin öğretilemeyeceğini de bilelim: Us her şey değildir.

Büyük bir şiir hiç mi hiç anlam kokmaz, yoksa da dolaylı kokar. Şiiri us yürütmez çünkü. Şiirde us hiç mi hiç işe yaramaz: yarar: aksak bir us olarak yarar.

Ben şiirin gücünü hiçbir şeye değişmem: Değişmem, çünkü -savaş da dahil-  şiirin bütün kötülüklerin, pisliklerin üstesinden geleceğine inanırım. Bundan da hiçbir kuşkum olmamıştır. Niçin olsun ki? Şiir dediğimiz bu ele avuca sığmayan şeyin ( evet şeyin) tanımı bile yapılamamasına karşın canlı bir varlıktır.

Kızılderili Sözleri

 * Çocukken annem bana halkımızın efsanelerini öğretti. Güneşin, göğün, ayın, yıldızların, bulutların, fırtınaların hikayelerini öğretti. Bana Büyük Ruh’un önünde diz çöküp dua etmeyi, ondan sağlık, akıl ve şefkat dilemeyi öğretti. Fakat biz başka insanlara asla beddua etmeyiz. Eğer biri ile görülecek hesabımız varsa, onu Büyük Ruh’a havale etmeden kendimiz görürüz. Bize Büyük Ruh’un insanlar arasındaki ufak tefek çekişmelere aldırış etmeyeceği öğretildi. (Apache Kabilesi _ Goyathlay)
 
* Sadece gerçekleşmesini arzu ettiğim şeyleri istemek için dua etmem, çünkü insan kendisi için en iyinin hangisi olduğunu bildiğini iddia edemez. En iyinin hangisi olduğunu bilen sadece Wakan Tanka’dır, onun arzularına daima boyun eğerim. Bu kolay değildir, bazıları bunu imkansız bulur. Fakat ben duanın gücünü gördüm. Bu yüzden daima Yaratıcı’nın bana, doğru yolu, kendi yolunu izleyebilmeme yarayacak hikmet bahşetmesi için dua ederim. (Sioux Kabilesi _ Şaşkın Karga)

* Ezelde, yalnızca Yaratıcı vardı. Biz ona Tirawa deriz. Onunla beraber sonsuz bir uzay vardı. Başlangıcı ve sonu olmayan, zamansız, şekilsiz, hayatsız bir boşluk… Her şey, başlangıç, son, zaman, şekil ve hayat Taiowa’nın ölçülemez hafızasındaydı. Neden sonra o sonsuzluk ve sınırsızlık, sonlu ve sınırlı olanı yarattı. (Hopi Kabilesi _ Yaşlı Kurt)

* Bütün güçler Büyük Yaratıcı Wakan Tanka’dan gelir. Şaman’ın hikmeti, tedavi edici gücü, sihir kabiliyeti ondan gelir. İnsan bütün tedavi edici bitkilerin Wakan Tanka tarafından verildiğini ve her birini kutsal olduğunu bilir. (Sioux Kabilesi _ Maza Blaska)

* Karanlık gecelerin sabahında doğan güneşle uyandik, durgun göllerde yıkandık, esen yelde yüzümüzü güneşe çevirdik, kurumuş dalları yaktık, ağaçları kesmedik… Beyaz adamdan farkımız buydu… (Algonquian kabilele topluluğu _ Kara Ayak)

* Her şeyi açıkça bildikleri halde şimdi diyorlar ki, ben kötü biriymişim… Hatta oradakilerin en kötüsüymüşüm… Ben ne yaptım ki? Ağaçların gölgesinde ailemle birlikte yaşayıp gidiyordum… (Chiricahua Apache Kabilesi _ Geronimo)

* Ellerimi öyle yap ki;senin yaratıklarına saygı duysun. Ve kulağıma öyle keskinlik ver ki;senin sesini işitsin. Beni akıllı yap ki; benim insanlarıma öğrettiklerini anlayayım… (Kızılderili deyişi ve duası)

* Dünyadaki her şeyin bir sebebi vardır. Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür. Ve her insan bir görevle yaratılmıştır. (Salish Kabilesi)

* O Yaratıcı’ya saygı göstermek için, O’nun eseri olan tabiata saygı göstermem gerekir. (Tatanka Ohitika, Sioux Kabilesi)

* Önce nasıl konuşulacağını öğren, sonra nasıl öğretileceğini öğren. (Nez Perce Kabilesi)

* Gerçek bir misafirperverliğin olduğu yerde çok söze ihtiyaç yoktur. (Arapho Kabilesi)

* Bütün dinler Tanrı’ya dönüş yolunda bastığımız taşlardır. (Pawnee Kabilesi)

* Yaşlılar konuşmaya başladığı zaman sessiz ol ve dinle! (Mohawk Kabilesi)

* Soruyu yüreğinden sor, cevap de yürekten gelecektir. (Omaha Kabilesi)

* Kullanılmayan bilgi suistimal edilmiş demektir. (Cherokee Kabilesi)

* İlkbaharda usul usul yürü; Toprak Ana hamiledir. (Klowa Kabilesi)

* Cevap vermemek aslında başlı başına bir cevaptır. (Hopi Kabilesi)

* Tanrı’dan korkmayan insan kuvvetli değildir. (Seneca Kabilesi)

* Zevklerimiz sığdır, dertlerimiz ise derin… (Cheyenne Kabilesi)

* Dinleyin! Yoksa diliniz sizi sağır edecek! (Cherokee Kabilesi)

* Hakikat meydana gelmez, o zaten vardır. (Hopi Kabilesi)

* İlk öğretmenimiz kendi kalbimizdir.(Cheyenne Kabilesi)

* Hayat hem vermek hem almaktır. (Mohawk Kabilesi)

* Sessizlik bir çeşit duadır. (Apache Kabilesi)

* Gölgeli yol çamur üretir. (Hopi Kabilesi)

* On yaşımdayken, bir gün toprağa baktım; ırmaklara, gökyüzüne, etrafımdaki hayvanlara baktım. Bütün bunları yapan büyük bir gücü kavrayamadım. Bu gücü anlamak için can atıyordum. Ağaçlara, çalılara sordum, bana bakıyormuş gibi görünen çiçeklere sordum: “Sizi kim yaptı?” Yosun kaplı taşlara baktım, bazılarının şekli insana benziyordu, onlara sordum. Hiçbiri bana cevap vermedi. Sonra bir rüya gördüm. Rüyamda o küçük yuvarlak taşlardan biri yanıma geldi ve her şeyi yapanın Wakan Tanka olduğunu bildirdi. Biz Wakan Tanka ile konuşuruz, eminiz ki o bizi duyuyor. Açıklamak zor, ama inancımız böyle. Bizim inancımıza göre insan öldükten sonra ruhu yerde veya gökte bir yerdedir. Nasıl, nerede tam açıklayamayız, yalnız kesinlikle biliyoruz ki onun ruhu yaşamaya devam eder. Eğer ruhlar insanlarla konuşabilselerdi, onlar bu dünyadaki arkadaşlarına öldükten sonra kendilerini gösterirlerdi; fakat onlar asla bizimle konuşmaya gelmez. Yalnızca, belki rüyalarımızda konuşur, görüşürüz onlarla. Wakan Tanka ile de öyle. O her yerdedir. Ölen arkadaşlarımızın ruhları gibi onun da sesini duyamayız ama o her yerdedir.
(Sioux Kabilesi _ Mato Kuwapi)

* Dikkat ettiyseniz Kızılderili herşeyi bir döngü içerisinde yapar. Çünkü dünyanın gücü her zaman döngüler içinde kendini gösterir, herşey dönmeye gayret eder. Bir zamanlar mutlu ve güçlü günlerimizde tüm kuvvetler bize kutsal bir çemberden gelirdi, o çember kırılmadığı müddetçe ulusumuz bayındır bir şekilde yaşardı. Evet, dünyanın gücü daire şeklinde çalışır. Gökyüzü yuvarlaktır, yeryüzünün de top gibi yuvarlak olduğunu duydum. Yıldızlarda yuvarlaktır. Büyük güç rüzgar döne döne eser. Kuşlar yuvalarını daire şeklinde yaparlar, onların inancı da bizim inancımızın aynıdır. Güneş göğün bir ucundan diğerine gider gelir, böylece çember çizer. Ay da öyledir ve ikisi de yuvarlaktır. Mevsimler büyük bir döngü içinde değişir, oldukları yere daima geri gelirler. İnsanoğlunun yaşamı çocukluktan çocukluğa bir büyük dairedir. Herşey devri daim eder.” (Sioux Kabilesi _ Kara Geyik)

* İyi bir işe başlayacağımı biliyorum. Ama hiçbir iyi işi insan tek başına yapamaz. Bu yüzden önce kainatın ruhuna dua ve niyaz sesimi göndereceğim, yardım isteyeceğim.İşte, çubuğumu kızıl söğüt kabukları ile doldurdum. Yalnız dumanımızı tüttürmeden önce şunu öğrenmelisiniz: Çubuğun sapına bağlı bu dört kurdela kainatın dört köşesini gösterir. Siyah kurdela, bize yağmur gönderen fırtınanın yaşadığı Batı içindir. Beyaz olan, her şeyi arıtıp temizleyen rüzgarların geldiği Kuzey içindir. Kırmızı olan, ışığın yayıldığı ve insana hikmeti veren sabah yıldızının yaşadığı Doğu içindir. Sarı olan, yeşerip büyüme gücünün ve yaz mevsiminin geldiği Güney içindir. (Sioux Kabilesi _ Kara Geyik)

* Kızılderili ibadet etmeyi sever. Doğumdan ölüme kadar etrafını saran varlıklara hürmetle bakar. Kucağında doğduğu Tabiat Ana’nın zenginliğinin farkındadır, hiçbir köşe ona kıymetsiz görünmez. Yaratıcı, biz ona Wakan Tanka deriz, ceza verici bir Yaratıcı değildir. Onunla aramızda hiçbir engel yoktur. Onunla her birimiz karşı karşıyayızdır, bizi duyar, onun bağışlaması gökten dökülen yağmur gibi üzerimize iner. Wakan tanka bizden uzak, ayrı ve daima kötülükleri gözleyen bir Yaratıcı değildir. Hayvanları, kuşları, insanları cezalandırmaz. İyilik kuvvetinin üzerine kötülük kuvvetinin hakim olacağına dair bir korkumuz yoktur; en üstün olan ve hükmünü yürüten kuvvet, iyiliktir. (Sioux Kabilesi _ Ayakta Duran Ayı)

* Tabiatın bahçelerinde küçük bir çocuk hayretiyle gezinirken, kuşların şakımasında, suların çağıldamasında ve çiçeklerin tatlı kokusunda Yüce Ruh’un fısıltılarını duyarım. Siz buna putperestlik mi diyorsunuz?” (Sioux Kabilesi _ Zitkala Sa)

* Dünya yüzündeki her adımınız ibadet olmalıdır. Saf ve iyi ruhun kuvveti her insanın kalbindedir ve kutsal bir yolda yürürken tohum saçılmış gibi büyüyüp gelişecektir. Ve eğer her adımınız ibadet olursa, daima kutsal yolda yürüyorsunuz demektir”. (Sioux Kabilesi _ Beyaz Surat)

* Dedikodu şeytan ile dama oynamak gibidir; bazen kazanırsınız, fakat çoğu kere kendi oyununuzda tuzağa düşersiniz. (Hopi Kabilesi)

* Nimette külfette ‘Büyük Ruh’ un elindedir. Bazen onun külfeti bizi nimetinden daha fazla akıllandırır. (Sioux Kabilesi)

* Bütün bitkiler bizim kardeşimizdir. Onlar bizimle konuşur; eğer kulak verirsek onları duyabiliriz. (Arapaho Kabilesi)

* Beyaz adamlar (american) bir daha ülkeme gelirlerse, onları cezalandıracağım…
(Lumbee Kabilesi _ Maphiu Luta)

* Soru sormayın, Gözleyin, dinleyin, bekleyin. Cevap size kendiliğinden gelecektir.
(Pueblo Kabilesi Larry Bird)

* Dosdoğru konuşun! Kelimeleriniz güneşin ışığı gibi doğruca kalplerimize girsin.
(Chiricahua Kabilesi _ Cochise)

* Aslanlar kendi tarihçelerine kavuşuncaya kadar,kitaplar avcıyı övecektir…
(Chiricahua Apache Kabilesi _ Geronimo)

* Konuşmak istediğin zaman ışıkta dur! (Crow Kabilesi)

* Aşkı tanıdığında, yaratıcıyı da tanırsın. (Fox Kabilesi)

* Bir düşman çok, yüz dost azdır. (Hopi Kabilesi)

* Yaradılış devam etmektedir. (Sioux Kabilesi)

* Bizim eski inancımıza göre toprakta büyümüş olanı oradan söküp almak yanlıştı. Onlar kesilebilirdi ama köklenemezdi. Ağaçların ve çimenlerin ruhu olduğunu kabul ederiz biz. İyi bir Kızılderili ne zaman onlardan bir kısmını kesecek olsa, çok kederlenir, ihtiyacı sebebiyle onlara kıydığını beyan ile dua edip af dilerdi . (Cheyenne Kabilesi _ Tahta Bacak)

* Bitkilerin canlı olduğunu düşünürüz. Onların suyu, kanlarıdır. Doğar, büyürler. Aynı gerçek, ağaçlar için de geçerlidir. Her şey ölür. Her şey öldüğüne göre her şey canlıdır. Her şey canlı olduğu için, her şeye hediyeler vermek, gönüllerini hoş etmek gerekir. (Pomo Kabilesi)

* Kızılderilinin hayatı gökteki kanatlılara benzer. Şahin avına nasıl yaklaşır, nasıl yakalar bilirsiniz.Kızılderili de öyledir. Kartal kurnazdır, Kızılderili de öyledir. Bu yüzden biz kendimize tüy takarız. Bizim gökteki uçan kanatlılar ile akrabalığımız vardır. (Sioux Kabilesi _ Kara Geyik)

* Biz ruhun bütün yaratıklara verilmiş olduğuna, her yaratığın, kendisi şuurunda olmasa bile, bir derecede ruha sahip olduğuna inanırız. Ağaç, şelale, boz ayı, her biri cisimlenmiş bir ruhtur, her biri saygıyla layıktır. (Sioux Kabilesi _ Ohlyesa)

* Bizim halkımız ile beyaz halk arasındaki en büyük fark tevazudadır. Bizim insanımız ne kadar yükselirse yükselsin, ne kadar ileriye giderse gitsin, bilir ki Yaratıcı’nın ve kainatın önünde bir zerredir. (Athabascan Kabilesi _ Lincoln Tritt)

* Gençlikte dilinizi tutun da dinleyin. Böylece yaşlılıkta halkınıza hizmet için olgun düşüncelere sahip olabilirsiniz. (Sioux Kabilesi _ Wabashaw)

Beyazların dili ne kadar esnek olmalı ki, doğru yaptıkları yanlış, yanlış yaptıkları da doğru gibi görünebiliyor. (Sauk Kabilesi _ Kara Şahin)

* Benim insanlarım çiftçilik yapmayacaktır. Toprağı ekip biçen insanlar hayal kuramaz. Halbuki hikmet bize hayaller ile gelir.
Palute Kabilesi_ Wovoka _ (Çiftçilik yapmayı kabul etmediler.)

* Yanlışı gören ve önlemek için eli uzatmayan yanlışı yapan kadar suçludur. (Omaha Kabilesi)

* Bir zamanlar medeni ve münevver insanlar olduğumuzu büyük babam söylemişti. O zamanlar ağaçlarla ve bütün yeşilliklerle konuşuyorduk. Uçan yaratıklarla, dört ayaklılarla, sürüngenlerle, balıklar ahalisiyle konuşuyorduk. Bir zamanlar hepimiz birbirimizle konuşuyorduk. Ne kadar çok dil, alfabe, şekil olursa olsun, bütün herkes aynı duygu ve düşünce ile konuşup anlaşıyordu. İşte o medeniyetti, münevverlikti. Sonra, oradan buraya sürüldük. Şimdi kendimizi ‘‘ medeni ’’ olarak vasıflandırıyoruz. Hıristiyanlaşmış bir dünya. Hepimiz kendimize ait küçük bir dünya şekillendirdik. Bu dünyanın içine kendimizi, ruhsuz olarak hapsettik. ELDE VAR SIFIR!!!(Sioux Kabilesi _ Kara Geyik)

* Dostum! Bu mabette sizin çevredeki beyaz adamlara da vaaz verdiğinizi duyduk. Onlar bizim komşularımızdır. Onları tanıyoruz. Bir süre bekleyip sizin vaaz ve duanızın onların üzerinde bir etki gösterip göstermediğini anlayacağız. Eğer onları şimdikinden daha iyi, daha şerefli ve bizi kandırmaktan biraz daha vazgeçmiş olarak bulursak Hıristiyan olmamız konusundaki teklifinizi bir kere daha düşünebiliriz.
Seneca Kabilesi _ Sogoyewatha _ (Hıristiyan misyonerlere hitabından)

* Avladığımız hayvanların hepsini yer, ziyan etmemeye dikkat ederiz. Bitkileri köklerken toprağı deşmekten sakınır, küçük küçük delikler açarız. Evimizi yapacağımızda da toprağı az kazarız. Çekirgeler için çimenleri yaktığımızda ortalığı viraneye çevirmeyiz. Ağaçları kesip atmayız, sadece yaşlanmış, ölmüş olanları kullanırız. Fakat beyazlar toprağı belliyor, ağaçları kesip biçiyor, her şeyi öldürüyor. Hiçbir şeye dikkat etmiyor onlar. Beyaz adamın dokunduğu her şey yaralandı, berelendi.
(Wintu Kabilesi’nden bir kadın)

* Diyorsunuz ki, Büyük Ruh’un emirlerini iletmek, ona nasıl ibadet edeceğimizi bildirmek için gönderildiniz. Ve eğer beyaz adamın öğrettiği dini kabul etmezsek öteki dünyada bedbaht olacağız. Diyorsunuz ki, siz doğru yoldasınız, biz kaybolmuş insanlarız. Bu dediğinizin doğru olduğunu nasıl bileceğiz? Sizin dininizin bir kitaba yazılı olduğunu anladık. Eğer o kitap sizin için yazıldığı gibi bizim için de yazılmışsa Büyük Ruh onu niçin bize vermedi? Üstelik bize vermediği gibi atalarımıza da verip doğru olarak anlamalarını sağlamadı. O kitap hakkında bütün bildiğimiz sizin sözleriniz. Beyaz halk tarafından sık sık kandırılmaya alışmışken sizin sözlerinize nasıl inanacağız? Diyorsunuz ki, Büyük Ruh’a ibadet etmenin tek bir yolu vardır. Madem bir tek din var da, beyazlar niçin bu kadar farklı inançlara sahip? Hepiniz aynı kitabı okuyorsunuz da niçin aynı şeyleri düşünmüyorsunuz? Kardeşim, biz bu işleri anlamıyoruz. Dediniz ki, dininiz ecdadınız tarafından, babadan oğla geçerek size intikal etti. Bizim dinimiz de atalarımız tarafından, babadan oğla geçe geçe bize kadar geldi. Biz bildiğimiz usulde ibadet yaparız. Dinimiz bize verilmiş her şey için şükretmeyi öğretir. Biz din hakkında asla kavga etmeyiz. Seneca Kabilesi _ Sogoyewatha _ (Hristiyan misyonerlere hitabından)

* Sizler akıllık adamlar olduğunuza göre, farklı milletlerin farklı fikirleri olduğunu biliyorsunuzdur. Öyleyse eğitim sisteminiz üzerine görüşlerimiz sizinkilerle aynı olmadığı için bize gücenmeyeceksiniz. Bu konuda tecrübemiz var. Birçok gencimiz sizin üniversitelerinize okumaya gitti. Sizin bilim alanlarınızda tahsil gördü. Fakat geri geldiklerinde orman hayatına aldırış etmez bir halleri vardı. Ne hızlı koşabiliyorlardı, ne soğuğa ya da açlığa tahammül gösterebiliyorlardı. Ne kulübe kurmayı biliyorlardı, ne geyik avlamayı, ne de düşmana karşı durmayı. Dilimizi bile doğru konuşamaz olmuşlardı. Ne iyi bir avcı, ne iyi bir savaşçı, ne de iyi bir idareci olabilmişlerdi. İyi oldukları hiçbir konu yoktu. Biz sizin nazik teklifinizi kabul etmiyoruz ancak, minnettarlığımızı göstermek üzere, eğer Virjinya’nın beyefendileri bize oğullarından bir düzine gönderirlerse, onların eğitimiyle en iyi biçimde meşgul olup bildiğimiz her şeyi onlara öğreterek onların adam olmalarını sağlayacağız.
Onondaga Kabilesi _ Canassatego _ (Lancaster Anlaşması, 1744)

* Bana göre Büyük Ruh kime, nereyi yurt olarak verdiyse onlar orada kalmaktan memnun olmalılar, verdiği yurttan dolayı Yaratıcı’ya şükretmeliler; başka halkları da Büyük Ruh’un onlara verdiği topraklardan sürüp çıkarmak için uğraşmalılar. Beyazlarla olan ilişkilerimizden öğrendiğime göre, onların dininin mühim bir ilkesi “Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına da öyle davran” diyor. Sınırlarımızda gezinen yahut toprağımızda yerleşen beyazların yapıp ettiklerine bakarsak, asla böyle düşünmedikleri anlaşılıyor. Fikrim şudur ki, neyin doğru , neyin yanlış olduğunu karara bağlamak hakkımızı kullanacağız ve doğru olduğuna inandığımız yolda devam edeceğiz. Eğer Büyük Ruh bizim aynen beyazlar gibi inanmamızı istiyorsa düşüncelerimizi değiştirmek O’nun için pek kolaydır; eğer O isterse beyazlar gibi görür, düşünür, davranırız. Yaratıcı’nın gücü ile hiçbir şeyi mukayese edemeyiz, O’nun gücünü hissediyor, biliyoruz. (Sauk Kabilesi _ Kara Şahin)

* Bizim için sessizlik mana yüklüdür, konuşmadan önce sessizlik zamanı ayırmak, düşüncenin konuşmadan önce geldiğine olan inancının tezahürü olarak saygı ve nezaket gereğidir. Kederin, hastalığın, ölümün ortasında, ya da herhangi bir talihsizlikte ve büyüklerin yanında sessizlik, saygı göstermenin işaretidir. Sessizlik kelimelerden daha güçlüdür. Kızılderilinin iyi davranış ilkesi olarak benimsediği bu kesin âdet hiç şüphe yok , beyaz adam tarafından yanlış yorumlandı. Onu aptal, dilsiz, garip, duygusuz olmakla itham ettiler. Halbuki o insanların en hassası idi, ama derin ve samimi duyguları kontrol altına alınmıştı. Kızılderili için sessizlik, Disraeli’nin “Sessizlik gerçeğin anasıdır” sözündeki manaya benzer. Her an konuşmaya hazır olan ciddiye alınmaz, ama sessiz insana daima güvenilmiştir. (Sioux Kabilesi _ Ayakta Duran Ayı)

* Benden toprağı sürmemi istiyorsunuz. Bıçağımı alıp annemin göğsünü yırtacak mıyım? Sonra ben öldüğümde dinlenmem için o beni kucağına almayacak. Toprağı kazıp taşları çıkarmamı istiyorsunuz. Annemin kemikleri için derisini mi yüzeceğim? Sonra ben öldüğümde tekrar doğmak için onun bedenine giremeyeceğim. Benden otları biçmemi, saman yapmamı ve satıp beyaz adam gibi zengin olmamı istiyorsunuz. Fakat annemin saçlarını nasıl keseceğim? Bütün halkım burada benimle kalmalı. Bütün ölülerimiz tekrar doğacak. Onların ruhları tekrar vücutlarına girecek. Burada babalarımızın evinde beklemeliyiz ve onlarla anne toprağın göğsünde bir araya gelmeye hazır olmalıyız.
Wovoka _ Palute Kabilesi _ (Çiftçilik yapmayı kabul etmediler)

* Kızılderili gururla alçakgönüllülüğü karıştırmıştır. Onun karakterinde ve eğitiminde kibir ve küstahlık yoktur. Kızılderili, doğanın sessizliği karşısında konuşma yeteneğine sahip olmayı hiçbir zaman bir üstünlük ifadesi olarak görmemiştir. Başka bir deyişle ona göre konuşma Yaratıcı’nın sunduğu tehlikeli bir yetenektir. O, sessizliğin gücüne yürekten inanır. En mükemmel denge budur. Sessizlik sonsuz bir kararlılıktır; vücudun, zihnin ve ruhun dengesidir. Varlığın fırtınaları karşısında daldaki ya da göldeki yaprak gibi titremeden, sarsılmadan, kendini sakin tutabilen insanın zihninde kelimesiz bir destan vardır. Yaşamın ideal şekli ve tavrı budur. Sessizlik karakterin köşe taşıdır.” (Sioux Kabilesi _ Ohiyesa)

* Diyorsunuz ki,cennete gidebilmek için vaftiz olmak şarttır. Eğer bir insan ömrü boyunca çok iyi bir insan olarak yaşar, asla Tanrı’ya karşı gelmez ve vaftiz olmadan ölürse cehenneme mi gedecek? Eğer öyleyse, onların kimini ateşte yaktığına göre Tanrı bütün iyi insanları sevmiyor demektir.
12 yaşında bir çocuk tarafından Hıristiyan misyonerlere söylenmiştir _ (1630)

* Biz kilise istemiyoruz. Bize Tanrı üzerine tartışma etmeyi öğretecekler. Tıpkı Katolikler ve Protestanlar gibi… Biz bunu öğrenmek istemiyoruz. Bazen birbirimizle dünya meseleleri üzerine kavga eder, çekişebiliriz. Fakat asla Tanrı üzerine tartışma yapmayız. Biz bunu öğrenmek istemiyoruz. (Nez Perce Kabilesi _ Hinmaton Yalatkit)

* Eğer bu dünyada doğru işler yapmazsam, ruhumdan sorumlu olan tek kişi benim. Kabahatli olan benim; Büyük Ruh değil, mabet değil, dağ değil, güneş değil, sadece benim. Kızılderili dininde öğretilen budur. (Yakıma Kabilesi _ Alex Saluskin)

* Size nasıl inanıp güveneceğiz? Kendiniz söylüyorsunuz, peygamberinizi öldürüp bir de haça çivilemişsiniz. (Shawnee Kabilesi _ Tecumseh)