20 Aralık 2012

John Berger - Kıymetini Bil Herşeyin

"Yirminci yüzyılın ortasında Walter Benjamin, 'Bugün içinde bulunduğumuz olağanüstü tehlike hali istisnai bir durum değil, kuraldır. Bu kavrayışa uygun bir tarih mefhumu geliştirmeliyiz,' diye yazmıştı.

"Böyle bir tarih mefhumu bağlamında her basitleştirmenin, her yaftanın iktidar sahiplerinin işine yaradığını görmemiz gerekir; güçleri arttığı oranda basitleştirmelere olan ihtiyaçları da artacaktır. Öte yandan bu kör gücün zulmünü çekenlerin ya da ona karşı savaşanların çıkarlarına şimdi ve uzun vadede hizmet edilmesi, ancak çeşitliliği, farklılığı ve karmaşıklığı kavramak ve kabul etmekle mümkün olabilir."

John Berger'ın 11 Eylül'den Irak Savaşı'na, Filistin'den Katrina felaketine, Nâzım Hikmet'ten Pasolini'ye birçok siyasal soruna ve sanatçıya ilişkin duygu ve düşüncelerini dile getirdiği yazılarından oluşan bir kitap Kıymetini Bil Herşeyin. İçtenliğini yansıtan zarif bir sadelikle kaleme aldığı bu yazılarla John Berger bizi dünyaya adil, müşfik, ama en önemlisi gören gözlerle bakmaya davet ediyor.

 Neredeyiz?

Günümüzdünyasında halihazırda yaşanan ıstırapla ilgili hiç değilse bir çift söz söylemek istiyorum.

Gezegenimizde aşırı güçlenen ve saldırganlaşan tüketim ideolojisi, bizi bu ıstırabın geçici olduğuna ve kendimizi ondan koruyabileceğimize inandırmaya çalışıyor. İdeolojinin merhametsizliğinin mantıksal temeli bu.

Istırabın hayatın bir parçası olduğu herkesin malumudur ve insanlar bunu unutmak ya da kendilerine göre bir açıklamada bulunmak ihtiyacındadır. Cennet'ten, ıstırap nedir bilinmeyen bu yerden Kovulma efsanesinin birbirinden değişik anlatıları, yeryüzünde yaşanan acılara bir kılıf bulma çabası olarak açıklanabilir ancak. Komşu Cehennem Krallığı'nın icat edilmesi de bu yüzdendir; acı çektirerek cezalandırma krallığı. Fedakârlık da aynı mantıkla keşfedilmiştir. Sonra, çok daha sonra Bağışlama ilkesi devreye girer. Felsefenin doğmasına ise, "Neden ıstırap çekilir?" sorusunun yol açtığı iddia edilebilir.

Ne var ki, bütün bunların dillendirilmesine rağmen, bugün yeryüzünde acılar içinde yaşıyor olmamız, belki gene de bazı bakımlardan akıl almaz bir durum.

Zifiri karanlıkta yazıyorum bunları, ama aslında vakit gündüz. 2002 Ekimi'nin başlarında bir gün. Nerdeyse bir haftadır Paris göğü masmavi. Güneş her gün biraz daha erken batıyor ve her gün doyumsuz güzellikte. Pek çok insan, ABD petrol şirketlerinin uzak diyarlardaki sözüm ona emniyetli petrol rezervlerine el koyabilmesi için yakın gelecekte ABD silahlı kuvvetlerinin Irak'a karşı "önleyici" bir savaş açacağından korkuyor. Kimileriyse bunun bertaraf edilebileceğini umuyor. Açıklanan kararlar ve gizli hesaplar arasındaki her şey belirsizlik içinde bırakılıyor; zira füzelerin yolu yalanlarla döşenmekte. Utancın karanlığında yazıyorum bunları.

Utançtan maksadım kişisel suçluluk değil. Giderek anlıyorum ki utanç, uzun vadede ümit etme yetimizi aşındıran ve ileriyi görmemizi engeleyen bir duygu türü. Gözlerimizi ayaklarımızın ucuna dikip sadece bir sonraki küçük adımı düşünüyoruz.

İnsanlar her yerde –çok farklı koşullarda– kendilerine "Neredeyiz?" sorusunu soruyor. Bu coğrafi değil, tarihi bir soru. Neler yaşıyoruz? Nereye sürükleniyoruz? Neler kaybettik? Güvenilir bir gelecek öngörüsü olmaksızın yaşamaya nasıl devam edeceğiz? İnsan ömrünün ötesine uzanan bir tahayyüle sahip olma kabiliyetimizi nasıl yitirdik?

Tuzu kuru uzmanlar yanıtlıyor: Küreselleşme. Postmodernizm. İletişim Devrimi. İktisadi Liberalizm. Tümü palavra, baştan savma terimler. Kaygıyla sorulan, "Neredeyiz?" sorusuna uzmanların ağızlarının içinde yuvarlayarak verdiği yanıt, "Hiçbir yerde!"

Şimdiye kadar misli görülmemiş en zalim –zira kapsama alanı en geniş– bir kaosun içinde bulunduğumuzu fark edip bunu dile getirmek daha doğru olmaz mıydı? Bu zulmün mahiyetini kavramak kolay değil; zira (en büyük 200 çokuluslu şirketten Pentagon'a uzanan) iktidar yapılanması birbirine kenetlenmiş ama aynı zamanda dağınık; buyurgan ama adı sanı belirsiz; her yerde hazır ve nazırken, adresi meçhul. Zulmünü kaçak oynayarak sürdürüyor – sadece mali yasalar açısından değil, kendisi dışındaki tüm siyasi denetimlerle ilgili olarak da böyle bu. Amacı tüm dünyayı yerinden oynatmak. İdeolojik stratejisi, var olan her şeyin kuyusunu kazma ve hiçleştirme doğrultusunda –Bin Laden'inki onun yanında peri masalı kalır– öyle ki, nihai amacı –tiranlığın amentüsü olan– bitmek tükenmek bilmeyen bir kâr kaynağı yaratmak. Aptalca geliyor ama zaten aptaldır tiranlar. Hal böyle olunca, etkinlik alanı olan gezegenin hayatını da her düzeyde mahvediyor.

İdeoloji bir yana, iktidarı iki tehdide dayanıyor. Bunlardan ilki, dünyanın en ağır silahlarla donatılmış devletinin havadan müdahalesi. Buna B52 Tehdidi denilebilir. İkincisiyse insafsız borçlanma, iflas ve günümüz dünyasındaki üretim ilişkileri göz önüne alındığında, açlık. Buna da Yokluk Tehdidi denilebilir.

Utanç, günümüzde çekilen acıların büyük bir bölümünün eğer bazı gerçekçi ve görece basit kararlar alınabilirse hafifletilebileceği ya da bertaraf edilebileceğinin kabulüyle başlar (ki hepimizin bir şekilde onayladığı ama âcizlikten ötürü sahip çıkmadığı bir konudur bu). Günümüzde toplantı tutanaklarıyla ıstırabın boyutu arasında son derece dolaysız bir ilişki vardır.

Günde iki dolar bile tutmayan bir tedavi masrafını karşılayamadığı için ölmeye mahkûm edilmeyi kim hak eder? Bu soru geçen temmuzda, Dünya Sağlık Örgütü Başkanı tarafından soruldu. Afrika'da ve dünyanın öteki bölgelerindeki AIDS salgınından bahisle, önümüzdeki on sekiz yıl içinde yaklaşık 68 milyon insanın hayatını kaybedeceğini söylüyordu başkan. Günümüz dünyasında hayatta kalma ıstırabından söz ediyorum.

Olanları kavramak için yapılan çözümlemelerin ve tahminlerin büyük çoğunluğu, anlaşılacağı gibi, belli disiplinlerin çerçevesi içinde ele alınır: iktisat, siyaset, medya araştırmaları, halk sağlığı, çevrebilim, ulusal savunma, suçbilim, eğitim vb. Aslında, yaşananlara dair gerçek manzara, bu birbirinden farklı alanların her birinin ötekine bağlanmasıyla ortaya çıkar. İnsanlar yaşarken, birbirinden farklı kategorilerde sınıflandırılmış haksızlıklar yüzünden acı çeker; oysa eşzamanlı olarak, hep beraber acıya katlanırlar.

Güncel bir örnek: Cherbourg'a sığınıp Fransız Hükümeti'nden iltica talep eden yoksul, siyaseten sakıncalı, mülksüz, bitap, kanun kaçağı ve sahipsiz bir grup Kürt Türkiye'ye iade edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Maruz kaldıkları bu şartların her biri yüzünden hepsi aynı anda acı çekiyor!

Olan biteni kavrayabilmek için kurumsal olarak ayrı tutulan "alanları" birbirine bağlayacak disiplinlerarası bir vizyona ihtiyaç var. Böyle bir vizyonun ise (sözcüğün özgün anlamıyla) siyasi olması kaçınılmaz. Küresel çapta siyasi görüş sahibi olmanın önkoşulu ise, gereksiz yere çekilen ıstırapların ortak olduğunu görmektir.

*

Geceleyin yazıyorum, ama sadece zulüm değil gördüğüm. Eğer öyle olsaydı, belki de yazmaya devam etme cesaretini gösteremezdim. Bağdat'ta ve Chicago'da uyuyan, kımıldanan, kalkıp su içen, hayallerini ya da korkularını fısıldaşarak paylaşan, sevişen, dua eden, ailenin geri kalanı uyurken yemek pişiren insanlar görüyorum. (Bir de asla yılmayan Kürtler'i görüyorum –ABD'nin rızasıyla– Saddam Hüseyin'in kimyasal silahlarla 4 binini yok ettiği Kürtler'i.) Tahran'da hamur tatlısı yapan ahçıları, Sardinya'da koyunlarının yanı başında uyurken eşkiya olduklarına hükmedilen çobanları görüyorum; Berlin'in Friedrichshain semtinde pijamalarını çekmiş, yanında birası, Heidegger okuyan bir adam görüyorum, elleri proleter elleri; İspanya sahilinde, Alicante yakınlarında illegal mültecileri taşıyan küçük bir tekne görüyorum; Mali'de uyusun diye bebeğini pışpışlayan bir anne görüyorum, adı Aya, Cuma günü dünyaya gelmiş anlamında; Kâbil'deki enkazı ve evine gitmekte olan bir adamı görüyorum ve anlıyorum ki, ıstırabın şiddetine rağmen hayatta kalanların yaratıcılıklarına halel gelmemiş; durmaksızın süregiden, ustalıklı, yoktan var eden bir yaratıcılık bu. Adeta Kutsal Ruh gibi ruhani bir değeri var. Gece vakti, nedenini bilmesem de, buna inanıyorum.

*

Bundan yüz yılı aşkın bir zaman önce Dvorák Yeni Dünya Senfonisi'ni bestelemişti. New York'ta, bir müzik konservatuarının şefiyken yarattığı bu eserin ilhamıyla, on sekiz ay sonra, gene New York'ta dillere destan Viyolonsel Konçertosu'nu besteledi. Senfoni'de, anayurdu Bohemya'nın ufuklarıyla sıradağları, Yeni Dünya' nın vaatlerine dönüşür. Şatafatlı değil, gür sesli ve direngendir; zira muktedir olmayanların özlemleriyle, haksız yere adamdan sayılmayanlarla, 1787 ABD Anayasası'nın muhatap aldığı insanlarla özdeşleşir.

Amerikan vatandaşı olan göçmenlere kuşaklar boyunca ilham kaynağı olan inançları böylesine doğrudan ve güçlü bir şekilde ifade eden başka hiçbir sanat eseri bilmiyorum. (Dvorák bir köylü çocuğuydu, babasının hayali oğlunun ilerde kasap olmasıydı.)

Dvorák için bu inançların gücü, hayata olan saygısından ve çoğu zaman yönetilenler arasında (yönetenlerden çok farklı olarak) rastlanan bir tür içtenlikli sevecenlikten ayrı düşünülemez. Senfoni, Carnegie Hall'da, 16 Aralık 1893'te ilk kez icra edildiğinde halk onu bu duygularla kucakladı.

Dvorák'a Amerikan müziğinin geleceği hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, ABD'li bestecilerin Yerliler'in ve Siyahlar'ın müziğine kulak vermesi gerektiğini söylemişti. Yeni Dünya Senfonisi, sınır tanımayan bir ümidin ifadesidir; aykırı gibi gelse de, çok sevilmesinin nedeni bir vatan fikrine odaklı olmasındandır. Çelişkili bir ütopya.

Günümüze gelince, bir zamanlar ümide ilham veren bu ülkede iktidar (sermayenin iktidarı dışında her şeyi sınırlamak isteyen) aşırı tutucu bir zümrenin eline geçti; cahil (kendi silah gücünden başka bir gerçekliği tanımayan), ikiyüzlü (tüm ahlaki değerler için iki ayrı ölçüt –biri bize, biri ötekilere– koyan) ve merhametsiz B52 entrikacıları.

Peki bu nasıl oldu? Nasıl oldu da Bush, Murdoch, Cheney, Kristol, Rumsfeld ve hempaları bu mevkileri işgal edebildi? Cevabı kolay olmayan bir soru bu, zira tek bir cevap yok, çabalar boşuna; hiçbir soru iktidarlarında gedik açamaz henüz. Ama geceleyin bunu bu şekilde sormak olayların cesametini ortaya koyuyor. Bizler yeryüzündeki acılar hakkında yazıyoruz.

Bu yeni tiranın vaazlarını dinlemeyi reddetmeliyiz. Safsatadan ibaret söyledikleri. Sonu gelmeyen tekrarlarla dolu konuşmalarda, açıklamalarda, basın bildirilerinde ve tehditlerde yer alan başlıca terimler: Demokrasi, Adalet, İnsan Hakları, Terörizm. Bu bağlamda kullanılan sözcüklerin her biri bir zamanlar ifade edilenin tam zıddını temsil ediyor.

Demokrasi, karar almak için (ki gerçekleştiği ender görülür) bir öneride bulunmaktır; seçim kampanyalarıyla pek bir ilişkisi yoktur. Demokrasi, siyasi kararların yönetilenlere danışıldıktan ve onların fikri alındıktan sonra verileceği vaadinde bulunur. Bunun gerçekleşmesi için yönetilenlerin, söz konusu meseleler hakkında yeterince bilgilendirilmesi, karar mercilerinin onları can kulağıyla dinleyecek ve önerilerini dikkate alacak yetenekte olması gerekmektedir. Demokrasi, iki seçenek arasında tercihte bulunma "özgürlüğü", kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ya da insanların istatistiklere tıkıştırılması ile karıştırılmamalıdır. Bunlar demokrasinin sahte göstergeleridir.

Bugün gezegenimizde giderek daha ağır bir şekilde çekilen gereksiz acıların sebebi olan en hayati kararlar, kimseye açıkça danışılmadan ya da kimsenin dahli olmaksızın, tek taraflı olarak alınmaktadır.

Gerek askeri, gerekse iktisadi stratejistler medyanın hayati bir rol oynadığının artık farkında – halihazırdaki düşmanı bertaraf etmekten ziyade isyanları, protestoları ya da firarları önlemede. Herhangi bir despotun medyayı yönlendirme çabası korkularının ifadesinden başka bir şey değildir. Günümüzün despotu ise dünyanın içine düştüğü çaresizliğin korkusuyla yaşıyor. Öylesine derin bir korku ki bu, çaresizlik sıfatı –tehlikeli anlamına gelmedikçe– kullanılmıyor.

Para olmayınca gündelik ihtiyaçların her biri azaba dönüşüyor.

*

Bu despotluğa karşı muhalefetin her türü anlaşılabilir. Onunla diyalog kurmak imkânsız. Bizlerin insanca yaşaması ve ölmesi için şeylerin adının doğru konulması gerekli. Sözcüklerimizi yeniden sahiplenelim. Bunlar karanlıkta yazıldı. Savaşırken kimsenin yanında değildir karanlık, oysa sevişirken birlikteliğimizi güçlendirir.

 metiskitap

 

Su - Oruç Aruoba


Set çek seline
yavaş yavaş ilerle
damla damla birik.


Ak geç ıslattığın kayalardan:
duraksama - uçurur güneş seni.
Atla takıldığın çavlanlardan:
duraksama - savurur rüzgar seni.


Aldırma kumlara, çakıllara:
çöker onlar dibe nasılsa -
ilerle yavaş yavaş
birik damla damla
set çek seline.




Ece Ayhan - Mor Külhani

l.  Şiirimiz karadır abiler
Kendi kendine  çalan bir davul zurna
Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye  başlayanı
Taşınır  imal  helalarında kara kamumun
Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir
Aşk örgütlenımektir bir düşünün  abiler.
2.  Şiirimiz  her  işi yapar abiler.
Valde Atik'te  Eski  Şair  Çıkmazı'nda oturur
Saçları  bir sözle örülür bir  sözle çözülür
Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın  mezarlıkta
Saatlerini çıkarmış yedi  dalla gerilmesinin şiiridir
Dirim  kısa ölüm  uzundur cehennette herhal  abiler
3. Şiirimiz gül kurutur abiler
Dönüşmeye  başlamış  Beşiktaşlı  kuşçu  bir  babanın
Taşınmaz  kum  taşır  mavnalarla  Karabiga'ya  kaçan
Gamze  şeyili pek hoş benli  son oğlunu
Suriye hamamında sabuna  boğmasının şiiridir
Oğullar oğulluktan  sessizce çekilmesini bilmelidir abiler
4.  Şiirimiz erkek emzirir abiler
İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister
Yanık  karamelalar  satar  aşağısı  kesik  kör bir  çocuğun
Kinleri  henüz tüfek biçimini  bulamamış olmakla
Tabanlarına tüküırerek  atış  yapmasının  şiiridir
Böylesi  haftalık resimler görür ve  bacaklanır abiler
5.  Şiirimiz mor  külhanıdır abiler
Topağacından aparthanlarda odası  bulunamaz
Yarısı  silinmiş bir  ejderhanın  düzüşüm  üzre  eylemde
Kiralık bir kentin  giriş kapılarına kara  kireçte
Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir
Ayıptır  söylemesi  vakitsiz  Üsküdarlıyız  abiler
6. Şiirimiz kentten içeridir abiler
Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
Bir kent ölümün  denizine  kayar  dragomanllarıyla
Düzayak  çivit badanalı  bir kent  nasıl:  kurulur abiler?


Deniz Musikisi - Ümit Yaşar Oğuzcan

Ey! Üzerinde yıllar vadedilmiş
Mavilikler ortasındaki ada
Bu sonbahar günü ruhumda geniş
Ve karanlık hatıran canlanmada

Bu ürkek, sakin sonbahar akşamı
Denizlere doğru taşıyor ruhum
Denizler doldurmuş bütün dünyamı
Sana denizlerden sesleniyorum

Ben denizlere aşinayım artık
Yabancım değil deniz musikisi
İlk aşk kadar temiz bu aşinalık
Deniz sevgililerin en iyisi

Deniz insanlarının hepsi cömert
Denizler, denizler doldurdu beni
Denizler mavi, denizler lacivert
Deniz insanlarının gönlü gani.


Denizlerin beyaz gemileri var
Dağlar misali heybetli küpeşte
Işıkla nurla yoğrulmuş dalgalar
Deniz insanları yanmış güneşte


Anlıyorum köpüklerin dilinden
Onlar ki sonsuzluğa gönül vermiş

Martılar bir kıtanın sahilinden
Bambaşka bir kıtaya kanat germiş


Dalgalar... Dalgalar... Dağlardan yüce
Bulutlardan beyaz ve hür dalgalar
Benim avare ve mahzun gönlümce
Zamanla beraber yürür dalgalar

Her saat benimle beraber deniz
Keskin poyrazları içime dolar
Söyleyin, söyleyin neredesiniz
İyi yürekli tayfalar, muçolar

Sana geliyorum deniz beni sar
İçimde mesafelerin korkusu
Renkten besteler, köpükten çalgılar
Ey emsalsiz musiki! Ey tuzlu su

Gönlüm maviliğin sonsuzluğunda
Düşüncem deniz kenarına gider
Gemiler görürüm deniz ufkunda
Yelkenleri alev alev gemiler

Ey neşeli ve bahtiyar tayfalar
Deniz şarkıları söyleyin bana
Kapansın şu hasret dolu sayfalar
Gidelim bir limandan bir limana

Rüyalar gibi deniz yolculuğu
Güneşle beraber çıkılır yola
Bir türkü tutturur deniz çocuğu
"Heyamola, dalgalar heyamola..."

Her akşam düşsün gözbebeklerime
Masmavi denizlerin aydınlığı
Dövmeler işletip bileklerime
Söyleyeceğim bu mavi şarkıyı

Bütün şehirleriniz sizin olsun
Ben aşığım dalgaların sesine
Tapınırcasına, ölürcesine
İçimde ne varsa denizin olsun


Büyük İskender'in Aristotales'e Yazdığı Mektup

Büyük İskender, felsefenin duayeni sayılan Aristo'ya bir mektup yazar. "Zapt ettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutabilmek için neler yapmalıyım ?'' diye görüş beyan eder;
-Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi  göndereyim?
-Ülkenin ileri gelen insanlarını hapse mi atayım?
-Ülkenin ileri gelen insanlarını kılıçtan mı geçireyim? 
Aristo’nun cevabı: 
Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar, Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar, Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar. Çözüm olarak şu nasihati verir:

“İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin, birbirleriyle savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin ama anlaşmaya giden bu yolları tıkayacaksın.” 


Şems-i Tebrizi "Susmak"

"Anladım ki susmak bir cüsse işi…
Derin denizlerin işi…
Serin sular en hafif rüzgârları bile coşturabiliyor..
Derin denizleri ise ancak derin sevdalar…
Derin denizlerin sükutu büyüler beni.
İçimi bir heybet hissi kaplar.
Benliğimi hasret duyguları istila eder.
Kalbim ürperlerle dolar.
Dalgalı denizler, durgun mavi denizler kadar heybetli gelmez bana.
Göklerin suskunluğu da öyle. Gök gürlemeleri, mavi derinliklerin heybetini siler diye düşünmüşümdür hep.
Sükut her zaman daha manalı, daha derindir.
Kalbe sözden çok sükuttan manalar akar.
İnsan evrendeki sükutu anlayabilseydi, kim bilir belki de söz olmayacaktı.
İnsanlar sükutun dilinden anlayacak, derin ve manalı bakışlarla konuşacaklardı.
Ve ses, sükutun heybetini bozamayacaktı.
Konuştuğum zamanlar hep acze düşmüşümdür de ondan kelama sarılmışımdır.
Evrendeki her varlıkta sükutu bir süs, bir hikmet olarak algılamışımdır.
Sözü ise ancak bir zaruret..
Hep derin denizler kadar heybetli bir sükut dinledim ondan.
Sanki durgun ve derin bir ummanın kıyısına varmıştım.
Derinliklerinde gönül ve hikmet incilerinin gülümsediği bir deniz bulmuştum.
Hayatın hiç bir kasırgası, hadiselerin hiç bir fırtınası onu dalgalandıramıyordu.
O denize imrendiğim an, gözlerim şu mısralara takılmıştı:
Gittim, gittim, denizin,
Sınır yerine vardım
Halin bana da geçsin!
Diye ona yalvardım
Bir çılgın vesvesede,
İçim didiklense de,
Olaydım o cüssede,
O’nun gibi susardım..
 Gerçekten de öyle olmuştu. Sonsuza götüren bir denizin kıyısına varmıştım.
O zaman anladım ki, susmak bir cüsse işi. Derin denizlerin işi.
Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabiliyor.
Derin denizleri ise ancak derin sevdalar..
Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor.
Anladım ki susan her şey derin ve heybetli.
 

Buhran - Charles Bukovski

insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış. 

müşfik davranmıyor insanlar birbirine.

çok fazla
çok az
ya da çok geç
çok şişman
çok zayıf
ya da çok kötü
kahkaha
ya da gözyaşı
ya da kusursuz
kayıtsızlık
nefret edenler
sevenler
ellerindeki şarap şişelerini sallayarak
önlerine çıkanları süngüleyip
kadınların ırzına geçen ordular
ya da ucuz bir pansiyon odasında
Marilyn Monroe'nun fotoğrafıyla yaşayan bir ihtiyar
o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu saatin kollarının ağır hareketlerinde
bile görebilirsiniz.
o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu Vegas'ta, Baltimore'da ya da Münih'te
yanıp sönen neon ışıklarında görebilirsiniz.
insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.
yeni hükümetlere ihtiyacımız yok
yeni devrimlere ihtiyacımız yok
yeni kadınlara ihtiyacımız yok
yeni yollara ihtiyacımız yok
şevkate ihtiyacımız var.
müşfik davranmıyoruz
birbirimize.
müşfik davranmıyoruz.
korkuyoruz.
nefretin gücü simgelediğini
sanıyoruz.
cezalandırmanın
sevgi olduğunu.
daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler.
bir odada
bir başına acı çeken
öpülmemiş
dokunulmamış
bir başına bitki sulayan
olsa da çalmayacak
bir telefondan yoksun
insanın dehşetini unutuyoruz.
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
boncuklar sallanır, bulutlar örter
köpekler gül bahçesine işer
bir çocuğun kafasını koparır cani
dondurma külahından bir ısırık alır gibi
okyanus bir gelip
bir giderken
anlamsız bir ayın esaretinde.
müşfik davranmıyor insanlar birbirine

Budala - Fyodor Dostoyevski

Dostoyevski, Budala'yı ithaf ettiği yeğeni Sonya'ya yazdığı bir mektupta romanın temel düşüncesini şöyle açıklar: "Niyetim bütünüyle iyi bir insanı anlatmak." Yazarın bu fikirle yarattığı kahramanı budala" Prens Mışkin, mirasını almak için İsviçre'deki bir akıl hastanesinden St. Petersburg'a döndüğünde kendisini bir ihanet, entrika ve cinayet üçgeninde bulur. Mışkin'in masumiyeti, dürüstlüğü ve alçak gönüllülüğü, dahil olmak istediği toplumun değerleriyle açık bir tezat oluşturur. O, dünya nimetlerinden ve hırslarından arınmış, peygamberimsi vasıflarıyla kusursuz bir iyilik timsali gibidir…

"Budala, Dostoyevski'nin kitapları arasında en derinden trajik hatta en acı verenidir ve aynı zamanda benzersiz bir aşk öyküsüdür…"
-Edward Hallett Carr-

"… Bu tutku kitabı, Dostoyevski'nin yazdığı ilk büyük aşk romanıdır…"
-Henri Troyat-

*

 Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski'den geleceğin büyük yazarı olarak söz etti. Ancak daha sonra yayımlanan öykü ve romanları, çağımızda edebiyat klasikleri arasında yer alsa da, o dönemde fazla ilgi görmedi. Yazar 1849'da I. Nikola'nın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrildi. Cezasını tamamlayıp Sibirya'dan döndükten sonra Petersburg'da Vremya dergisini çıkarmaya başladı, yazdığı romanlarla tekrar eski ününe kavuştu. En önemli eserlerinden Budala 1868-1869 yıllarında Russki Vestnik dergisinde tefrika edildi. Dostoyevski bu romanında insan ruhunun labirentini çılgınlık, tutku ve hastalık prizmasında kırılan görüntüsüyle sergilemiştir.

 - - - - - -

İyi yürekli akılsız bir aptal, kötü yürekli akıllı aptallar kadar mutsuzdur. Bilinen bir gerçek bu...

İnsanların basitliği, günlük yaşamlarının değişmeyen yalınlığında gizlidir. Bunlar basitliklerinin, sıradan oluşlarının çemberini kırmak için bazen bütün güçlerini kullanırlar, ama sonunda gene sıradan birer insan olarak kalmaktan öteye gidemezler.