16 Kasım 2012

Maksim Gorki - Benim Üniversitelerim

Benim Üniversitelerim

Benim Üniversitelerim, Gorki’nin Çocukluğum’la başlayıp Ekmeğimi Kazanırken’le devam eden ve Rus dilinde yazılmış en güzel otobiyografilerden biri olarak kabul edilen üçlemesinin son kitabıdır. Gorki’nin üniversiteleri, ona kendi hayatlarının acımasız gerçekliğini öğreten gerçek insanlardır… Toplum dışına itilmiş yersiz yurtsuz aylaklar ve serserilerdir… Açlığı, zulmü ve baskıyı; devlet ve kiliseyle ilişkilerini sorgulayan devrimcilerdir… Kürek mahkûmları gibi sürekli çalışan, hayatlarını aklın rehberliğinde yaşamak isteyenlere düşman olan mujiklerdir…

Devrime yol açan fikirlerin filizlenmeye başladığı bir dönemde yazarın sosyal çevresini bu kesimlerden insanlar oluşturur. Çocukluğundan itibaren yazgısı olan sefil ve hoyrat gerçekliği daha güzel; daha insani bir hayata dönüştürme çabasındaki Gorki, Rus toplumunun devrim öncesindeki umutlarının cisimleşmiş halidir adeta.

 - - - - - -

Okuduğum her şey hristiyanlık ve yardımseverlik fikirleriyle, insanlara karşı şefkat ve merhamet haykırışlarıyla doluydu. O zamanlar tanıdığım en iyi insanlar hep bu konular hakkında ateşli konuşmalar yapıyorlardı. Oysa gerçek hayatta gördüğüm her şey, insanlara şefkât ve merhamet duygusundan hemen hemen yoksundu. Yaşam, sonsuz bir sertlik ve düşmanlık zinciri halinde, değersiz şeylere sahip olmak uğruna aralıksız ve kirli bir savaş şeklinde, önümde akıp gidiyordu. Şahsen ben sadece kitaba ihtiyaç duyuyordum. Benim gözümde başka hiçbir şeyin zerre kadar değeri yoktu. Sokağa çıkıp kapının önünde bir saat dursanız, tüm bu arabacıların, kapıcıların, işçilerin, memurların ve tüccarların, ne benim, ne de sevdiğim insanlar gibi yaşamadıklarını, bizim istediğimizi istemediklerini, bizim gittiğimiz yere gitmediklerini rahatlıkla anlayabilirdiniz. Saygı duyduğum ve kendilerine inandığım insanlar ise, bir karınca gibi durup dinlenmeden kendilerine bir yuva kurmak için çalışan çoğunluğun içine, tek başlarına kalmış yabancı ve gereksiz şeylerdi. Bu hayat bana bütünüyle aptalca ve dayanılmaz dercede sıkıcı geliyordu. Sık sık görüyordum ki, insanların merhamet ve sevgisi yanlız lafta kalıyor, uygulama da ise kendileri de farkında olmadan, hayatın genel kurallarına uyuyorlardı. Çok zor bir durumdaydım.

- - - - - -

"Ben artık olağanüstü serüvenler ve büyük projeler hayal etmesini öğrenmiştim. Hayatımın acı günlerinde bunun bana çok yararı dokundu. Böyle günler hayatımda hiç de az olmadığı için, hayal kurmaya gittikçe daha çok alıştım. Dışarıdan bir yardım beklemiyordum. Hiçbir mutlu rastlantıya da bel bağlamıyordum. Ama irademin gittikçe güçlendiğini fark ediyordum. Hayat şartları benim için zorlaştığı ölçüde kendimi daha güçlü, hatta daha akıllı hissediyordum. İnsanı insan yapan şeyin, çevresine gösterdiği direniş olduğunu çok erken anlamıştım."

Pablo Neruda - Gece Gezen Kediler

Bir kedinin kaç yıldızı var diye
sordular bana Paris’te,
ve ben kaplanlar gibi sürekli
yıldızları gözlemeye başladım:
çünkü çevreyi izleyen iki göz
nabız atışlarıdır Tanrı’nın
kedinin soğuk gözlerinde gizlenen,
iki yıldırım fışkırır birden.
Ama bir yıldız, kuyruğudur
tüylerini kabartmış bir kedinin
ve taştan bir kaplanın,
Antofagasta’nın, kara gecelerde dolanan.
Koyu gecesi Antofagasta’nın
yükseliyor köşelerden
büyük bir yenilgi gibi
toprak yiterken
ve yadsınamaz bu, çöl
öbür yüzüdür gecenin,
öyle sonsuz, bilinmeyen,
yıldızların hiçliği gibi.
Ve kaldırılan iki kadehteki
pırıldar mineraller.
Hiç kedi görmedim çölde:
aslında, hiç
uyumadım birisiyle
ama gecenin kumlarıyla uyudum,
çölün coğrafyasında
ya da yıldızlarla uzaydaki.
Çünkü onlar
hem küçük buluşlarımdır
ve hem de buluşlarım değildirler. 

Erken Kaybedenler - Emrah Serbes

Erken Kaybedenler...Yoldan çıkmış bir neslin manifestosu...
 
 Kendini kandırmadan yaşamanın ne anlamı var! Çıplak gerçekler kimi tatmin edebilir ki? Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilseniz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız.
 
Kendini kandırmaca, en sevdiğim oyun.
 
Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. Büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim.
 
Söylemekten vazgeçtiğim şeyler söylediklerimden daha fazla. Çünkü insanları üzmek istemiyorum.
 
Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın; unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anıların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum; sadece üzülüyorum, vasıfsız keder.
 
Bazen şöyle düşünüyorum, dünyaya gelirken melek şeklinde dizayn edilmiş görünmez bir rehber verseler. O da ihtiyacımız olduğu anlarda fısıldasa kulağımıza, Fulbright şudur kardeşim, Google'ın da esas manası budur, şuradan git sola dön, TEDAŞ da orada, elektrik faturanı mesai saatleri içinde yatırabilirsin. Kimsenin kendi kendine konuşan insanları yadırgamadığı bir dünya olurdu işte bu. Üzüldüğün zaman bile beraber ağlardın rehber meleğinle. İşte o zaman görürdü Allah Teala gözyaşlarımızı, gelin evladım buraya derdi, bir şu üzüldüğünüz şeylere bakın bir de evrenin sonsuzluğuna. Bu kadar acı yeter size, bu kadar saçmalık yeter, haydi gelin biraz da bu tarafta yaşayın.
 
Okudukların yaşadıklarını değiştirir, değiştirmese bile farklı bir gözle görmeni sağlar.
 
"Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?"
"Hangisini?"
"Otomatik yanan,sensörlü lamba."
"Hayır."
"Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece."
Önüme baktım.
"Neden kırdın?"
Cevap yok.
"Hasta mısın evladım? Söyle bana neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle..."
"Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?"
"Lamba senden değerli mi evladım, lambanın a...na koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı s.keyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için."
"Beni görünce yanmıyordu baba."
"Nasıl ya?"
"Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni."
"E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya, o zaman yanıyor."
"Hadi ya! Sahiden mi?"
"Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok."
Babama sarıldım yıllar sonra.

Buket Uzuner - Balık İzlerinin Sesi

 - Anne tarafından Afife Jale’ye akraba oluyorum. Babamın kökleri de Pirî Reis’in amcası Kemal Reis’e uzanır, dedim gururla.
- Camille ve Kolomb gibi mi yani? dedi şaşırarak.
- Hiç kimse bir başkasına benzemez! diye hırçınlaştım.
- Afife Pirî! dedi hayranlıkla.- Afife Pirî! diye yineledim.
- Denizlerin serüvenci oğluyla, sahne ışıklarının cesur, asi kızının torunusun, müthiş... olağanüstü... Anlamalıydım... Çoktan anlamalıydım...
 
"Terlemeyi, hapşırmayı, hatta horlamayı ve gülmeyi olumsuzlamayan normal insan kültürleri, ağlamayı bir zayıflık ve zavallılık, ağlamaya direnmeyi güçlülük olarak görmüşlerdir. Ve normal erkekler, zayıf ve zavallı yanlarını göstermekten çok korkarlar. Halbuki normal erkeklerin hep güçlü görünmek zorunluluğu gibi çok zayıf bir yanları vardır." 
 
Balık İzlerinin Sesi 

Leyla Erbil - Cüce

Zenîme’ydi adı. Zaman zaman kederli, derin yeislere kapılmış bulurdum onu, zaman zaman neşeyle taşmış kırıp geçirirdi gülmekten insanı. Güzelliği silinmemişti büsbütün. Lokma gözlü, uzun boylu, incecik, düzgün vücutluydu; kadınsı çizgileri yerindeydi hâlâ. Tuhaf kostümlerle dolaşırdı evin içinde.

Hayatının herkese kapadığı bir noktası bir gizi, gerçek bir acısı olmalıydı bence, ama yine de dolu dolu yaşamış, dünyanın her bir yerinde sevgilileri olmuş; gözü arkada kalmamış, güçlü bir kadına benziyordu. Zenîme Hanım’ın oturma odası ya da salonu sanki orta yerde ulu bir çınar varmış da onun tüm yaprakları sonbaharın gelişiyle kuruyup dökülmüş gibi yerlere serilmiş yazılı yapraklarla doluydu. Kâğıtlar da kim bilir ne uzun süre orada öylece kalmışsa onlar da sararmış solmuştular.
Bir gün “Al götür onları artık gözüm görmesin!” dedi, ikramda bulunurcasına bana! Zenîme Hanım, ad falan koymamıştı kitabına. Cüce adını ben koydum. Zenîme’ydi adı…

- - - - - -

"Leyla Erbil, çağdaş Türk edebiyatının, modern ve kentli edebiyatımızın yüz akıdır. Yerelliğin sınırlarını aşmış da değil, hiç tanımamıştır. Pek çok şeyin sınırını tanımadığı gibi. Bugün, Pen Edebiyatçılar Derneği şaşılası bir değerbilirlikle, hiçbir 'popülerite'si olmamış ve olmayacak bu yazarımızı Nobel Edebiyat Ödülü için aday gösteriyor. Bu, Erbil için, muhtemelen hiç alamayacağı Nobel'den daha değerli olmalı: Kendi gerçeğinin izinden ayrılmamakta direnmek ve buna rağmen, Unutuluş'u bir -sıfır yenmek!"
- Füsun Akatlı-

Küçük İskender - Ruh'hu



Ruh'hu
leonard cohen'e

En büyük tebliğdir ilk aşk
mahreminde mahzen baladları
geriye bilakis yalnızca Allah kalır

Cinden yapılma kolyeler takan çocuğu
almayacak gece annesi mis eve
o: bir kuşa tüy verdiği için suçlu

Bulutlar: Kuşların konuşma balonu


Edip Cansever - Ölü Bir Deniz Yıldızı


Ey sonbahar! ey düşsel yolculuk! seni
Dolaştım yaz sıcaklarında bekledim
Duydum ki benim değildi artık doğanın
Kalbiydi uçurumlar toplamı kalbim.


De bana anlat bana öyleyse neden hatırlıyorum onu
O fırtına kuşunu gölgesini yere düşüren
Gittiydi geldiği yere uzaklığına
Döner mi bir daha dönmez mi bilmem
Yüklenip yittiydi gözden onca çırpınışları
Ne sevinç bıraktıydı içimde ne keder ne acı
Bir sen kalmıştın sen ey sonbahar ilimi dörtnala gelen
Bir atın kalkışı gibi kalkıp da gözlerimden.


Parlar ki şimdi arasıra geceleri
Diplerde derinlerde yalnızlığımda
Ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk
O nedensiz mutluluk olsa da olur olmasa da.