27 Ekim 2012

Aziz Nesin - Çoğalmak

 
Kalabalıkta kalabalıkça yalnızlık
Yalnızladıkça birbirimizi
Haydi çoğalalım
Çoğaltarak kendimizi

Bir canım çoğal da bin can ol
Isıt yaşlıların yalnızlıklarını
Ilınsın üşümüşlüğü bırakılmışların

Çoğalın dudaklarım çoğalın sonsuz
Öpün bütün ağlayan çocukları kimsesiz
Çoğal gözlerim çoğal
Gör bütün görmeyenlerde yapayalnız
Ellerime tutunun ellerime çoğalın
Okşayın sevecenlikle çocukları
Hıçkırırlarken uykularında bile.
 
 


Aşık Veysel - Aldanma Cahilin Kuru Lafına

 
Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz insanın kulu yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu hedefi yolu yalandır

Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz
Gül dikende biter diken gül olmaz
Diz diz eden her sineğin bal'olmaz
Peteksiz arının balı yalandır

İnsan bir deryadır ilimle mahir
İlimsiz insanın şöhreti zahir
Cahilden iyilik beklenmez ahir
İşleği ameli hâli yalandır

Cahil okur amma alim olamaz
Kâmillik ilmini herkes bilemez
Veysel bu sözlerin halka yaramaz
Sonra sana derler deli yalandır

Augustinus "İyi kişi köle de olsa özgürdür; kötü kişi kral da olsa köledir."




Yeniden Doğuş

Kartallar, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek zorundadırlar. Kartalların yaşı 40′ a vardığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir. Gagası uzar ve göğüsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır. Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır; 

Ya ölümü seçecektir. Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir. 

Bu yeniden doğuş süreci, 150 gün kadar sürecektir. Bu yönde karar verirse, kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde, yuvasında kalır. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkartır. Yeni penceleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur “Yeniden Doğuş” uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir. 

Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız. Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan ve anılarımızdan kurtulmak zorundayız. Ancak geçmişin gereksiz safrasından kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin yeniden doğuşumuzun getireceği olağanüstü sonuçlarından tam olarak yararlanabiliriz. 

İnsanlar ile hayvanları ayıran en önemli özelliklerden bir tanesi hayvanların düşünmemekten kaynaklanan, içgüdüsel olarak karar verebilmeleri ve uygulayabilmeleridir. İnsanoğlu düşündükçe karar vermekte zorluklar yaşıyor ve kararsızlığı seçiyor. 

Bazen kararlarımız acı da verse her zaman “Yeniden Doğuş”u müjdeleyebilir... 


Arthur Schopenhauer - Aşkın Metafiziği

Hayatın, önemsiz şeylerde olduğu gibi, önemli şeylerde de, sürekli bir yalan olduğunu kabul etmek zorundayız. Verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu. Kimi zaman umut, kimi zaman da umulan şey aldatıyor bizi. Bir eliyle verdiğini öteki eliyle alıyor. Uzaklığın büyüsü, cennetler gösteriyor bize. Ama büyülenir büyülenmez, bu cennetlerin uçup gittiğini görüyoruz. Demek ki, mutluluk ya gelecekte ya da geçmişte; şimdiki an, güneşli ovanın üzerinde dolaşan bir küçük buluta benziyor; önü arkası pırıl pırıl bu bulutun; ovaya yalnız onun gölgesi düşüyor.
 
- - - - - -
 
Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği’nde sevgi ve aşkın oluşumunu, insan ilişkile­ri içindeki görünürlüğünü ve işlevlerini kendi özgün felsefesi içinde inceliyor. Aşkın Metafiziği’ne Schopenhauer’ın seçme metinleri ve kitabın çevirmeni Selahattin Hilav’ın Schopenhauer’ın felsefesine dair incelikli değerlendirmesi eşlik ediyor.
 
“…hayatın gürültü patırtısına göz atacak olursak, bütün insanların, yaşamanın ge­rekleri ve zavallılıkları ile uğraştıklarını, bütün güçleriyle bu yaşamanın bitmek tükenmek bilmeyen gereksinimlerini gidermeye ve çeşitli acılarını uzaklaştırmaya çalıştıklarını ve buna karşılık, bu acı çeken varlığı daha bir süre devam ettirmekten başka bir şeyi ummaya bile kalkışmadıklarını görürüz. Bununla birlikte, bu gürültü patırtının içinde âşıkların, istek dolu bakışlarla birbirlerini süzdüklerini de görürüz. Peki, bu bakışlar niçin gizli, ürkek ve kaçamaktır? Çünkü âşıklar, bütün bu yoksun­luğu ve düşkünlüğü sürdürmek isteyen hainlerdir; onlar olmasa, yoksunluk ve düş­künlük sona erer. Âşıkların boşa çıkarmak istediği, tıpkı kendilerinden öncekilerin çıkardığı bu sona eriştir işte!”
 
 

22 Ekim 2012

Atatürk ve Azınlıklar

Başbakan İnönü, Atatürk'e ''azınlıklar'' konusunu Meclis'e taşımak istediklerini söyler. Atatürk, İnönü'ye bahçesindeki lalelerle cevap verir. Bakın nasıl:
İnönü, akşam saatlerinde Florya Köşkü'nde Atatürk'ü ziyarete gider...
- Hayırdır İsmet... Habersiz geldin.- Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis'e getireceğiz... Ne diyorsunuz?
- İsmet bugün geç oldu. Yarın sabah erkenden gel, konuşalım.
İnönü
çıkınca Atatürk, bütün görevlileri toplamış:
- Sadece laleler kalsın. Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın... Hem de derhal.
İsmet Paşa
sabah gelmiş, bahçenin halini görmüş ve görevlilere sormuş:
- Ne oldu böyle?- Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük.
Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün odasına girmiş:
- Paşam, bahçenin durumu nedir?
- Azınlıkları söküp attım İsmet.İnönü "Anladım" dercesine başını öne eğmiş:
Atatürk:
- İsmet, ben "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünü boş yere söylemedim...
Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı... Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin...
Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.

20 Ekim 2012

Fernando Pessoa – Anarşist Banker – Şeytanın Saati

 
Şairlerin yaşamöyküsü yoktur

Onların yaşamöyküleri yapıtlarıdır.

– Octavio Paz

Şeytanın Saati, Fernando Pessoa

1910'da cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, Portekiz edebiyatında büyük bir canlanma görüldü. Simgecilik, "dekadantizm", ulusal "saudade" (geçmiş özlemi) duygusunu öne çıkaran barışçı "Portekiz Rönesans akımı", fütürizm gibi çeşitli akımların etkisi altında çok sayıda yazar, şair, ressam bu dönemde yapıtlar verdiler. Dönemin öne çıkan isimleri Mário Beirão, Augusto Casimiro, João de Barros, Sá-Carneiro ve değeri ölümünden sonra anlaşılan, imgeleminde yarattığı "kökteş"leriyle değişik akımlarda yapıtlar veren Fernando Pessoa oldu.

"Gönüllü sürgünlük" yeri Lizbon'da silik bir memur olarak yaşayan Pessoa, geçimini İngilizce ve Fransızca ticaret mektupları yazarak sağlamıştır. Adalet Bakanlığı'nda memur olan müzik meraklısı bir babayla, çok dil bilen duyarlı bir annenin oğlu olarak 1888'de Lizbon'da doğmuş, beş yaşında babasını kaybedince, Güney Afrika Portekiz konsolosu üveybabasının görevi nedeniyle çocukluk yıllarını İngilizce eğitim gördüğü Durban'da geçirmiştir. Lizbon'a döndükten sonra hayatını, zamanının büyük bölümünü yazmaya ayıracak biçimde düzenlemiştir. Bu bağlamda Pessoa, eski Portekiz denizcilerinin bir sözünü hatırlatarak, "Denize açılmak gerekli, yaşamak gerekli değil," diyecektir.

Fernando Pessoa, Portekiz'in bu dönemdeki zengin edebiyat ortamına, ilk olarak A Aguia dergisinde Portekiz şiiri üzerine denemeler ve eleştiriler yazarak atılmıştır. 1905-1908 yılları arasında ilk şiirlerini İngilizce yazan Pessoa, Shakespeare, Milton, Shelley, Keats, Poe, Byron ve Whitman'ın yanı sıra, Fransız simgecilerinden, Verlaine'le Huysmans'dan etkilenmiş ve Baudelaire sonrası Avrupa edebiyatının izleklerini –dünyaya gelmiş olma sakıncası, yaşamla düş arasındaki ayrımın belirsizliği, başlangıçla sonun bilinmeyişi– eleştirel, çözümleyici bir düzlemde irdelemeye çalışmıştır. Pessoa, "bütün edebiyat akımlarının toplamı ve sentezi" olarak nitelediği, yalnızca iki sayı yayımlanan Orpheu dergisinde kökteşi fütürist şair Alvaro de Campos'un türkülerini –Zafer Türküleri, Denizci Türküleri– ve akımın Paris'te yaşayan üyesi, genç yaşta intihar eden Sá-Carneiro'nun şiirlerini yayımlayarak Portekiz fütürizminin özgün konumunu ortaya çıkarmak istemiştir. Nesnelerin kendilerinin değil, nesnelerden edindiğimiz duyumların önemini vurgulayan farklı bir algılayış biçimini savunmuş ve İtalyan fütüristi Marinetti'nin dışa dönük, iyimser yaklaşımından uzaklaşan, içe dönük varoluşsal bir sıkıntının, metafizik bir yıkımın, simgecilikten kopuşun öncülüğünü üstlenmiş, eşsiz imgelem gücüyle belki de daha o zamandan gerçeküstücülere göz kırpmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nın ilerleyen yıllarında yayımlanan Portugal Futurista dergisinde Pessoa, ressam, oyun yazarı, şair Almada Negreiros'un XX. Yüzyıldaki Portekizli Kuşaklara Fütürist Ültimatom başlığıyla kaleme aldığı, milliyetçi gençleri geçmiş özlemine karşı çıkmaya çağıran; feminizme, eşitlikçiliğe şimşekler yağdıran; savaşkanlığı öven; Dante'yle Hugo'nun yerine Marinetti, Marconi ve Edison'un deneyimci yöntemlerini öneren modernizm hayranı bildirisine, kökteşi Alvaro de Campos aracılığıyla karşı çıkarak savaş ve milliyetçilik karşıtı, antiemperyalist bir metin kaleme almış, İtalyan fütüristi Marinetti'ye özgü modernizm hayranlığının karşısına, Portekiz'in geçmiş yüzyıllara uzanan gizemci arayışını, tarihin söylence alanında geri dönüşünü çıkarmış, tepkisel bir duyarlıkla değil, tümdengelen kendine özgü mantık dizgesiyle, gerçek bir fütürist doktrin denemesine girişerek temel uyumsuzluğun teknolojik gelişmeyle insan duyarlığı arasında olduğunu göstermek istemiştir. Uluslararası bir bildiri yayımlamaya kalkışmayan Portekiz fütürizminin, "Avrupa'ya sırtını dönmüş, kolu havada, Atlantik Okyanusu'nu seyreden, sonsuzluğu soyut bir biçimde selamlayan Portekiz"in, insanın tinsel iç dönüşümünde, barış özleminde bir aşama olabileceğini, farklı bir açı getirebileceğini savunmuştur.

Pessoa şiirlerinde, gündelik hayatın tanıdık ögelerinden yola çıkarak, tarihsel olana gizemli bir açıklama getirme yoluyla, yalnızca gördüğü şeyin gerçekliğini değil, aynı zamanda kendi gerçekliğini de sorgulayarak geçersiz kılmaya çalışmıştır. Okura, belirsizlik ve bilinmeyen karşısında duyduğu huzursuzluğu aktarmıştır... Arayışında, –dini olmayanların dini– okültizmin (gizliciliğin), gizemciliğin, felsefenin, tarihin, dinlerin sağladığı esin alanlarından yararlanarak, geleneksel tanrısallık anlayışını "tanrının ötesi" adını verdiği metafizik bir kavramla aşmaya yönelmiştir. Amacı, şiiri, rastlantısal ve olağan şeylerin alanından kurtararak, zamansız, evrensel değerde başka bir alana çekmektir. Bilinmeyenin verdiği korku, metafizik düşünceler, parçalanmış ben bilincinden kaynaklanan belirsizlik ve kuşku, her ne kadar Pessoa'nın temel uğraşını oluştursa da, Pessoa bu uğraşın salt yazar Pessoa adıyla anılmasını istememiş, aralarında kendisinin de yer aldığı kökteş şairleriyle birlikte karşıtlıklar, koşutluklar, çelişkilerle dolu özgün bir edebi dünya kurmayı, belki de tek başına "bütün edebiyat" olmayı başarmıştır.

Fernando Pessoa'nın parçalanmış ve hızla çoğalmış imgelem gücünden doğan şairler, "tekil bir çoğulluk" oluştururlar; bu isimler Pessoa'nın takma isimleri değil, kökteş şairleridir. Casais Monteiro'nun dediği gibi, "Pessoa yapıtları için yaşamöyküleri bulmuştur, yaşamöyküleri için yapıtlar değil". Ya da Octavio Paz'ın belirttiği gibi "Pessoa'nın kökteşleriyle ilişkisi, romancı ya da oyun yazarının karakterleriyle kurdukları ilişkiye benzemez." Pessoa, kökteşlerini, gerek kendi kadar gerçek ancak ayrı kişiler, gerek kendinin parçaları olarak, olabileceği ya da olamayacağı şairler olarak nitelemiştir. Doğum-ölüm tarihleriyle, astrolojik haritalarıyla, edebiyattaki yerleriyle kökteşlerini, parçalanmış bir "ben bilinci"nin, varlıkla varoluşun örtüşmediği bir "şimdi özlemi"nin farklı ama kökteş sesleri olarak ele almıştır.

Kökteşlerin başında, yalın şiirleriyle duyumlar dünyasını dile getiren ve 1889 yılında Lizbon'da doğup 1915'te aynı kentte genç yaşta ölen, pagan şair, bütün kökteşlerin ustası Alberto Caeiro vardır. Başka bir kökteş, 1887 doğumlu doktor Ricardo Reis, biçimci bir tanrıtanımaz, Yunan-Roma geleneğine bağlı, Brezilya'ya göçmüş bir neo-klasiktir. 1890 doğumlu gemi mühendisi Alvaro de Campos, fütürist, deneyci bir aylaktır. Bernardo Soares, hayatını yaşamaktansa düşlemeyi seçmiş umutsuz bir nihilisttir. Pessoa'nın "kendisi" ise, simgeler dünyasında gezinen, güç anlaşılır metafizik bir şairdir. Pessoa'nın ölümünden sonra bir sandıktan çıkan yirmi bini aşkın elyazmasında bu saydıklarımız dışında yirmi dört kökteş yazarın daha izine rastlanmıştır.

Kökteşlerinin doğuşunu Pessoa, Adolfo Casais Monteiro'ya yazdığı mektupta şöyle anlatır:

"Aşağı yukarı 1912 yılından beri pagan nitelikte şiirler yazmaya niyetleniyordum. Birkaç kuralsız dize (ama Alvaro de Campos tarzında değil) yazdıktan sonra bu niyetten vazgeçtim. Aynı dönemde, belirsiz alacakaranlığın içinde, kendisine dönüştüğüm kişinin tanımsız bir portresini hayal meyal fark ettim (Ricardo Reis, ben farkına varmadan doğmuştu). Bir buçuk-iki yıl sonra, aklıma Sá-Carneiro ile dalga geçme düşüncesi geldi – çoban türküleri yazan, oldukça güç anlaşılır bir şair yaratma ve onu, hangi biçimde şimdi hatırlayamıyorum, gerçek bir varlık olarak tanıtma düşüncesi. Sonuç elde edemeden birkaç gün geçti. Bir gün –1914 Martı'nın 8'iydi– nihayet vazgeçmişken, yüksek bir dolaba yaklaştım ve bir tomar kâğıt alarak, her zaman yaptığım gibi, ayakta yazmaya başladım. Doğasını tanımlayamadığım coşkulu bir esriklik içinde, art arda otuz kadar şiir yazdım. Bu, hayatımın en muhteşem günü oldu, bir daha böyle bir gün yaşamadım. Bir başlıkla başladım: Sürü Bekçisi. Ortaya çıkan şey, içimde, Alberto Caeiro adını taktığım bir kimsenin belirişi oldu. Bu cümlenin saçmalığını lütfen bağışla: Ustam, içimde ortaya çıkmıştı. O anda hissettiğim buydu. Ve bu otuz şiiri yazar yazmaz, başka bir kâğıda, yine ara vermeden, Fernando Pessoa'nın Eğri Yağmur'unu yazdım. Bir anda, hepsini bir solukta... Bu, Fernando Pessoa-Alberto Caeiro'dan Fernando Pessoa'ya ani bir geçişti. Daha doğrusu, Fernando Pessoa'nın Alberto Caeiro olarak var olmayışına bir tepkiydi... Caeiro ortaya çıkınca, bilinçsiz bir biçimde, sezgisel olarak, ardıllar bulmaya çalıştım ona..."

Pessoa'nın özgün edebi dünyasını, kendisi de dahil, hiçbir kökteş tek başına temsil etmez. Ancak, bütün kökteşlerinin tek başlarına birer şair olmadıkları anlamını da taşımamalıdır bu. Pessoa, bütün kökteşleri aracılığıyla, okurunu karşıtlıklardan tat almaya yöneltir. Gerçeği gerçekdışıyla, maddeciliği tinle, bilinci bilinçdışıyla zıtlaştırır. Birinden birini seçme zorunluluğunun olmayışına yerinerek, seçmeyi kendine yasaklayarak, çelişkinin kendi dilini bulma yöntemiyle sonuca varmakta ne kadar zorlandığını okuruna göstererek, hiç tükenmeyen sonsuz bir tartışma alanını özgün akıl yürütme yöntemi, şaşırtıcı bir ikna yeteneğiyle sürekli yaratarak ilerler.

Pessoa, 20. yüzyılın başında, varlığın kendisini, gerçekle birlikte, benzeri hiç görülmemiş bir sarsıntıya, kökten bir parçalanmaya uğratmıştır. Pessoa'nın kendisi, birbirleriyle çatışan birçok şair ve düşünür olmakla kalmaz, kökteşlerden her biri, bir satırdan, bir dizeden ötekine, kendi kendileriyle de çelişirler.

Pessoa, Portekizce'de kişi, kimse (hiç kimse) demek ve maske anlamına gelen persona sözcüğünden türemiş. Bir yazgı, düşsel dünya kişisi, PESSOA.

"Hayatımdan zevk almayı amaçlamıyorum. Sadece onun yüce olmasını istiyorum; bu ateşi sürdürmek için bedenimi, ruhumu yavaş yavaş yakmak zorunda kalsam bile." Pessoa'nın bu sözleri biraz Doktor Faust'un anlaşmasını andırır. Çünkü Pessoa, Faust'una, "İçimde gördüğüm aydınlığa kavuştukça, gördüğüm belirsizleşiyor," dedirtecektir.

Pessoa'nın görüntüsü, kendi kendini yaratan bir çiçek dürbününün prizmaları gibi, sürekli değişebilir, bizi hep yeniden şaşırtabilir. Ama bütün bu alacakaranlık içinde Pessoa'nın silueti hep olacak. Çünkü "Pessoa'nın yapıtı, gerçekte negatif bir yapıt. Bir örnek işlevi görmüyor, ne yönetmeyi, ne de yönetilmeyi öğretiyor. Tam tersine, ruhları disiplinsizleştirmeye hizmet ediyor." (Casais Monteiro)

Şeytanın Saati, farsla tragedya arasında gidip gelen bu metin mizanseni, Pessoa'nın başlıca izleklerinin bir antolojisini sunuyor okura.

Yararlanılan Kaynaklar:1) Fernando Pessoa Poète Pluriel, BPI, Centre Georges Pompidou ve Éditions de la Différence, Paris, 1985.2) Fernando Pessoa, Antología, Der. Octavio Paz, Editorial Laia, Barcelona, 1985.

 

Fernando Pessoa - Anarşist Banker - Şeytanın Saati

Anarşist Banker 

1922’de Pessoa adıyla yayımlanan bu metin 1 , gerçek bir ateş gemisidir; bugün de, basıldığı zamandaki kadar tehlikeli, bir o kadar patlayıcı ve coşkundur. Eser, bir roman gibi okunabilir: hatalarıyla, tereddütleriyle ve nihayetinde muzaffer sonucuyla bir hayatın romanı. Sıfırdan başlayan Banker, bir servet kazanır: Neden ve nasıl? Acımasız bir keskinlikte ama bir o kadar da eğlenceli bir kötü niyet taşıyan bir dizi uslamlamayla bize göstermeye çalıştığı budur. Bu Banker, –katıksız ve sağlam bir anarşist olduğunu ilan eden– bize “hakikat”ini kanıtlamak için yanıltmacalara, çelişkilere ve inanılmaz çarpıtmalara başvurmakta tereddüt etmez. Ama hangi hakikati? Yapıtın gerçek boyutuna ulaştığı nokta burasıdır. Söz konusu olan aslında “burjuva toplumu”na –biz kapitalist derdik– onun ikiyüzlülüklerine ama özellikle ve daha derinlikli olarak insanı mutlak bir yabancılaşmaya götüren ve onu bu en büyük şerre, özgürlüğün yokluğuna mahkûm eden mekanizmalara karşı yapılan kışkırtıcı bir yergidir. Bu metin, “burjuva toplumu”nun en etkili ve en iyi gizlenmiş çarklarını oluşturan en karanlık ilkelerine kadar sorgulanmasıdır. Banker’in çözümlemesi amansızdır, burjuvaziyi kendi kazdığı kuyuya düşürür ve ustalığıyla Provinciales’i anımsatan şaşırtıcı bir belagat sergiler: Hakikaten de ispatlama bu metinde absürd yoluyla yapılır; dolayısıyla savuşturulması olanaksızdır. Birbirinin içine geçen savlardan, kinik olumlamalardan ve apaçık uydurmalardan oluşan bu labirent boyunca beklenmedik sona varıncaya kadar yazar, dolambaçlı bir yola davet eder bizi. Oyun, gücünü –içerden bakıldığında– son derece “görünür” olan bir ikiyüzlülüğü gözlerimizin önüne sermekten alan kurnaz bir banker tarafından maharetle yönetilmesinden alır. Ne var ki Pessoa, burjuva toplumunun yapısını yerle bir etmekle ve bize en şaşırtıcısından yeni bir “toplumsal sözleşme” önermekle yetinmez; metnin bozguncu mizahının, sonu gelmez dönekliklerinin ve süregiden “ikili söylem”inin altında zaman zaman, sanatçının, acımasız bir makinenin dişlileri arasında ezilen dâhinin gerçek acısı da uç verir, son isyanı haykırır. Yemeği bitirmiştik. Karşımda banker, tüccar ve namlı bir istifçi olan dostum, dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu. Sohbet can çekişerek ilerlemiş artık bir ölü gibi aramızda yatıyordu. Ben de bu sohbeti diriltme çabasıyla aklımdan tesadüfen geçiveren ilk düşünceye sarıldım. 

 Gülümseyerek yüzüne baktım: “Sadede gelecek olursak, geçenlerde bana, eskiden sizin anarşist olduğunuzu söylediler.” “Eskiden mi, hayır! Eskiden de anarşisttim, şimdi de anarşistim. Bu noktada değişmedim. Ben anarşistim.” 2 “Bakın hele! Siz bir anarşistsiniz, öyle mi? Hangi açıdan anarşistsiniz? Tabii eğer bu sözcüğe farklı bir anlam vermiyorsanız…” “Bildik anlamdan farklı mı kullanıyorum? Kesinlikle değil. Bu sözcüğü en sıradan anlamıyla kullanıyorum.” “Yani, şu işçi örgütlerinde görülen tipler gibi mi anarşistsiniz siz de bunu mu demek istiyorsunuz? Bombaları ve sendikalarıyla ortalıkta dolanan o tipler ile sizin aranızda gerçekte hiç fark yok mu?” “Fark var elbette… Ama sizin sandığınız noktada değil. Siz belki de benim sosyal kuramlarımın onlarınkine benzemediğini sanıyorsunuz?” “Aa, evet, anlıyorum! Siz kuramsal olarak anarşistsiniz; ama uygulamada…” “Kuramda ne kadar anarşistsem uygulamada da o kadar anarşistim. Uygulamaya gelince fazlasıyla anarşistim; hem de sizin sözünü ettiğiniz tüm o tiplerden daha fazla. Üstelik tüm yaşamım da bunun kanıtı.” “Anlamadım?” “Tüm yaşamım bunun kanıtı elbette. Sizin bu sorunu bilinçli bir biçimde incelemediğiniz ortada. İşte bu yüzden, aptalca şeyler söylediğimi ya da sizinle alay ettiğimi düşünüyorsunuz.”

 

Acıya Kurşun İşlemez - Adnan Yücel

Sabrın çalkalanıp taştığı sulardadır
Çığlıklarla parçalanmış uykularda
Buruşturulup atılmış aşklarda
Ve çalınmış mutluluklardadır
Ses ile yürek
Büyük rüzgarların o yanı k şarkısı
Hala yükselir içimizden dağılır
Coşkunun doruklarında sürer yankısı

ilk kurban adanırken bir nehire
Korkunun ilk nişanında başlamıştır
Gözyaşının ilk damlasından kalma
Yaslı baharlarla gelmiştir bugüne
Kanla yazılan yasalarla
Açlığın otağ kurduğu sabahlarla
Ve sonuçsuz kalan ahlarla gelmiştir
Acıya kurşun işlemez artık
Ölüm bile bu acıyı cellat bilm iştir

Yok bundan böyle ter yarası
Zincir tutsaklı ğı ve sabır
Kırbaç yalvartması sessizliğin
Can pazarı ve kahı r yok
Her şey yaşanan şu gün gibi gerçek
Adı m ız halk olduğu günden beri
Bir direnç olmuştur bizde sevinçler
Şimdi acı nın her kuraklığı nda
Onlar
Yüreğimizin ovaları na çiselenirler

Boşuna değil bu ölürcesine sevmek
Ve ölürken bile yürümek
Boşuna değil
Hep yatağı olduk tarih ırmağının
Yenilgilerle durulmanın
Zaferlerle köpürüp kabarmanın
Ama hiç bir zaman
Anası olamadık geçmişi doğurmanın

Yıldızlar ve sular tanıktır bize
Aç ve kavruk bir memeden
Direnmeyi yudum yudum emen
Bir çocuk gibi öğrendik
Ve direndik
Ordular kurduk türkü renklerinden
Bütün ağıtları bir hücumda yendik
Acıya kurşun işlemez artık
Biz yaşamayı zulümsüz sevdik


Akşam Türküleri - Afşar Timuçin

Beyaz bir gün üstüme kapanıyor
Yeşilini süze süze ormanların
Ah deniz dipleri neredesiniz
Derin deniz dipleri 

Gözleri kadar güzel sevdalımın
Uzayan gölgelere uzanıyorum
Üstümde hırçın bir mavi
Yeni bir zamana başlar gibiyim
Batan günün ölgün kırmızısında
Usulca koyuluyor akşam türküleri

Gün bir koşuda dağıldı gitti
İnsan olursa olsun diyemiyor
Dokunduğum ne varsa kayıyor ellerimden
Ben bir şey olmamış gibi
Ölümsüz bir tutkuya davranıyorum
Nasıl olsa geceye daha çok var
Yasalarına sıkı sıkıya bağlı güneş
Ufka doğru süzülüyor olsa da
Her sevince yeniden başlıyorum
 

İlhan Berk - Acının El Yazısı

 

Ben acıyım. Yani senin hazan düşen yüzün. Umarsız
Boyun bazan. Bazan ağzın, gölgeli gözlerin

Yani çocukluğun. Bursa’da bir sokak yani
(Bursa’yı hiç görmemişim gibi gelir bana)

Bir akşam yaktığın mum sonra bir kilisede
Daha hiç bilmediği bir yüz için ölümün

Zaman ki senden başka nedir
Ve hep bir yüz dönüşür bende

Bir yüze
Hem geceyi, hem tanyerlerini taşır kendinde

Ben ki bir yıkıntınım senin, senin büyüttüğün
Acının el yazısında

 

Nilgün Marmara - Daktiloya Çekilmiş Şiirler

 
Bir hiç iyilik için gözlerim
evetliyor bir mavi, bir gri,
bir kırlangıç, bir buz pembeyi.
Bir hoş esinti omuzlarımı serinletiyor
İki göreli güç dövüşürken yerellik çıkmazında

Bu an; bu baskıcı bu tiksinç bu anlamsız
bu hoşgörülü bu eşsiz bu gülyüzlü
zaman parçası
Karanlık bir kutu belleğimde...(Kitaptan)

* * *
 Nilgün Marmara KISA HAYATINDA SAKİN BİR SERÇE
 
 "YABANCILARIN EN YAKINIYDIN SEN!"
 
 Nilgün Marmara'nın çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi. Mezun olduktan sonra Marmaris'te bir tatil köyünde çalışmaya başladı. Farklı şirketlerde sekreterlik, Mısır Konsolosluğunda memurluklarda bulunsa da iş hayatı çok uzun süreli olmadı. 1982'de, arkadaş ortamında tanıştığı endüstri mühendisi Kağan Önal ile evlendi. Eşinin işi dolayısıyla 16 ay Libya'da yaşadılar. Sylvia Plath sevgisi, Marmara'yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987'de 29 yaşındayken kaldığı evin penceresinden atlayarak intihar etti.
 SYLVIA PLATH'IN ÜLKEMIZDEKI YANSIMASI
OLAN NILGÜN MARMARA, 29 YAŞINDA KENDINI
BEŞINCI KATTAKI EVININ PENCERESINDEN
AŞAĞI BIRAKARAK HAYATINI SONLANDIRMIŞTI.
TÜRK EDEBIYATINDA ÖNEMLI BIR YERI OLAN,
“IKI ADIMLIK YERKÜRE SENIN BÜTÜN ARKA
BAHÇELERINI GÖRDÜM BEN” 
NİLGÜN Marmara, Balkan göçmeni olan bir ailenin iki kızından biri olarak, 13 Şubat 1958'de İstanbul, Moda'da doğdu. Babası Fikri Marmara, muhasebe müdürüydü. Babası, Bulgaristan'ın Plevne şehrinden, annesiyse Vidin'den İstanbul'a göç etmişlerdir. Liseyi Kadıköy Maarif Koleji'nde okudu. Üniversite hayatına İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden başladı ancak siyasi sebeplerle burada devam edemeyip tekrar sınava girdi ve Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandı. Okulu, Sylvia Plath'in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi tezi ile 1985'te bitirdi. Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath'ın bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışı genç şairi etkiledi.
ESERLERI
ŞIIR

Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988)
Metinler (1990)
GÜNLÜK
Kırmızı Kahverengi Defter (1993, Gülseli İnal
tarafından hazırlandı)
Defterler (2016)
Kağıtlar (2017)
INCELEME
Sylvia Plath'ın Şairliğinin Intiharı Bağlamında
Analizi (1985, Dost Körpe tarafından 20 yıl
sonra Türkçeye çevrildi)
 Çok Güzel
Durma artık burada uysal âşık!
Aydınlık milinin yatağında.
Bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,
Anlamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde ağırbaşlılığın.
Veda geliyor şimdi, öğretmek için
Sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen vakitte.
Kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını
güzün, kavisin beyaz yanağıyla?
Bu aklıkta, minarem mavi benim.
Işığım denize kayıyor, bir sayıklama
Izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz insanlığa!
* * *
Niye izin vermiyorsun yoluna kuş
konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş
konmasına
niye kimseler izin vermez yollarına kuş
konmasına?
öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" 
* * *
“Çok yalnızım, mutsuzum
göründüğüm gibi değilim aslında
karanlıklarda kaybolmuşum
...bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum
uzun zamandır
aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
kimse duymuyor çığlıklarımı”
* * *
“Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve
kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben
oyum. Öylesine
bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin
şiddetinin bedelini bir gün öderim diye
düşünüyorum.
Sanki varoluş beni cezalandırmak ister
gibi; yoğunluğundan bana düşen payını
benden geri”
* * *
“Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve
kırık çakılmış
kalmıştım / gelecek zamanlı düşler
çatıyordum
kapladığım şuncacık yerde; / bu ölçüm-
süz gökyüzünde…”
* * *
Düşü Ne Biliyorum
Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?
Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!
 * * *
"Uçurumlar var
diyorum,
insanla insan arasında,
Kendiyle kendi arasında."
* * *
Daktiloya Çekilmiş Şiirler
Hiç kullanılmamış bir zamanın gözka-
paklarını açıyorum
Dünyamsın benim, zorbam, düzenim
bundan gözlerim göğe çevrili
ellerim denizde
hiç katılmadan sende yaşıyorum
dirimimsin benim
doğarken öldüğüm
Aşağılık belirtileri sahipliğin, birleştirdi
ne geceyi ne gündüzü
kölelik yetişemedi aralık paylarına
sevincin
Üşümüşüm
bu yaklaşan kışla değil
deniz ürpertisi, göğün alacasıyla değil
ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta
kaçışının gizini gönlünde tuttuğun
bilisiz aşkı/nı ver bana
üşümeyeyim
Kendimizle oynayan güçsüz mahluklarız
biz, yaptırımla ödülü gönlümüzde barışık
tutan. mesafemiz kuyruğumuzla başımız
arasında gider gelir, dehşetli sevincimiz
bulunca ayrılmazlığını yengimizle yenil-
gimizin.
devimimiz: felcimizin kayna-
ğından fışkıran. güçsüzlüğümüz: kıvrak
istemimizin yatağı. böylece doldururuz
biz her kaygının, her doyumun kucağın
 * * *
Dinle susturduğun geceyi.
Silmek ve bilmek artık
Görevin tutmamak arzuyu senin olmayan
dokunmalar ve umarsız bakışınla,
Çünkü zaman ben'im, yaralıyım.

Budala - Dostoyevski

Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.

Yalnızın Durumları - Özdemir Asaf

I. 
Her şeyi süpürebilirsin;
Sonbaharı süpüremezsin. 
Sen her şeyi süpürebilirsin;
Sonbaharı süpüremezsin. 
Yalnızsa
Sürekli bir sonbaharı
Süpürür hep.
Düşünemezsin.
II.
Yanar
Sobasında
Yalnızın
Üşüyen
Bakışları. 
Lambasında
Karanlığa donuk
Bir ışık
Titrer
Sönük-sönük. 
Penceresi
Dışına kapanmıştır,
Kapısı
İçine örtük.
III.
Yalnız
Bin yıl yasar
Kendini
Bir anada.
IV.
Yalnızn
Nesi var, nesi yoksa
Tümü birdenbiredir.
V.
Yalnız
Bir ordudur
Kendi çölünde 
 Sonsuz savaşlarında
Hep yenen
Kendi ordusunu.
VI.
Yalnızın
Sakladığı bir şey vardır;
Boyuna yerini değiştirir,
Boyuna onu arara.
Biri bulsa diye.
VII.
Yalnız
Hem bilgesi,
Hem delisidir
Kendi dünyasının.
Ayrıca;
Hem efendisi
Hem kölesidir
Kendisinin 
Tadını çıkaramaz
Görecesiz dünyasında
Hiçbirinin
VIII.
Yalnız
Sürekli dinleyendir
Söylenmemiş bir sözü.
IX.
Sözünde durması
Yalnızın yalancılığıdır
Kendisine. 
Hep yüzüne vurur utancı.
O yüzden
Gözlerini kaçırır
Gözlerinden.
X.
Yalnızın odasında
İkinci bir yalnızlıktır
Ayna.
XI.
Yalnız
Hep uyanır
İkinci uykusuna.
XII.
Yalnız
Kendi bencinin
sen’idir. 
XIII.
Bir sözde saklanmış bir yalanı
Bir gözde okuduğundan
Bakmaz kendi gözlerine bile.
XIV.
Hep susadığında
O
Kendi çölündedir.
XV.
Kendi öyküsünü
Ne anlatabilen
Ne de dinleyebilen. 
Kendi türküsünü
Ne yazabilen,
Ne söyleyebilen.
XVI.
Bir zamanlar güldüğünü
Anımsar
da...Yoğurur hüzünün çamurunu
Avuçlarında.
XVII.
Yalnız
Aranan tek görgü tanığıdır
Yargılanmasında
Kendi davasının... 
Her duruşması ertelenir
Kavgasının.
XVIII.
Yalnız
Hem kaptanı
Hem de tek yolcusudur
Batmakta olan gemisinin. 
Onun için
Ne sonuncu ayrılabilir
Gemisinden,
Ne de ilkin.
XIX.
Yalnızın adı okunduğunda
Okulda ya da yasamda
Kimse
'Burda'
diyemez ..
Ama
Yok da..
XX.
Uykunun duvarında başladı...
Önceleri bir toz gölgesi sanki;
Sonra bir yumak yun gibi. 
Ama simdi iyice görüyor
Örümceğin ağını
Gün gibi
XXI.
Yalnız
Duymuş olduğunun sağırı,
Görmüş olduğunun koru
Dur 
Ölür ölür ölür
Öldürür öldürür öldürür 
 Duyduklarını unutur,
Duyacaklarını düşünür.
XXII.
Yalnızın adına
Hiç kimse konuşamaz.. 
O
Kendi kendisinin
Sanığıdır.
XXIII.
Yalnız
Önceden sezer
Sonra olacakları 
Paylaşacak biri vardır;
Anlatır anlatır ona
Olanları, olmayacakları.
XXIV.
Her leke
Kendisiyle çıkar. 
 

Ayın En Çıplak Günü - Buket Uzuner

Herkesin yaşamında çıplak günler vardır; savunmasız, iddiasız, direnmesiz, gösterişsiz, öylece...Yalın ve kendi halinde. İçine kimsenin kabul edilmediği, alınmadığı, hani o ‘en yakınlar’ın bile...Bu kitaptaki öyküler benim en çıplak günlerimde yazıldılar.

“Kıvırcık saçlı kadın, ilk kez korkmadan altı yıl boyu çekinerek sakladıklarını çıkarttı, gözünün önüne serdi. İnsanın en korkunç sırları kendisinden sakladıklarıdır. Kocasını, onun kendisiyle ilgili en küçük şakayı kaldıramayışını, kendini uyurken bile önemseyişini, karısının problemleri söz konusu olduğunda işlerinin aniden yoğunlaşmasını, altı yılı dolduran hep onun kitapları, filmleri, dostları, sorunları, iş kaygıları, plakları, rı, rı, rıları düşündü.”

Ayın En Çıplak Günü

Nietzsche & Soren Kierkegaard

Kanmışlıklar, doğruluğun yalanlardan daha tehlikeli düşmanlarıdır.

Yılanın ilkin büyüyüp ejderha haline gelmesi gerekir ki birisi onunla kahraman olabilsin.

Kendinden hiç sözetmemek çok soylu bir - ikiyüzlülüktür.

Kötü işiten hep işittiğine bir şeyler ekler.

Kişi düzenli çalışmayı hiç öğrenmemişse, can sıkıntısı duymaz.

Kişi, ışığını karartmayı da bilmelidir, böceklerden ve hayranlardan kurtulmak için.

İzleyicilerimizin asla bağışlamayacakları bir şey, kendimize karşı çıkmamızdır.

Aşırıya kaçmanın anası neşe değil, neşesizliktir.

Altın olan her şey parıldamaz: bunun için fazlaca narindir.

İnsanlar ışığın çevresinde toplaşırlar, daha iyi görmek için değil, daha iyi parıldamak için.

Erdem uyumuşsa deha zinde kalkar.

Kişi suçunu bir başkasına itiraf edince, unutur.

Teselli arayana en iyi gelen teselli, onun durumu için hiçbir teselli bulunmadığı savıdır.

Kendinden çok söz etmek, kendini gizlemenin de bir yoludur.

Bütün yargılayanların gözünden bir cellat bakar.

Kendini görmezden gelmek -iyi görmek için gereklidir.

"Kahraman neşelidir" - bu şimdiye kadar trajedi yazarlarının gözünden kaçtı.

Ahlaksal olay yoktur, yalnızca olayların ahlaksal yorumu vardır.

Acı çeken dostuna dinlenmesi için yer göster ama dikkat et yatak sert olsun.

Barış zamanında savaşçı kendine çatar.!

Başarının sonu yalnızlıktır.

Birini suçlamak üzere ileri uzattığın elinin 3 parmağının seni gösterdiğini unutma.!

Beni öldürmeyen herşey beni güçlendirir.

Babanın gizlediği şey, oğulda açığa çıkar.

Biz arzulanana değil arzulamanın kendisine âşığızdır.

Bence hayatın kendisi gelişme içgüdüsü , idame içgüdüsü , güçlerin biriktirlmesi içgüdüsüdür : Güce yönelmenin olmadığı yerde çöküş vardır.

Doğrular ve yanlışlar yoktur, sadece yorumlar vardır.

Dünyada hiçbir şey insanı kin besleme duygusu kadar yıpratmaz.

Fatihler şansa inanmaz.

Fırtınayı getiren en derin ve yumuşak sözlerdir.

Gerçeğin düşmanı tabular ve inançlardır.

Hayat; kendisini alt edenindir.

Issız ve yorucu dorukları sevenlerin kanatları olmalıdır!

İnsanoğlu hayatta o kadar acı çeker ki, canlılar arasında yalnız o, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır.
 
 
"Başıma harika bir şey geldi. Göğün yedi kat yukarılarına çekildim. Tanrılar orada saf saf dizilip oturuyorlardı. “Ne dilersin” dedi Merkür, “gençlik mi, güzellik mi, güç mü, uzun bir ömür mü, en güzel bakireyi mi; yoksa sandığımızda bulunan öteki nimetlerden birini mi? Sadece bir tanesini seçeceksin ama.” Bir an şaşırdım kaldım. Sonra tanrılara şu şekilde hitap ettim: “Çok saygıdeğer çağdaşlar, tek dileğim şudur ki kahkaha hep benden yana olsun. Tanrılardan hiçbiri tek kelime etmedi; hepsi gülmeye başladı. Bundan dileğimin kabul edildiği sonucuna vardım ve tanrıların kendilerini nasıl zevkli bir şekilde ifade ettiklerini keşfettim: ciddi bir tavırla dileğin kabul oldu, demek onlara yakışmazdı."
 
Kierkegaard Ya /Ya da’dan

Bertrand Russell 'Mutluluk Peşinde'

MUTLULUK PEŞİNDE
Mutluluğu fethetmek istiyorsanız, bakın neler yapacakmışsınız...

 
1- Yaşamdan tat alma duygunu geliştir. (Kimin itirazı olabilir? Yaptığın her ne ise, zevk alarak yap. Hiçbir şeyi öylesine yapma. Hücrelerinde hisset, keyfine var...)

2- Sevecen ol. İnsanlara sevgiyle yaklaş, karşılık da bekleme. (Bu da güzelmiş. Özellikle de karşılık beklemeden bir şey yapmak...)

3- İyi anne-baba ol. (A bu süpermiş diyorum. “Çok iyi bir yönetici oldum, patron oldum, lider oldum ama iyi bir baba olamadım” lafları beni üzüyor. Birinin dünyaya gelmesinde bir sorumluluğun varsa, kaçarın yok, iyi anne-baba olacaksın. Ötesi, berisi, öyleydisi, böyleydisi yok.)

4- Çok yönlü, ilginç, yaratıcılık isteyen bir iş yap. (Bu da doğru. Yaptığın iş, içini şişiriyorsa, mutlu olamıyorsun! Bazen lüks olabilir ama insan mutlu olacağı işi aramaktan vazgeçmemeli.)

5- Birbirinden farklı küçük ilgi alanları geliştir. Günlük yaşamına çeşitlilik kat. (Doğru. Ne kadar çok çeşitli, küçük küçük mutluluk alanın, ilgi alanın varsa, zaman o kadar kolay kayıp gidiyor. Mutluluk zamanı unutmaksa, işte fırsat...)

6- Mücadele ile teslimiyet arasında denge kur. Elinden geleni yap, geri kalanı gelişmelere bırak. (Değiştiremeyeceğin şeyler için ısrar etmek, mutsuzluktan başka bir şey getirmez. O zaman teslim ol. Ama değiştirebileceğin şeyler için de mücadeleye devam et...)
DAHASI VAR
Mutsuzluğu yenmek istiyorsanız:
1- Adaletsizliğe uğramışlık duygusunu abartma. Kendini gözünde fazla büyütme. Başkalarının sana olan ilgisini de. (Bu da müthiş bir tespit! Kurban psikolojisinden kurtul. Kendini çok ciddiye alma, övgülere de çok yüz verme.)

2- Başkalarının hakkında ne düşündüğünü fazla önemseme. (Haklı. Çünkü özellikle dışarıdan gelen övgüleri abartırsan, kendi gerçeğinle ilişkini kopartmış oluyorsun. Kendini olmadığın bir şey zannetmeye başlıyorsun, en kötüsü de bu. Bu, bırak mutlu olmayı, kendine zarar vermeye başladığın an...)

3- Suçluluk ve utanç duygularıyla mücadele et. (Evet, insanı mutsuz eden duygular onlar. Kurtulabilirsen ruhunu önemli ölçüde özgürleştirmiş oluyorsun. Benim mesela bu maddeye çalışmam lazım, bitmez tükenmez suçluluk duygularımdan kurtulmam lazım.)

4- Endişelerini ve korkularını somutlaştır ve “Olabilecek en kötü şey ne?” diye sor kendine. (Bu da insanı iyi hissettiren bir şey. Herkese tavsiye ederim: Stresten ölüyor musun, bir dur ve dedi ki kendine, “Yetiştiremezsem/ yapamazsam/ başaramazsam en kötü ne olur?” İşte bu sorunun cevabı, insanı
rahatlatıyor. Çünkü “Çok da katlanılmayacak bir şey değilmiş” dedirtiyor...)

5- Kıskançlık değil hayranlık duygusunu geliştir. Kendini başkalarıyla kıyaslama. (Artık neredeyse herkesin tecrübesiyle sabit ki, kıskanmak insanı mutsuz eden bir şey. Kendini başkalarıyla kıyaslamak da öyle. Ne birilerinin senden eksikliği, ne de birilerinin senden fazlalığı seni etkilememeli, etkilerse gücünün doruğuna ulaşamazsın. Başkalarını bırak, kendinle uğraş, kendi kabiliyetlerini arttır.)

6- Can sıkıntısı ve heyecan konusunda hayatında denge kur. (Ne sürekli can sıkıntısıyla yaşanır, ne de sürekli heyecan haliyle. En iyisi, bu ikisinin denge durumudur.)

7- Rekabet yarışlarından uzak dur. (Rekabet de insanı mutsuz eder, birini geçmek için uğraşma, sen kendini geçmeye çalış.)

 8- Kendini melankoliye kaptırma. (Söylenecek çok fazla şey yok, kaptırma...)

14 Ekim 2012

Mutluluk İnsanın İçindedir

Bir imparator sabah gezintisi sırasında bir dilenciye rastlar. "Dile benden ne dilersen" der.
Dilenci güler ve : "Sanki dileğimi gerçekleştirebilecekmiş gibi soruyorsunuz." Diye yanıtlar.
Kral alınır ve söyleşi koyulaşır.
-Pek tabii her dediğini yerine getirebilirim. Sen söyle hele;ne istiyorsun?
-Söz vermeden önce iki kez düşünün kralım.
Dilenci sıradan bir dilenci değildir. İmparatorun ilk yasantısında öğretmeni olmuştur. Ve ona şu sözü vermiştir. 
"Bundan sonraki yasantında tekrar karşına çıkıp seni uyaracağım." 
İmparator olayı unutmuştur. 
Zaten geçmişi hangimiz noktasına virgülüne kadar anımsayabiliriz ki?
Birlikte yaşlanan kişilerin bile anıları farklıdır. Bu nedenle imparator bastırır.
-Ne istersen verebilirim. Ben güçlü bir imparatorum. Yerine getiremeyeceğim hiçbir dileğin olamaz. 

Bunun üzerine dilenci, çanagını uzatıp, "şu çanagı herhangi bir şeyle doldurabilir misiniz?" diye sorar. 
İmparator kahkaha atar ve vezirine çanağı altınla doldurmasını emreder.
Çanak dolup taşmakta ve anında boşalmaktadır. Paralar buhar olup uçmaktadır sanki. İmparatorun onuru kırılır. 

Bir dilenci çanağını dolduramadığı kulaktan kulağa yayılır.
Giderek pırlantalar, elmaslar,yakutlar akıtılır çanağa. Ne var ki çanağın dibi yoktur sanki. Yer yutar ama boş kalır. İmparator yenik düşmüştür. Dilenciye yakarır:
"Tamam, sen kazandın. Dileğini yerine getiremedim ama ne olur bana çanağın
neden yapılmış olduğunu itiraf et."
-Çok basit, diye yanıtlar dilenci. 
İnsan dimağından yapılmıştır. Yani insanın arzu ve isteklerinden. Doymak bilmez oluşu bundandır. Bu gerçeği bir kez kavrarsan yaşantın değişir. 

13 Ekim 2012

Diriliş - Tolstoy


 Hayatta her,birimiz bir işi yapmak için, bu işin yararlı, önemli '. olduğuna inanmak isteriz. Bu nedenle bir insanın durumu ne olursa olsun, toplumsal hayal hakkında üstleneceği düşünce, yapmakla olduğu işin önemli, yararlı olduğuna kendisini inandıracak biçimde olacaktır. Mesela biz, hırsızların, katillerin, casusların, kötü kadmların mesleklerini beğenmediklerini, bu yüzden utanç duyduklarını zannederiz. Oysa iş hiç de öyle değildir. Kaderlerinin, işledikleri hatanın yönlendirmesiyle herhangi bir duruma düşen kişiler, bu durum ne denli küçük düşürücü olursa olsun, yaşam konusunda hemen yeni bir görüş ediniverirler. Böylece yeni durumları kendilerine çok yararlı, çok saygıdeğer görünür. Ustalıklarıyla övünen hırsızları, ahlaksızlıklarıyla övünen fahişeleri, zalimlikleriyle övünen katilleri görünce şaşırırız. Bu şaşkınlığı biz, bu insanların çevrelerinden olmadığımız için duyarız. Oysa bir bakıma onlara hak vermemiz gerekir. Gerçekten de zenginler varlıklarından -yani vurgunlarından-, güçlü insanlar da güçlerinden -yani zorbalıklarından-gurur duymazlar mı?..

 Diriliş

Bireysel vicdanın uyanışını anlatırken hukuk sisteminin adaletsizliğini, imkânsız bir aşk öyküsünü resmederken Hıristiyanlığın kalıplaşmış yanlışlarını ele alan Diriliş, Tolstoy’un hem bireyi hem toplumu eleştirdiği en acımasız romanıdır.

Zengin ve yakışıklı bir Rus prensi olan Nehlüdof, halalarının hizmetindeki güzel köylü kızı Katyuşa’yı baştan çıkardıktan sonra bırakıp gider. Bir sonraki karşılaşmaları, yıllar sonra bir mahkeme salonunda olur: Katyuşa kötü yola düşmüştür ve adam öldürmek suçuyla yargılanacaktır. Katyuşa’nın durumundan kendini sorumlu tutan prens, vicdanının ezici baskısıyla baştan ayağa değişecek, yaşadığı dünyaya farklı gözlerle bakmaya başlayacaktır. İnsan ruhunun, vicdanının, inancının ve 19. yüzyıl Çarlık Rusyası’nın gerçekçi bir portresini çizen bu başyapıt, Tolstoy’un ateist ilan edilmesine ve 1901 yılında Kilise’den aforoz edilmesine sebep olmuştur. 
 
“Ne büyük bir sanatçı ve ne büyük bir psikolog!”
GUSTAVE FLAUBERT

 

Wilhelm Reich "Diktatörler, despotlar, kurnazlar, zehirliler ve sırtlanlara bir yaşlı bilgenin kelimeleriyle sesleniyorum"

Diktatörler, despotlar, kurnazlar, zehirliler ve sırtlanlara bir yaşlı bilgenin kelimeleriyle sesleniyorum:

kutsal sözler ektim yeryüzüne
kötülükler silinecek yakında
palmiyeler solduğunda
kayalar parçalandığında
anlı şanlı krallar
gazel misali
havaya savrulacak
tufandan çıkan bir gemi
benim sözlerimi taşıyacak
ve tohumlar yeşerecek dünyada.


Buyurganlar, açıkgözler, kurnazlar, zehir saçanlar, çöplüklerde türeyen kurtlar, aç koca kurtlar, bir bilgenin bir zamanlar öngördüğü şu yazgıdan kurtulamayacaklardır:

Kutsal sözcüklerin tohumunu ektim yeryüzüne. Çok geçmeden kötülükler silinecek Savaşçılar ölecek. Taşlar toprak olacak; Çok geçmeden anlı şanlı krallar Kuru güz yaprakları gibi savrulacak: Her tufanda, binlerce NUH gemisi şu sözlerimi yankılatacak: Ekilen tohumlar ürün verecek.

Joshua Bell in Metro ( Metrodaki Kemancı )

 
Soğuk bir Ocak sabahı bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.
 
Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder. Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder. En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur.Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.
 
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, akışlamaz.
 
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?

12 Ekim 2012

Yeraltından Notlar - Dostoyevski

 
"İnsan olmak, gerçek insan, etiyle kemiğiyle insan olmak bile ağır gelir bize. Utanırız bundan, insan olmayı yüz karası sayarız, benzeri olmayan toplumsal birtakım insanlar olmak için çabalarız. Ölü doğmuş insanlarız biz ve uzun zamandır canlı babaların çocukları değiliz, giderek daha çok hoşlanıyoruz böyle doğmuş olmaktan. Zevk duyuyoruz bundan. Çok yakın bir gelecekte bir şekilde düşüncelerden doğmanın yolunu bulacağız."

Dostoyevski'nin Gogol etkisinden kurtularak kendi sesiyle verdiği ilk büyük yapıt olan Yeraltından Notlar, Avrupa'daki büyük varoluşçu edebiyatı müjdeleyen bir roman. Kitap, okuruna yeraltı diye adlandırdığı bir ruh halinden seslenen karakterin uzun, çılgınca söyleviyle başlıyor. Ardından, bu ahlakçı, uyumsuz, dürüst kişinin yaşadığı bir aşağılanma olayı anlatılıyor. Yüz elli yıldır okunan gerçek bir başyapıt.
 
 - - - - - -

Benim bir dostum var baylar…Üstelik o, sadece benim değil, sizin de dostunuzdur; onunla dost olmayan yoktur zaten. Bu dost, bir işe başlamadan önce akıl, mantık kural arına göre nasıl hareket edilmesi gerektiğini açık, güzel ve tatlı bir dille ifade eder. Bütün bunların ardından gerçek, normal bir insanın çıkarlarından heyecanlı, tutkulu bir şekilde bahsederek, aslında ne kendi çıkarlarını ne de erdemliliği anlamayan miyoplarla alay eder. Hemen ardından, bir çeyrek saat sonra, gerçekte hiçbir sebep yokken, bütün çıkarlarını hiçe sayan bir içgüdüyle bambaşka bir yol izler; yani az önce söylediklerinin tam tersini söylemeye başlar: Aklın ve mantığın kural arını, insanların çıkarlarını hiçe sayar. Şunu da belirteyim: “Dostum” diyerek genel bir anlamı belirttiğim için bütün suçu ona yüklemek biraz zordur. Değerli okuyucularım, üzerinde durulması gereken en önemli konu şudur: İnsana en üstün çıkarlarından daha üstün gelen bir şey ya da (mantığın sınırları içinde kalmak için) son derece faydalı (az önce hiçbir listeye girmediğini söylediğim) başka bir çıkar yok mudur? İnsanlar, gereğini hissedince, bu çıkar uğruna akıl, şeref, huzur, refah gibi bütün güzel ve faydalı şeylere karşı gelebilirler. Bunları, en değerli, en köklü, en yararlı olarak gördükleri bir çıkar için yaparlar.
 
— Demek ortada bir çıkar var yine! diye sözümü keseceksiniz. Size her şeyi anlatmama izin verin. Laf cambazlığı değil mesele; bahsettiğim çıkar, tüm sınıflandırmalarımızı, kişilerin mutluluğu için uğraşan insanseverlerin kurduğu sistemleri paramparça etmektedir. Sözün kısası, bu çıkar, her şeye engel olmaktadır. Ama sizlere bunun adını söylemeden önce, kendi aleyhime hareket edecek olsam da, birkaç söz söylemek istiyorum. Bence tüm bu sistemler, insanlığa gerçek, normal çıkarlarının ne olduğunun söylenmesi ve bu çıkarların sağlanmasıyla herkesin hemen iyi ve soylu olacağı fikri, şimdilik sadece varsayımdan ibarettir. Evet baylar, yalnızca bir varsayım… Aslına bakarsanız, insanlığın gelişmesinde kişisel çıkarlara dayanmış olan bir sistemi temel kabul etmek, Buckle’ın uygarlığın insanların yumuşattığı, bu nedenle onları da daha az vahşi, savaşmaya daha az yatkın duruma getirdiğini savunmasına benzer bence. Bu şekilde bir mantık yürütülerek böyle bir sonuca ulaşılabilir. Fakat insanlar sistemlere, bazı soyut kavramlara o denli bağlıdırlar ki, sadece mantıklarını haklı çıkarmak için gerçekleri göz göre göre değiştirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razıdırlar. Bu, çok anlaşılabilir bir örnek olduğu için ele aldım. Şöyle bir bakın çevrenize, kan gövdeyi götürüyor; üstelik şampanya gibi keyifli bir şekilde. İşte size, Buckle’ın da yaşadığı ondokuzuncu yüzyıl! İşte, büyük Napoleon ve bugünkü Napoleon!

İşte, sonsuz Kuzey Amerika Birliği! İşte size, bir karikatüre benzeyen Schlezwig Holstein Prensliği!.. Uygarlık bizi nasıl yumuşatmış, görelim. İnsanların duygu çeşitliliğini artırmaktan başka işe yaramaz uygarlık. Duyguları çeşitlendikçe insan, kan dökmekten zevk almaya başlar hale geliyor. Buna birçok örnek gösterebiliriz; en ustalıkla işlenen cinayetlerin, çoğu kez kültürlü, aydın insanlar tarafından yapıldığına dikkat ettiniz mi? Attila’ların, Stenka Razin’lerin ustalıkta geçemeyecekleri bu adamlar, eğer onlar kadar dikkat çekmiyorlarsa bunun tek sebebi, çok sık rastlanmalarından dolayı alışkanlık haline gelmeleridir. Uygarlıkla beraber insanlar, daha çok kan dökmeseler de, daha kötü, daha iğrenç birer cani olmuşlardır.
 
İşte o zaman (bütün bunlar, sizin sözleriniz, benim değil) yeni, her şeyiyle matematiğin kesinliğiyle meydana getirilmiş bir ekonomik düzen kurulacak dünyada. Soru denen bir şey olmayacak ortada; çünkü cevaplar çok önceden hazır olacak. Sonra, sırçadan bir saray yapılacak; bunun üzerine Anka kuşu uçup gelecek. Fakat şu da var ki, (şimdi bunları ben söylüyorum) bu hayat sıkıcı değildir diye söz veremem. (Her şey matematiksel olarak hesaplanınca insana yapılacak ne kalır ki?) Bunun yanında, bir tek yanlış hareket bile görülemez; insan bu durumda can sıkıntısından neler neler uydurmaz ki? Altın iğneler de bu can sıkıntısı yüzünden batırılıyor zaten.
 - - - - - -
 Yeraltı Adamı’nın bir devlet memuru olarak geçirdiği tekdüze günler, yanında bir türlü rahat hissedemediği arkadaşları ve hayattaki mutlak yalnızlığı, bıkkın bir öfke ve küçük, imkânsız pazarlıklarla gittikçe daha fazla lekelenir, ta ki kendisini bir arada tutan görünmez ipler yavaşça çözülmeye başlayana kadar. Yeraltından Notlar, yayımlandığı 1864 yılından beri öfke ve sessizliğin en güçlü manifestolarından biri olmuştur. 

Dostoyevski’nin “Rus çoğunluğunun hakiki insanı” dediği bir isimsiz kahramanın yalın ve karanlık düşünceleri...

Edebiyat tarihinin en ünlü isimsizlerinden Yeraltı Adamı, insanların oradan oraya üşüşen karıncalara dönüştüğü St. Petersburg’un gri kaldırımlarında itilip kakılırken, yaşama isteğini yavaş ama emin adımlarla mutlak bir öç isteğiyle değiş tokuş eder. Yeraltı Adamı’nın bir devlet memuru olarak geçirdiği tekdüze günler, yanında bir türlü rahat hissedemediği arkadaşları ve hayattaki mutlak yalnızlığı, bıkkın bir öfke ve küçük, imkânsız pazarlıklarla gittikçe daha fazla lekelenir, ta ki kendisini bir arada tutan görünmez ipler yavaşça çözülmeye başlayana kadar. Yeraltından Notlar, yayımlandığı 1864 yılından beri öfke ve sessizliğin en güçlü manifestolarından biri olmuştur.

“Yeraltından Notlar, hakikati kanla haykırır.”
NIETZSCHE

“Dostoyevski, gökle yer arasında asılı kalmıştır. Hem gök hem de yer  tarafından etkilenmiştir.”
HENRI TROYAT


Sevgili Bayan Milena’ya,

sevgili bayan milena’ya,
size önce prag’dan, ardından da meran’dan yazdığım kısacık mektuplarıma kesinlikle cevap beklemiyordum. umduğum gibi karşılık yazmadınız da sevinmem gerek. sessiz kaldığımız her


gün iyi olduğumuzun işaretidir. bu yüzden sevinmem gerek ki, iyi olduğunuzu bildiğim için..

yarım kalmış bir düş gibi. önümden geçip gidiyorsunuz. masalar, sandalyeler, geçtiğimiz yer, hatta elbiseniz bile gözümün önünde. yüzünüzün, ayrıntılarını çıkaramıyorum. kötü bir yarım düş olsa gerek bu. çok ilginç, hem de çok..


tüm gece yağan yağmur nihayet durdu. kutlayacağım bunu. kutlama şeklim ise size yazmak. bu amansız yağmurda insanın tek mutluluğu yabancı bir çevrede olması..


aklımdan çıkmayan şu hastalığınız.. benim gibi öğüt verme konusunda pek de ümit edilmemesi gerek birinden yine de duymak isterseniz “kendinize iyi bakın. sizi sevenlerin fedakarlığı lazım” bunları da atlatırsınız. sizden iyi haberler bekleyeceğim..

sizden istediğim çevirilerime bir anlık bile uykunuzu feda etmemeniz. daha sonra vicdan azabı çekmek istemem.. kendim için istiyorum. lütfen..


gönül ilişkilerimde edindiğim tecrübe erkeklerin daha çok acı çektiği. aslında bu acı karşılıklıdır. kadının çektiği acı gerçektir ama erkeğin acısı fazladır..


siz son mektubunuzda geniş yüreklilikle teşekkür etmişsiniz bu uykusuz adama. olayı duyan birisi olsa amma adammış diyecek sanki. ama o adam aslında tembelin biri süt içiyor her gün, besleniyor, kendine bakıyor..

fakat ben ne kadar basitim, keşke görebilseler içimi. anlatabilsem, inanırlar mı?..
uykusuzluk aklıma neler getirdi. anlamsız ve çok laf ettim. bağışlayın beni..


anlaşılmaz bir insansınız milena. derdiniz bin parça başkalarını, beni düşünüyorsunuz. uykusuzluk çektiğim için üzülüyorsunuz..


sıkılıyorum size böyle hitap etmekten. bayan milena yavan geliyor bu hitap bana. yeni memuriyete atanmış bir katibin konuşması gibi. ama elden bir şey gelmez. yarının ne olacağı belli olmayan bir dünyada biz hastaların dayanakları bunlar olsa gerek. sıksa bile muhtacız bunlara; güçsüzüz biz..

kendiniz için çabalamak. mektuplarınızdan anladığım zaten bunu yapıyordunuz. büyük bir erdem ve güven görüyorum yazılarınızda..

dergilere gönderdiğiniz yazıları niçin bana göndermiyorsunuz? bu bana güvensizlik mi yoksa? hayalimde canlardığım kadına ters düşeceğimi o imajı bozacağımı mı sandınız. bu üzdü beni. size küstüm birazcık iyi de oldu. kalbimdeki küslük size karşı hislerimi belki dengeler..


bu akşam tek başıma uzun bir yol yürüdüm. çoğunlukla başkaları ile yürürüm veya yatarım. bu akşam tek oldu. tanrım, keşke burada olsaydınız. burada olmadığınızı söylersem aslında kendime deli demeliyim. o kadar kuvvetli bir şekilde hissediyorum ki burada olduğunu. hayır hayali değil, istediğim anda size dokunabileceğim şekilde buradasınız, yanımdasınız..


bekliyorum. içim içime sığmadan. pazar gününe kadar mektup yazar mısınız bana? delilik gibi geliyor bu istekler? tek mektup yetersiz mi? herhalde yeter. ama yine de okumak istiyorum bunları durmadan, nefes almadan. nedir bunun mantığı, ah milena! sevgili öğretmenim!.


yani inanmıyorum yazdıklarınıza sevgili milena! beni yalnız ben inandırabilirim galiba. öğretmenler genellikle öğrencilerinin kendilerine vermiş oldukları cevapları yeterli bulmazlar. oysa bir öğrenci öğretmeninin ona öğrettiklerinden daha fazlasını nereden bilebilir ki?.


yarın yine yazacağım ama ne olur bir aksilik çıkar da yazamazsam kızmayın bana. nefret etmeyin benden. pazar günkü mektubunu bir daha okudum da gerçekten korkunç bir mektup. keşke sizi ellerimin arasına alabilip gözlerinizin içine bakabilseydim. eminim o zaman böyle bir mektup yazmazdınız..


mektuplarınızın benim üstümdeki etkisini hiç küçümsemeyin milena!. bu mektupta da küçük tedirginlikler çok değil aslında. ama mutluluk veren bir acının gerçeği gibi bir şey. zaten senden gelipte dayanamayacağım be olabilir?..

her zaman olmasa da arada sırada ‘sen’ de bana olmaz mı?.


üstelik benden mektup alamayınca üzülecek kadar da iyi bir insansınız..


anladığım kadarı ile milena ikimiz de çok çekingen ve ürkek kişileriz. birbirimize gönderdiğimiz mektuplar o kadar çekingen o kadar korku dolu ki. cevaplar dersen onlar ayrı bir korku kaynağı ikimize de doğuştan gelmemiş bu özellikler ama ben de huy edinmiş artık.

bir odadayız milena. birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı ayrı. biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı. halbuki bu iki kişi ürkeklik olarak bu kadar benzemeseler, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese. ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada.

ve bu yüzden hep ikimizi üzen yanlış anlamalar oluyor. aslında senin anlamadığını söylediğin o mektuplar sana en yakın olduğum zamanlar yazmış olduklarım oluyor.


yeryüzündeki 38 yıllık yolculuğumdan sonra bir dönemeçte sana rastlıyorum ve bu geç gelen hiç beklemediğim karşılaşma sonrasında ne yapacağımı bilmez şaşırıp kalıyorum. içimde fırtınalar kopamıyor, bağıramıyorum, çılgınlıklar yapamıyorum bu yüzden. sadece diz çökmüş oturuyorum ve karşımda duran ayaklarınızı okşuyorum..


yine mektubu ilgisiz yerlere saptırıyorum. oysa ben çevirilerinizin güzelliğinden söz açıp övmek istiyordum onları. bu arada ‘bazı’ sözcüğü için bana ne kadar kızsanız haklısınızdır. zaten son zamanlarda en çok yaptığınız iş bu herhalde. hayır sakın yanlış anlamayın bundan şikayetçi olduğum yok. tüm hayatımı sizin karşınızda azarlanan bir öğrenci olarak geçirmek isterdim doğrusu..

sizi arkamdan sürüklediğim için çok üzülüyorum bazen. öykülerimin o pis, karanlık, boğucu sokaklarında dolaştırıp kimbilir ne bitmek tükenmek bilmeyen eziyetlere sokuyorum sizi. belki de hemen çıkamayasınız diye o kadar uzun tümceler kuruyorum hikayelerimde. yoksa iki aya kalmaz bitirip gidiverirdiniz öyle değil mi?.


balkonda aç bir serçe duruyor ben de ekmek kırıntılarını odanın içine bırakıyorum. aç olduğu halde, yaşamak için buna ihtiyaç olduğu halde tedirgin bekliyor. çünkü içerisi onun için bilinmeyen karanlık bir yer. ekmek onu kendisine çekiyor o da odanın içinde sayılır herşeyiyle bunu istiyor. sonra silkinip kendine geliyor ve kaçıp gidiyor. biliyorum kıpırdayıp korkutmasaydım onu korkup kaçmayacaktı oradan. gelip ihtiyacı olan ekmeği alıp gidecekti..


hastalığından da bahsediyorsun mektupta. belki yatmak iyi gelebilir. bir ay önce daha iyi bir insandım galiba en azından hasta olduğunu biliyor bunun için üzülüyordum. oysa şimdi yalnız kendi hastalığımın peşine düşmüşüm. ama bu da sen değil misin sanki?.


geç geldi mektupların. sana ‘yavrucuğum’ dediğim için kızıyorsun yine bana haklısın..
şakayı severim ama hepsinin altında birşeyler ararım. dünkü mektubunda ne kadar çok kullanmışsın ‘ve’ kelimesini. belki de bir aşağılama vardır bunda kimbilir?.


milena sen şimdi yüreğime aklıma bütün varlığımı büyüleyen o sesinle çağırıyorsun beni yanına. ama aslında beni tanımıyorsun bile. birkaç mektup başkalarının birkaç güzel sözü aldatıyor olabilir hala seni. belki de bütün bu söylenenlere aldanmayıp foyamı ortaya çıkarmak için çağırıyorsun beni. başını döndüren şeyler beni görünce kaybolacak biliyorum. bundan korkuyorum..


bütün bu olanlar perişan ediyor beni. çevremdeki herşey darmadağın oluyor sonra yeniden bir araya geliyor. sonra başımın çaresine bakmak zorunda kalıyorum. aslında yakınmamın sebebi güneşi görmek istemeyişim, hayata geri dönmekten korkmam.

sen benim için saf, el değmemiş bir genç kızsın milena. senin gibi tertemiz, eldeğmemiş bir beyazlığı olan biriyle hiç karşılaşmadım ben. böyle birine dokunabilmek büyük bir cesaret işi. bu kirli, korkak, kararsız, soğuk eli nasıl uzatırım sana..


kapana sıkışmışım gibi bir hisle yatakta yatıyordum bütün gün. durmadan seni kendimden uzaklaştıracak bir şeyler arayıp durdum. kendi kendime kızdım devamlı..


çılgınca bir korkunun tutsağıyım milena. anlıyor musun korkuyorum? bu koca satranç oyununda yerim yok benim zaten. ilgimi çekmiyor ben bütün dikkatimi kraliçeye vermişim. gözlerim yalnız onu görüyor. şahın yerinde olmak için bütün uğraşmalarım. bunların gerçekten olmasını istiyorsam artık başka türlü davranmam gerektiğini de biliyorum. bu yüzden viyana’da kalma artık demem senden daha çok benimle ilgili hele şu an söylediklerim isteklerin en masumu en arınmışı belki de. mutluluğun ta kendisi o..


mektuplarını tüylerini kabartıp tetikte bekleyen bir kedinin dikkati ile okuyorum..


evet milena işte viyana’da bir postahanede oturmuş kahve içiyorum şu an. geldim milena. buna hala inanmıyorum. rüya görüyorum sanki şu an.. bugün senin sevdiğin yerleri gezeceğim.

(viyana’da buluştuktan sonra prag’dan yazılan mektuplar)


her tarafa ‘milena’ yazdım yazmayı bildiğim tek kelime bu ve ben büyük bir coşku ile bunu herkese göstermek istiyorum. hasta olduğum için “6 ay boyunca dinlen, günlerini boş geçirmeye bak” diyorlar. oysa bu altı ayın sadece 4 günü izin veriyorlar mutluluğa. hala hastaysam suç bende mi peki?


yolculuğumdan bahsedeyim istiyorsan biraz: gazete alma bahanesi ile istasyondan sokağa fırladım. ama sen çoktan gitmiştin. buna fazla üzülmedim. çünkü doğru olan da buydu.. istasyonda bana bakan yüzünü düşündüm. unutamayacağım bir doğa olayıydı bu.


bütün bu başımdan geçenlerde iyilik meleğim milena’nın hep yanıbaşımda olduğunu biliyorum. hep böyle yanımda ol ne olur?.


saat gecenin biri ama sana bütün gün tek kelime yazmamış olmam beni rahatsız ediyor. uyuyamıyorum bir türlü bu düşünce ile..


seni kaybetmekten o kadar çok korkuyorum ki milena. bazen düşünüyorum da eğer gerçekten insanlar mutluluktan ölebilselerdi benim çoktan ölmüş olmam gerekecekti. ama ben aksine mutluluk sayesinde tekrar hayata döndüm..


bu gecede sana mutlu uykular dilerken herşeyimi sana veriyorum bir solukta! benim mutluluğum sende erimektedir..

bence istediğin zaman yalnız kalabilmek mutluluğun en önemli nedenlerinden biridir..


kocanın dostu sayılmam. yalnız ona içsel bir bağla bağlı olduğumu biliyorum. o benim için sadece bir ‘tanıdık’ da değil bu yüzden. hele sen bence onu aldatmış sayılmazsın, seviyorsun da onu. ne dersen de sen bunun adına. eğer bir gün seninle birleşeceksem emin ol bu onun olmadığı başka bir ortamda olacaktır..

ben de senin gibi bu işin sonunu düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum. hele daha herşeyin bu kadar başındayken. yalnız olsaydım eminim sonunu düşünürdüm hemen ama artık sen varsın yanımda..


bundan önce sana yazmış olduğum o saçmalıkları yırt ve at lütfen asıl bundan sonra olacak ne olacaksa gerçeği daha iyi görebiliyorum. şimdi yalnız bir şey var ki beni tedirgin eden o büyük korkularımı, korkunç ızdıraplarımı, pusuda bekleten o da kocana karşı olan sevgin..


bugün senden bir mektup gelmesi çok mutlu ederdi herhalde beni. insanoğlu elindeki hiçbir şeyin değerini bilmeyen bir kapitalist bence..


viyana’dan bu yana ilk defa bu kadar yorgunum. bugün seni büyük koltuğa oturtacağım ve karşına geçip susacağım. mutluluğumu kelimelere dökebilir miyim ki? elime, gözüme, yüreğime burada olmanın mutluluğunu nasıl anlatayım? oysa ben yalnızca senin bana söylediğin yaşamı seviyorum..


mektubuna yazmış olduğun bir cümlenin bütün kelimelerini defalarca okuyorum: “onu sevdiğim doğru ama seni de seviyorum f.” evet belki de böyle olmasaydı sen milena olamazdın ve sen olmasan kimbilir ben ne olurdum? bu gerçeği prag’da söylemeyip viyana’dan yazman da iyi olmuş. belki de yaptığın şeyleri senden daha iyi anlayabiliyorum milena..


yalvarırım sana milena benim için kötü şeyler düşünme. seni her zaman elimde tutmak için her yola başvuruyorum. kıskançlığı da deniyorum aptallık bu biliyorum ama söz veriyorum sana bundan sonra bir daha olmayacak..


seninle buluştuğumuz günler geldi aklıma. bak nasıl adlar taktım onlara, ilk gün en güvensiz geçendi. ikinci gün, fazlası ile güvenliydi. üçüncü gün, pişmanlık hakimdi en güzel gün ise dördüncü gündü..


iyi olmam için gereken tek şeyi beni severek zaten yapıyorsun milena..


kısaca şunu söylemek istiyorum milena: etrafındakilerin o ulaşılmaz zekilikleri ile hayvanca sersemliklerine karşı senin haklı olduğuna inanmamış olsaydım bu kadar ilgilenebilir miydim seninle? koskoca okyanusların dibindeki bir avuç toprak o baskıya nasıl dayanıyorsa sen de öyle dayanmalısın milena. bugüne kadar insanlara tahammül edebileceğimi, yeryüzü ile başa çıkabileceğimi düşünmezdim hiç. ama sen şunu öğrettin bana dayanılmaz olan aslında yaşam değilmiş..


benim durumum.. gücümü ve duygularımı böylesine harcayıp sonuçta ölmemem!.


aslında başından geçenler değil önemli olan. önemli olan sensin yalnızca..


buna şaşırmıyorum ama senin herşeyinle kocana ait olup sadece benim de olabilme gibi bir ihtimalin olmasını anlayamıyorum.

en şaşırtıcı olan bana gelme isteğin. yanıma inersen kör olursun, batarsın dibe, sen başını dik tutmak için çırpınacaksın. gücünü sonuna kadar kullanıp parçalanırsın ve yok olursun. benim olduğum yerde ne mutluluk ne de iyilik var. oraya bırakılmışım ve senin yurdunun savaş öncesi bunaklarına dönmüşüm.


“belki önümüzdeki ay prag’a gelebilirim” diyorsun. gelme diye yalvaracağım sana neredeyse. hayır lütfen gelme sonunda dönmek zorunda kalacaksın nasılsa değil mi?.


yarım saate yakındır gönderdiğin iki mektupla kartını gülerek okuyorum. hangi kral mutlu olmuş benim kadar acaba..

her zaman haklısın zaten sen. ne olur benim haksızlığımı paylaş biraz benimle..


sorduğun soruyu mektupla cevaplamak imkansız milena. seni sevip sevmediğimin karşılığını bile bulmuş değilim hala. bu yakında buluşursak cevabını yüzüne karşı söyleyebilirim. yalvarırım. milena, viyana’ya çağırma beni. oraya geleceğim ama bununla ilgili olarak söylediğin her şey yüreğimi yakıyor. bu istediğin olamaz.

demek sana çiçek gönderdiler ve sen de onu odana koydun üzüldüm doğrusu buna. odandaki bir eşya olsaydım o çiçekler çıkana kadar bir daha girmezdim o odaya. herşeyin çok uzakta olması huzursuz ediyor beni. oysa sanki kapının tokmağına uzanacakmışım gibi yakında hissediyorum kendimi. bu çiçekler niye bu kadar sevindirdi seni? aynı çiçeklerin yeryüzündeki binlerce eşi de sevindiriyor mu seni? ama bu soruların cevabı yalnız yüz yüze verilebilir..


kıskançlık yapmamayı başarabiliyorum ama kıskançlığın yersiz bir duygu olduğuna anlam veremiyorum bir türlü..

paris’e gitmeyi düşünüyor musun hala? ne kadar kalacaksın? her zaman düşündüğün sürenin yarısını söyleki fazla üzülmeyeyim..


bugün göndermiş olduğun mektup çok sevinçli, çok içten bir mektup. hiçbir kelimesi onu kurtarıcı olmaktan çıkaramıyor gözümden. kurtarıcı milena karşında duran bu insanı yalnızca varolmakla kurtarabiliyorsun. birini boğulmaktan kurtarmak önemli bir olaydır. ama sonra o insana yüzme öğretmek neye yarar ki? başından atmak için seçilen bir yol değil midir? devamlı varolduğunu bilmek daha güvenli olur o insan için..


gelemem milena çünkü yalan söyleyemem. iki sebepten yalan söyleyebilirim biri korkudan diğeri çaresizlikten. hiç gözümü kırpmadan söylerim yalanı bu durumlarda. çaresiz kalırsam izin bile istemeden basıp gidebilirim. ama sadece mutlu olmak için yalan söyleyemem bunu biliyorum..

biliyorum fazla güçlü ve cesur biri değilim yazmayı da beceremiyorum üstelik. biliyorsun ki kalbi olan insan yazı yazamaz. benden uzaklaşırsan milena benim de kalbim duruverir..


yeryüzünün tüm bu uğultusuna rağmen bir ses duyuyorum yalnız. kendi sesimi, yine çok güzel bir yazı yazmışsın okudukça içimi bir sıcaklık sardı..


durmadan birbirimize aynı soruları sorup duruyoruz. ben “hasta mısın?” diye soruyorum sen cevap yazıyorsun hastalığımın durumunu soruyorsun. “ölmek istiyorum” diyorum bir bakıyorum sen de aynı şeyi istiyorsun. bunu yine söylemk istiyorum ki bütün ama bütün istediğim yanında olabilmek ve sen de bunu istiyorsun. yeter artık! yeter!.


mektuplarınla nasıl etkileniyorum bilemezsin milena ama son zamanlarda birşeyler olduğunu hissediyorum. örneğin mektuplarında çok anılara dalmaya başladın. hüzünlüsün nedenini bile bilmiyorsun, birden bire buluşmamızı istiyorsun. bunlar canımı sıkıyor rahat olamıyorum bir türlü. ama yine de aynı özlemi koruyorum. sustuğun için isteyerek ya da istemeyerek bir şeyler sakladığın için uzaklaşacağım yerde artıyor sana olan özlemim. işte bu kadar güçlüsün milena, sana nasıl güvendiğimi anla. bir şeyler gizliyorsan mutlaka mutlaka gizlenmesi gerektiği içindir buna hiç şüphem yok.


bütün bu olanlara karşı rahat olabilmemde senin olağanüstü kimseyi üzmeme huyunun da büyük etkisi var. bunu acıdığın için değil beceremediğin için yapıyorsun üstelik..


günlerim güzel geçemiyor burada. artık tek başıma olmak da mutlu etmemeye başladı beni. bu yüzden bizimkilerin yanına taşındım. belki de beni mutlu eden istediğim zaman gidebileceğim iki evimin olmasıydı. anlayabildin mi? çünkü ben anlayamıyorum da..


ben şunun için mutluyum. bütün insanların iyi olduğuna kafamla, kalbimle inanırım. ama vücudum inanmaz buna nedense. korkar o kaçar hemen.

dün yine bir mektup daha yırttım mutsuzluğun kaynağı benim herhalde. senin için bunu söylemekten çekinmene hiç gerek yok inan..


hastalığımı önemsemiyordum. ilk zaman gitmiş olsaydım doktora? belki hiçbir şey değişmezdi. gerçi beni buna zorlayacak beni merak eden birisi yoktu. ama bugün senin için üzülen biri var: yalvarırım milena doktora git!.


sana çok ihtiyacım var inan. buluşabilirsek şayet bu yüz yüze gelmemizden önceki son mektup demektir. aylar sonra ilk defa gözlerim bir işe yarayacak seni görerek..


bana çok ağır bir suçlaman var mektubunda. “sen sadece sana lazım olduğu zaman gelmeyi bilirsin” diyorsun. doğru yanları olabilir bunun. sonra “hoşçakal frank. o işe yaramaz telgrafı çekmenin bir anlamı kalmadı artık, o yüzden çekmeyeceğim” diyerek beni iyice hayal kırıklığına uğratıyorsun. ilk cümlen neyse ama ikincisini kabul edemem milena..


tabii ki bu yolculuğa çıkabilirim ama bir yalan söylemem gerek ve ben yalana sığınmak istemiyorum. bunu da gururumdan değil korkaklığımdan yapamıyorum. yalanı en sona saklamak istiyorum her zaman. bu umuda sımsıkı sarılmış o yalanı söyleyeceğim günü bekliyorum. bu yüzden buluşursak ortaya çıkacak güzelliklerden, sevinçlerden bahsedip te işkence etme bana ne olur milena..


bana iyi ve sabırlı olduğumu söylemişsin kendimi, iyi hissettim doğrusu ama bu sadece bir kağıt parçası sevgiyle uzanmış bir elin yerini tutmuyor hiçbir zaman..


bir şeyler olacağını biliyordum bu mektupta bunu pırıl pırıl bakan gözlerinden okuyordum. uzun zamandır bekliyordum aslında. bütün günü kapalı perdeli arkasından uyuyarak, canı sıkılarak geçiren biri perdeyi açtığında karanlığı görünce nasıl şaşırmazsa ben de öyle şaşırmadım.


bugün hikayeler anlatamayacağım sana kafamın içi adeta bir tren istasyonu. bir sürü tren var bazıları kalkıp gidiyor bazıları yeni geliyor gümrük işlemleri, pasaport işlemleri yapılıyor. vizemi soruyorlar bu sefer herşeyim tamam olduğu için rahatlıkla gösteriyorum vizemi. onlar da çıkabilirsiniz diyorlar. “açın artık şu kapıları! acele edin lütfen. çünkü milena bekliyor” diyorum. onlar da özür dileyip açıyorlar kapıları ardına dek..

doğum gününü senin sevdiğin yerleri gezerek kutlasam nasıl olur?

kitabın sonunda “yazdıklarımı beğendiniz mi? eğer beğendiyseniz sevinirim ama tebrik için öptürmem kendimi kimseye” diyorsunuz ve yok oluyorsunuz sanki..


bence büyük bir hata yapıyorsun. hep aynı şeyi yaparak sıradanlaşan şey bunu yapamayana büyük bir özgürlük gibi görünür. buna ölüme imrenmek denir..


kendini ne kadar az üzersen ben de o kadar az üzülürüm milena. seni görmek istemeyeceğimi sana yazmaktan sıkılacağımı nasıl geçirirsin aklından? hele seni bir kere de olsa görmüş olmaktan sonra!.


ama en önemlisi, senin “hiçbir zaman olmayacak” demen. o zaman sadece bu anı yaşayalım. dünyanın üstüne kurulduğu bu gerçek dimdik ayakta kanlı canlı duruyor ellerimizin arasında.. bu aldatma büyük üzüntülere karşı büyük de mutluluklar vermiyor mu sanki benim sonsuz bağlılığımın yanında birkaç masum aldatmanın sözü mü olur?.


benden korkup kaçman olmayacak bir şey değil. sanki ayağımdaki ağırlıklar yüzünden dibe doğru hızla batıyorum. bir işe yaramayacağımı bildiğinden elini uzatma imkanı olsa bile uzatmayacaklar. bu sözleri sana değil boş bir kafa ile görebildiğim gölgene söylüyorum..


ne olur milena, seni bu yeryüzünde umutsuzluğa düşürüyorsam ne olur tiksinme benden. bu dileğimi kime ilettiğimi de bilmiyorum. sadece yalvarıyorum…


“benimsin” sözünden daha değişik bir sözcük söylemeni beklerdim senden. bu sözcük sevgiden çok geceyi, yakınlığı çağrıştırıyor. doğru büyük bir yalandı ve ben sırf kendimi aklamak için katılmıştım o yalana..


yarı ciddi, yarı şaka, yarı umursamaz bir tavırla prag’da iken seni hiç aldatıp aldatmadığımı soruyorsun. benim yazdıklarımı umursamayarak bu soruyu sorabildin milena. bunu sorman yetmiyormuş gibi ben de seni cevaplayıp “hayır” demiştim. birbirini bu kadar zor gören iki insan bunları mı konuşur?.


bilinmeyen bir şeye karşı duyulan korku ile kaplıydı yüreğim. kesin değildi çünkü benim gücümü aşıyordu. mektuplarını hep bir kez okumuştum bugüne kadar ikinciyi göze alamamıştım. bu olağanüstü halde yaşamanın doğru olduğunu bilmeyiz ve her zaman gevşetmeye çalışırız onu biraz daha. düşünmeyen bir hayvan gibi can çekişerek kendimizi kurtarmaya çalışırız her zaman. mektuplarında susarak yalvarıyorsun sen milena. bana yönelmiş oldukları için yakalamak istiyorum onları. yanıldığımı da hiç zannetmiyorum..


hergün yazışmamızın iyi olacağını daha iyi anladım. sen bunu benden önce anlamıştın. hergün mektuplaşmak insanı güçsüzleştiriyor. istiyorsan yazma bana ama lütfen bunun sebebi hastalık olmasın..


dürüstçe açıklamalar yaptığın halde bu mektubunda en az diğerleri kadar mutsuz, fazlası ile içine kapanık ve bencil biri olduğum için yanıldığımı düşünüyorum..


ah milena sanki denize düşmüş oradan oraya sürüklenip duruyoruz. ne olursun yanlış anlama beni. ama senden uzaktayım durumum fena sayılmaz, içime kapanık biriyim, çevremde konuşacak biri yok bu yüzden sana içimi döküyorum. yaptığım doğru değil belki ama kendimi tutamıyorum bir türlü. sonra yazdıklarıma bakıyorum şaşırıyorum aklım başıma geliyor..


herhalde seni kaybedersem robinson gibi biri olurum. hatta ondan daha fazla robinson olurdum çünkü en azından onun bir adası ve cuma’sı vardı. yine onu o adadan kurtarıp bütün başından geçenleri düşe çeviren bir gemisi de vardı.

“ya hep ya hiç” sözü ne kadar büyük bir söz. sen de ya benimsin ya değilsin. benimsen eğer hiç mesele yok herşey yolunda demektir. ama benim değilsen hiçbir şey yok demektir. farkındayım bir insana böylesine bağlanmak bayalığın da ötesi bir şey işte bu yüzden aklıma bu düşünce geldiğinde durmadan bir korku çöküyor yüreğime..


artık gözlerine bakınca eskisi gibi avunamıyorum. güneşe dayanamıyorum artık milena geri dönmeliyim, geri dönmeliyim. yolunu kaybetmiş bir hayvan gibi gücümün yettiğince kaçıyorum. ama onu da gittiğim yere götürebilir miyim diye düşünerek kaçıyorum. o belki gittiğim karanlıkları aydınlığa çevirebilir..

neler olduğunu sen de benim gibi bir türlü tam anlamıyorsun. büyük bir coşku ile karşılaşınca delirecek kadar ürperiyorum. bir şey istiyorum, gürültüden, kalabalıktan uzak karanlığımda kendi başıma kalmak. bir yerlere gizlenmek istiyorum bu isteğim ardından gitmek istiyorum..
bendeki bu coşku bir yanardağın patlaması gibi olduğundan elbet dinecek bir gün. ama bu coşkuyu oluşturan güçleri içimde taşıdığımı bilmek çok korkutuyor beni. zaten yaşamım korkulara bağlı beni vareden bu korkular onlar yoklolursa ben de yok olurum. benim böyle olduğumu sen de biliyorsun, hatta böyle olmasaydım benimle bu kadar ilgilenir miydin? patlamalar şu an bitmek üzere aslında mutlu olmam gerekiyor ama bunların her zaman olacağını bilmek korkutuyor beni..

gözüm açıldı artık milena, ama “beni bırakma” diyen yakarışmalarımı düşünüp de acı çekmene gerek yok. bu konuda senin ateşin hala bütün gücü ile aydınlatmakta yüreğimi. o yüzden düşüncelerimde değişen bir şey yok. ancak bu durumun ne senin için ne benim için kötü bir durum. çünkü söylenmesi gereken en küçük doğru söz ilk söylendiğinde beni yıkmaya tepetaklak yuvarlamaya yeterlidir..


korkabilirsin diyorum çünkü senin tanıdığın o adam yok artık hiçbir zaman da olmadı zaten. sadece ikiye ayrılmak üzere olan bir adam var. birgün birlikte yaşarsak milena o viyana’da gördüğün adam çıkıverebilir her an ortaya. yine de çok derinlerde kendisini herkesten saklayan biri vardır. benim bile doğru dürüst tanımadığım güçlü her zaman oydu aslında, elindeki iplerle beni oynatan. neden hiç çıkarmaz ki kendini ortaya?

yeryüzünde tam olarak bildiğimiz şeyler çok azdır ama şunu iyi biliyoruz ki ikimizde: “biz hiçbir zaman birlikte olamayacağız” yarın yataktan kalkamaycağımı bildiğim gibi. bu kalkma işi insan iradesinin de üstüne çıkıyor galiba..

hesapladığımdan daha önce göreceğiz galiba birbirimizi. ama yine de hiçbir zaman birlikte olamayacağımızı düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. “önce” ile “hiçbir zaman” birbirinin aynı olan kelimelerdir.

iki saat boyunca sedirde uzanmış seni düşünüyordum. şunu iyi bil ki milena biz yanyana gelmiş benim yere yığılmış varlığımı izliyoruz ama senin yanında duran ben cansızım artık.
artık sonbahar da oyun oynuyor benimle. zaman zaman kuşkuya düşecek kadar yanıyor yine kuşkuya düşecek kadar üşüyorum..


benim için dünya binlerce “belki” ile dolu..


dürüst bir insanım milena. esaretin izin verdiği kadar dürüst. bir şeklimle herkese benzemeyen farklı bir yön var bende. huzur içinde bir dakika bile çok görülmüştür bana. herşeyi savaşarak kazanmak mecburiyetindeyim. sadece geleceğimi değil geçmişimi de kendim yaratmak zorundayım. dünya sağa dönüyorsa bu ritme uymak için benim sola dönmem gerekiyor. palto giymeye üşenirken bu koca dünyayı sırtımda nasıl taşırım ben?.


senin istediğin şey zaten dinlemek ve huzurlu olmak. seni rahatsız etmediğime nasıl inandırırım kendimi? biliyorum ki yazdığım mektuplar üzüyor seni karşı koyamıyorsun bu hüzne sende yaşamak için tek çıkar yol susmak. bu uykularımızı daha saf daha çocuksu yapardı. ama üzüntüyü de gece gündüz her zaman taşımak da katlanılır şey değil doğrusu..


bu son mektubum artık postaya uğramama gerek kalmadı.. ayrılmadığımız için vedalaşmıyorum milena. –toprak beni içine çekerse o başka- ama bunu başaramayacak çünkü sen varsın..


mektup yazmanın o içimi ürperten büyüsü başladı gene. böyle olacağını hiç ummuyordum ama mektup yazmayacağım artık. ah sevgili milena benim uykusuzluğum sizinkine benzemez. yalvarırım size ne olur yazmayın artık bana..


herşeye rağmen sana selamlarımı gönderiyorum. kapının önüne yığılı verseler dahi ne çıkar daha da güçlenirler belki…

Çev. Haluk Kunter