30 Aralık 2012

İletişim ve Etkileşim - Ömer Doğan

Bilgisayar Acemisi (Gerçek Olay)

World Perfect’in yardım hattında banda alınmış bir telefon konuşması. Bu konuşma sonrası help desk elemanı işinden kovuluyor. Kovulduktan sonrada şirketi kendisini (gerekçesiz) işten çıkardığı için mahkemeye veriyor. İşte telefon konuşması;

- Yardım Hattı; Buyrun nasıl yardımcı olabilirim?
- Bir sorunum var...
- Nasıl bir sorun?
- Yazı yazıyordum, birden bütün kelimeler gitti…
- Gittimi?
- Yok oldu.
- Ekranda su anda ne görüyorsunuz?
- Hiçbirşey.
- Hiçbirşeymi?
- Yazdığım hiçbirşey ekrana cıkmıyor.
- Hala world perfect programında mısınız yoksa programdan çıktınız mı?
- Bunu nereden bileyim?
- Ekranda bir c harfi görüyor musunuz?
- Bir hecemi?

 - Boşverin, ekranda yanıp sönen bir çizgi var mı?
- Söyledim ya, hiçbir şey yazmıyor.
- Monitör üstünde yanan bir lamba var mı?
- Monitör ne?
- Ekranı olan yer, televizyon gibi... Çalıştığını gösteren küçük bir lamba var mı?
- Bilmiyorum…
- Monitörün arkasına bakın oraya bir elektrik kablosu giriyor olması lazım görebiliyor musunuz?
- Evet
- Harika!! O kabloyu takip edin, duvarda elektriğe bağlımı bana söyleyin.
- Bağlı
- Harika. Monitörün arkasına bakınca bağlı olan tek kablomu gördünüz, yoksa 2 tanemi?
- Görmedim.
- Tekrar bakar mısınız, ikinci bir kablonun da bağlı olması lazım…
- Evet buldum.
- Tamam şimdi onu takip edin. Bilgisayara bağlımı diye bakın.
- Kabloya ulaşamıyorum.
- Ulaşmayın, bağlımı diye bakabilir misiniz?
- Olmuyor.
- Birşeyden destek alıp, eğilip bilgisayarın arkasına baksanız…
- Eğilmek dert değil. Karanlık olduğu için bakamıyorum..
- Karanlık?
- Ofisin ışıkları kapalı, pencereden gelen ışık yetmiyor…
- Ofisin ışıklarını yakın…
- Yanmaz!!
- Neden?

 - Elektrikler kesik...
- Elektrikler mi kesik? Tanrım... (Kısa bir sessizlik)
- Bilgisayarın kutusu, kitapları, herşey duruyormu?
- Evet dolapta…
- Şimdi bilgisayarı sökün. Aynen aldığınızdaki gibi paketleyin ve aldığınız dükkana iade edin.
- Durum bu kadar kötümü?
- Korkarım öyle…
- Peki tamam. Onlara ne diyeceğim?
- BEN BİLGİSAYAR KULLANAMAYACAK KADAR APTALIM DİYECEKSİNİZ...

İletişim ve Etkileşim  

 

29 Aralık 2012

Denizin Beklediği - Afşar Timuçin


Seni sevmek mor denizlerdi biraz
Ne kadar gidilse bir o kadar bitmeyen
Umutlar ve yıkılmalar ardında direnilen
Seni sevmek mevsimler içinde en güzel yaz


Seni sevmek yaşamın aşılmaz büyüklüğü
Seni sevmek kan dolu yüzyılları korkutan
Ve sığınıp ılık kıyı kentlerinde biraz akşam
Seni sevmek çocukların düşlerinde gördüğü


Varılırdı daha saydam günlere isteseler
İsteseler yalnızlık giremezdi evlere
Seni sevmek bir kırlangıç olacak bekleseler
Ve uçacak durmadan adasız denizlere 

Kim bulacak cam kırığı gözlerinde sevgimi
Sonra yalnız kalmak gibi yoksulca uğuldayan
Bütün okyanusların baş eğdiği tek kaptan
Sana verdim geç diye bütün denizlerimi


28 Aralık 2012

Sis - Haydar Ergülen

İki şehri var gecenin, biri gözümde tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur gibi çöken siste, bana bu uykusuz şehri niye bıraktın, göze alamadığım bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin, gece değil istediğin hayli karanlık bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak hevesindesin!  Gözlerini anlıyorum henüz bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin; gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır, ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir, öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak, sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim: Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz, biri sis içinde kirpiklerine kadar açık, bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum konuşkan gözlerinde tek sözcük bile, gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde

Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye? 


Lao Tzu "Sözlerdeki incelik güven yaratır. Düşüncedeki incelik derinlik. Duygulardaki incelikse sevgi."



Bertolt Brecht - Sevinçler

Sabahlan pencereden ilk bakış 
Eski bir kitabı yeniden buluş 
Coşkun yüz 
Kar, değişmesi mevsimlerin 
Gazete 
Köpek 
Diyalektik 
Duş, yüzmek 
 Eski müzik 
Rahat ayakkabı 
Kavramak 
Yeni müzik 
Yazmak, toprağa birşeyler dikmek 
 Gezmek 
Şarkı söylemek
 Dostluk göstermek. 

 ★★★

"İnsanlara kırmızı bir kuyruklu yıldız göster, onları belirsiz bir kaygı ile korkut ve göreceksin ki, insanlar evlerinden koşarak çıkarken bacaklarını kıracaklardır. Fakat onlara mantıklı bir cümle söyleyip bunu yedi sebep ile kanıtlarsan, sana sadece güleceklerdir."



Protagoras “İnsan her şeyin ölçüdüsür; var olan şeylerin var olduklarının, var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsü.”


İnsan her şeyin ölçüsüdür. Var olan şeylerin var olduklarının ve var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsü.

Her şey, insana nasıl görünüyorsa öyledir.

Rüzgar, üşüyen için soğuktur, üşümeyen içinse soğuk değildir.

* * * 

PROTAGORAS (M.Ö. 490/480 – 420) Protagoras Kimdir? » Felsefe.Gen.TR

Bilgi ve Varlık Görüşü (II) 

Protagoras’tan geriye kalan ve onun şahsında Sofist Düşünmenin çekirdeğini ifadeye ilişkin ikinci bir soru da yanıtlanmalıdır. “İnsan tüm şeylerin ölçüsüdür, olanların olduklarının ve olmayanların olmadıklarının” 

Analiz Sorusu 2: Protagoras, “İnsan her şeyin ölçüsüdür (...)” dediğinde, ardından “(var- )olanlar” derken epistemolojik-konumlanışı bağlamında “şey” terimine nasıl bir anlam yüklemektedir ve buna bağlı olarak da Protagoras’ın örtük ontolojisinin mahiyeti nedir? 

Olası Yanıt: Bu önerme sadece duyum nesneleri ile ilgilidir. Buna bağlı olarak da duyuma konu/nesne olan / olabilen şeyleri kapsamaktadır. Bu durumda en primitif biçimden en karmaşık biçime kadar dünya / gerçeklik ile kurduğumuz ilişkinin diğer yanı her zaman için değişken ve göreli haldedir. 

Olası Yanıt (2): Bu önerme esas olarak aksiyolojinin konusu olan geniş anlamıyla değerlerle ilgilidir. Buna bağlı olarak da ahlaki, dini, siyasi ve estetik yüklemlemelerle varlığa gelen ya da bu yüklemlemeleri taşıyan şeyleri kapsamaktadır. Bu yanıt, çok fazla tartışma yapmaksızın doğrudan deneyim ile tespit edilebilen kültürel fark ve çoğulluk ile uyumludur. Mevcut dünya, ahlaki değerlerin, politik kurumların ve dahi sosyal örgütlenme biçimlerinin, estetik görüşlerin ve dini kanaatlerin, inanışların ve ritüellerin toplumdan topluma, insandan insana değiştiği bir farklılıklar bütünlüğü olarak bize verili görünmektedir. Protagoras’ın ilgili ifadeyi her iki yanıtı da içerecek biçimde kullandığı anlaşılmaktadır. Ancak, dini inanışın konusu olan Tanrının varlığı hakkında görelici (rölativist) olmaktan ziyade bilinemezci (agnostisist) olduğu da belirtilmelidir. Bu, onun ‘her şeyin ölçüsü ifadesinde bir gedik (istisna) olarak görülebileceği gibi, çıkışının epistemoloji yani bilgi problemi üzerinden olduğu hatırlandığında tutarlı bir konum alış olarak da görülebilir. 

Tam da bu noktada öne sürülebilecek bir itiraz mevcuttur: Matematik önermeleri ya da geometrik nesneler hakkındaki çıkarımların durumu / statüsü ne olacaktır? Üçgenin iç açılarının toplamının 180º olmasının ölçütü insan mıdır? 

Bu itiraza Protagoras’ın ya da Sofist Düşüncenin yanıtı şöyle olacaktır: Edimsel somut dünyada doğal ve verili hiçbir geometrik nesne yoktur. Bu nedenle de insan- dışı bir nesnel ölçüt söz konusu değildir. Matematik ve matematik nesneler insan icadından ya da soyutlamasından başka bir şey değildir. Ek olarak, eğer sofistler 19. Yüzyılda geometride ortaya çıkan gelişmeleri görüp, üç olanaklı geometri sisteminin açığa çıktığına şahit olsaydılar, şüphesiz ki yukarıdaki yanıtlarından daha güçlü bir şeyi de ‘gösterebilir’ hale geleceklerdi. Ayrıca araştırınız: Öklid-dışı geometriler (non-euclidean geometry).

Bu durumda, Protagoras’ın ‘şeyler’ derken ne kastettiğini daha iyi anlayabilmek için orijinal kullanımının anlamında derinleşmek gerekmektedir. Protagoras, ‘şeyler’ olarak Türkçeleştirilen sözcüğü Antik-Yunanca Khremata (chremata) olarak kullanmaktadır. Khremata, genelde varlık, varolanlar ya da nesneler değil, ancak bizimle (insanla) özel bir ilişkisi ve bizlerle bir ilgisi olan şeyler, kullandığımız ya da kendilerine ihtiyaç duyduğumuz şeyler, bizim işimiz olan şeyler, bizi etkileyen olay ve durumlar anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle, şeyin kendisi ya da ne olabileceği değil, o şeyle olan ilişki vurgulanmaktadır.

Khremata’nın ne, nasıl ve hangi ölçüde olduğu, onun kendisinden soyutlanamayacağı kullanım alanında belirlenir, kullanım alanı tarafından tanımlanır; kısacası o, tümüyle kullanım alanının dolayımındadır. İleri Okuma Önerileri: Ahmet ARSLAN, İLKÇAĞ FELSEFE TARİHİ, SOFİSTLERDEN PLATON’A (Cilt 2), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Ahmet CEVİZCİ, İlkçağ Felsefesi Tarihi, ASA Kitabevi. Lazslo VERSENYI, Sokratik Hümanizm, Sentez Yayıncılık. 

internetten

Emil Michel Cioran - Burukluk

"Herşeyi yıktıktan sonra kendini de yıkmayan bir kitap, bizi beyhude yere azdırmış olurdu."

Kimi zaman ciddi, kimi zaman gülünç bir düşünce derlemesi olan Burukluk, ilk paragrafından son paragrafına aynı saplantıyı sürdürür: Hem kaygı hem gülümseme dolu bir şüpheyi muhafaza etmek.

 

Batı

Modern gurur: Değer verdiğim bir insanın dostluğunu kaybettim, ondan daha yozlaşmış olduğumu ona tekrarlamaya yırtındığımdan...

*
Batı boş yere geçmişine lâyık bir can çekişme biçimi aranıyor.
*
Don Kişot, bir uygarlığın gençliğini temsil eder: Kendine olaylar icat ediyordu — bizse üzerimize gelen olayların elinden nasıl kurtulacağımızı bilemiyoruz.
*
Doğu, çiçekler ve feragat üzerine eğildi. Biz, ona karşı makinaları ve çabayı çıkarıyoruz, bir de o dörtnala melankoliyi — Batı' nın son sıçramasını.
*
Büyük ulusları biraz ilave gelecek dilenirken görmek ne hazin!
*
Bizim devrimiz vatansızların Romantizminin damgasını taşıyacak. Artık hiç kimsenin oturma hakkı olmayacağı bir evrenin sureti şimdiden biçimleniyor.

Bugünün her vatandaşının içinde müstakbel bir evsiz barksız yabancı yatmaktadır.

*
Bin yıllık savaşlar Batı'yı sağlamlaştırdı; yüz yıllık "psikoloji" ise can havline kaptırdı.
*
Mezhepler yoluyla kalabalık Mutlak'tan pay alır, bir halk da canlılığını dışavurur. Rusya'da Devrim'i ve Slav tufanını hazırlayan da mezhepler oldu.

Katolikliği esaslı bir katılık gösterdiğinden beri köhneleşme sarıyor; halbuki daha kariyeri bitmedi: Latinliğin yasını tutması da gerekiyor.

*
Derdimiz tarihin derdi, tarih tutulması olduğundan, Valéry'nin sözünden ileri gitmek, onun menzilini artırmak zorundayız: Uygarlığın ölümlü olduğunu şimdi biliyoruz; kanamalı ufuklara, beterin mucizelerine, ürküntünün altın çağına doğru dörtnala gittiğimizi...
*
16. yüzyıl, çatışmalarının yoğunluğuyla bize bütün diğer yüzyıllardan daha yakındır; ama zamanımızda bir Luther, bir Calvin görmüyorum. Bu devlerle —ve çağdaşlarıyla— mukayese edilirsek, bilgi belasına anıtsal bir kadere terfi etmiş pigmeleriz. — Endamımızda bir noksanlık varsa da onlardan bir puan fazla kaydederiz: Serüvenleri sırasında, onların, sevgili kullardan biri olma imkânları, korkaklıkları vardı. Hâlâ cazip kalan tek Hıristiyan fikir olan Alınyazısı, onlar için ikili yüzünü muhafaza ediyordu. Bizim içinse artık sevgili kul yok.
*
Almanlar ve İspanyollar kendilerini izah ederken bir kulak verin; kulağınızda hep aynı nakaratı çınlatacaklardır: trajik, trajik... Uğradıkları musibetleri veya duraklamalarını size anlatma tarzları, uç verme biçimleridir bu...

Balkanlar'a doğru dönün; yerli yersiz şunu işitirsiniz: kader, kader... Kökenlerine çok yakın olan halkların, etkisiz hüzünlerini kamufle etme yolu. Mağara adamlarının ketumiyeti...

*
Fransızlar'la görüşe görüşe insan nazik bir şekilde mutsuz olmayı öğrenir.
*
Saçma sapanlıklardan, havaîlikten ve yaklaşıklıktan hazzetmeyen, sözlü abartmalarını yaşayan halklar, hem diğerleri hem kendileri için bir felâkettir. Bir hiçin üzerinde durur, fuzuliye ciddiyet, önemsize trajiklik katarlar. Hele bir sadakat tutkusu ve berbat bir ihanet etme tiksintisiyle kendilerini doldursunlar, onlardan artık hiçbir şey umulamaz, yıkımları dışında... Meziyetlerini tashih etmek ve derinliklerine bir çare bulmak için onları Güney'in yoluna sokmak ve şaka virüsünü aşılamak gerekir.

Napolyon Almanya'yı Marsilyalılar'la işgal etmiş olsaydı, dünyanın çehresi bambaşka olurdu.

*
Ciddi halklar güneylileştirilebilirler mi? Avrupa'nın geleceği bu soruya bağlıdır. Eğer Almanlar, vaktiyle yaptıkları gibi çalışmaya koyulurlarsa, Avrupa mahvolur; Ruslar eski tembellik sevgisine yeniden dönmezlerse, aynen. Hem birilerinde hem ötekilerde tatlı gevşeklik, duyumsamazlık ve siesta düşkünlüğünü geliştirmek, kendini koyverme ve kaypaklığın zevkleriyle gözlerini almak gerekirdi.

... Maymun iştahlılığa Prusya veya Sibirya'da reva görülen cezalara boyun eğmezsek...

*
Yıkıcı olmayan ne evrim, ne de atılım vardır; en azından yoğunluk anlarında...

Herakleitos'un oluş'u zamanlara meydan okur; Bergson'unkiyse saf teşebbüsler ve felsefî hurdalarla birleşir.

*
Ortaçağ'ın sonlarına doğru, şehirden şehire dünyanın sonunu ilan etmek için koşuşturan o keşişler mutluymuşlar! Kehanetlerinin çıkması mı gecikiyormuş? Ne önemi var! Zincirlerinden boşanabiliyor, ürküntüleriyle ortalıkta at oynatabiliyor, onları kalabalıkların üzerine yıkabiliyorlarmış; — paniğin huylar arasına girerek faziletlerini yitirdiği bizimki gibi bir çağda yanıltıcı bir tedavi yolu.
*
İnsanları çekip çevirebilmek için, zaaflarını paylaşmak ve bunlara yenilerini ilave etmek gerekir. Papalara bakın: Kendilerini zinaya, enseste verip, katletmeye de devam ettikçe asırlarına hükmediyorlardı; ve Kilise'nin gücü herşeye kadirdi. Dinin buyruklarına uyduklarından beri düşe düşe bir hal oldular: İmtinaları gibi ılımlılıkları da onlara uğursuz gelmiş olacak; saygıdeğer hale geldiklerinden, artık kimse onlardan çekinmiyor. Bir kurumun ibret alınacak batışı.
*
Şeref önyargısı, gelişiminin başında olan uygarlıklara göre bir iştir. Zihin açıklığının gelişiyle ortadan yokolur; korkakların, herşeyi "anlamış" olup artık savunacak hiçbir şeyi kalmayanların saltanatıyla...
*
Üç asır boyunca İspanya, İşeyaramazlık'ın sırrını kıskançlıkla korudu; bugün bu sırrın tamamı Batı tarafından biliniyor; aşırmadı, kendi çabalarıyla, kendi içine bakarak keşfetti bunu.
*
Barbarlık yoluyla, Hitler bütün bir uygarlığı kurtarmaya çalıştı. Girişimi başarısız oldu; — ama yine de bu, Batı'nın son inisiyatifi' dir.

Şüphesiz bu uygarlık daha iyisine lâyıktı. Eğer başka kalitede bir canavar çıkaramadıysa kabahat kimin?

*
Rousseau Fransa için bir âfet oldu, Almanya'da Hegel'in olduğu gibi. Sistemlere olduğu gibi histeriye karşı da ilgisiz olan İngiltere, vasatlıkla uyuştu; "felsefe"si ihsas'ın değerini ortaya koydu; siyasetiyse iş'in... Kıta Avrupası'nın üzerine fazla düştüğü manasızlıklara cevabı deneycilik oldu; Parlamento ise, ütopyaya, kahramanlık patolojisine karşı meydan okuması...

Önemsiz şeyler makbul olmazsa hiçbir siyasî denge olamaz. Belaları kim kışkırtır? Yerinde duramama saplantısı olanlar, iktidarsızlar, hiç uyku uyuyamayanlar, tacı, kılıcı veya üniformayı kuşanmış olan başarısız sanatçılar ve onlardan da fazla: iyimserler, ötekilerin sırtından ümit edenler.

*
Talihsizliği suiistimal etmek zarif bir şey değildir; bazı halklar da bazı bireyler gibi bununla o kadar gönül eğlendirirler ki trajedinin şerefine gölge düşürürler.
*
Zihni açık olanlar, bezginliklerine resmî bir karakter vermek ve bunu diğerlerine dayatmak için bir Hayal Kırıklığı Birliği teşkil etmeli. Belki böylelikle tarihin baskısını yumuşatmayı, geleceği seçmeli kılmayı başarabilirler...
*
Sırayla nice halka taptım ve lânet okudum; — olmak istediğim İspanyol'u inkâr etmek ise hiç aklımdan geçmedi...
*

I. – Oturmamış içgüdüler, hasara uğramış inançlar, takıntı ve mızmızlanmalar. Romalar'ı ve Atinalar'ı kollayan genç Alaric'lerin(*) karşısında, her tarafta emekliye ayrılmış fatihler, kahramanlık rantiyeleri; her tarafta hantalların paradoksları. Eskiden salon nükteleri ülkeleri katediyor, sersemleri ya şaşkına çeviriyor ya da inceleştiriyordu. Süsüne düşkün ve hırçın Avrupa, ömrünün baharındaydı; — bugün, tiridi çıkmış olduğundan, artık kimseyi tahrik etmiyor. Bununla birlikte Barbarlar, onun dantellerinin mirasına konmayı bekliyor ve can çekişmesinin uzamasına öfkeleniyorlar.

II. – Fransa, İngiltere, Almanya; belki İtalya. Ya gerisi... Bir uygarlık hangi kazayla durur? Hollanda resim sanatı ya da İspanyol mistisizmi neden sadece bir an parlamışlardır? Dehalarından fazla yaşayan onca halk! Gözden düşüşleri de trajiktir; fakat Fransa'nın, Almanya'nın ve İngiltere'nin gözden düşmeleri, içlerinde tamiri imkânsız olan bir şeye, bir sürecin sona ermesine, bir görevin yerine getirilmiş olmasına bağlıdır; tabiidir, izah edilebilirdir, hak edilmiştir. Başka türlü olabilir miydi? Bu ülkeler rekabet, kardeşlik ve nefret ruhuyla, birlikte büyümüş ve birlikte yıkıma uğramışlardır; bununla birlikte, yerkürenin geri kalan kısmında taze dolandırıcı takımı enerji depoluyor, çoğalıyor ve bekliyordu.

Buyurgan içgüdüleri olan kabileler büyük bir güç oluşturmak için toplaşırlar; mütevekkil ve sallantıda oldukları an gelir, küçük bir rol için can atarlar. Artık istila edilemediği zaman, istilaya uğramaya razı olunur. Hannibal'in dramı, erken doğmuş olmaktır; birkaç yüzyıl sonra Roma'nın kapılarını açık bulurdu. İmparatorluk açıktaydı, günümüz Avrupası gibi.

III. – Batı'nın derdinin tadına hepimiz bakmışızdır. Sanat, aşk, din, savaş — bu konularda, artık bunlara inanamayacak kadar çok şey biliyoruz; hem sonra, öyle çok yüzyıl kendini bunlarla yıpratmıştır ki... Tastamam mükemmeliyetin devri geçmiştir; şiirlerin konusu mu? Canı çıkmıştır. — Sevmek mi? Ayaktakımı bile "duygu"yu boşlamıştır. Dindarlık mı? Katedrallere bir bakın: Artık sadece kifayetsizler diz çöker. Hâlâ vuruşmak isteyen kim kalmıştır? Kahramanın miadı doldu; bir tek, gayri şahsî kırımlar yürürlükte. İleri görüşlü kuklalarız, devasızlık önünde numaralar yapmaya ancak yararız.

Batı mı? Yarını olmayan bir mümkün.

IV. – Dümenlerimizi adalelere karşı savunamadığımızdan, yakında herhangi bir amaç için gitgide daha az yararlanılabilir olacağız; önüne gelen bizi kıskıvrak bağlayacak. Batı'yı seyreyleyin: bilgi, şerefsizlik ve uyuşuklukla dolup taşıyor. Haçlılar, şövalyeler, korsanlar meğer buna varmak içinmiş, bir görev yerine getirildiğinde kapılınan alıklığa...

Roma, lejyonlarını geri çektiğinde, Tarih'ten ve alacakaranlık derslerinden habersizdi. Bizim durumumuz hiç öyle değil. Tepemize ne karanlık bir Mesih inecek!

*
Dalgınlıkla veya acemilikle, kim insanlığı ilerleyişi içinde birazcık durdurursa onun velinimeti olur.
*
Katoliklik İspanya'yı, onu daha da bunaltabilmek için yaratmıştır. Kilise'ye hayran olmak için seyahat edilen bir ülkedir; ve de bir papaz öldürmenin ne kadar zevkli olabileceğini kestirmek için...
*
Batı ilerlemeler katediyor, utana sıkıla bunaklık bayrağını çekiyor — ve Roma'yı batarken görüp, eşsiz ve aktarılması mümkün olmayan bir üzüntünün sefasını sürdüklerini zannedenlere, şimdiden, daha az imreniyorum.
*
Hümanizmin hakikatlerinde, insana ve diğerlerine olan güvende, hâlâ ancak bir kurmaca diriliği, bir gölge bolluğu vardır. Batı, bu hakikatler idi; artık, o kurmacalar ve o gölgelerden başka bir şey değil. Kendisi de yoksun olduğundan, onları teyit etmek elinde değildir. Onları peşi sıra sürükler, sergiler, ama artık dayatamaz; tehditkâr olmaktan çıkmışlardır. Hümanizme yapışıp kalanlar da, canı çıkmış, duygusal dayanağı olmayan bir kelimeyi, hayaleti andıran bir sözü kullanmaktadırlar.
*
Netice itibarıyla, bu kıta belki de son kartını oynamamıştır. Ya dünyanın artakalan kısmının ahlâkını bozmaya, kendi pis kokularını oralara da yaymaya koyulursa? Ona göre, itibarını muhafaza etmenin ve çevresine ışık yaymanın bir biçimi olurdu bu.
*
Gelecekte insanlık, işe yeniden başlamak zorunda kalırsa, bunu atıklarıyla, her taraftaki mongollarla, kıtalardaki döküntülerle yapacaktır; karikatürü andıran öyle bir uygarlık belirecektir ki, hakikîsini yaratanlar güçsüz, utanç içinde ve bitkin bir şekilde bakakalacak, yıkımlarının ihtişamını unutmak için son yer olarak da budalalığa sığınacaklardır.

(*) Önce Atina, sonra da Roma'ya hükmeden istilacı Vizigot kralı. (ç.n.) 

 metiskitap

25 Aralık 2012

Dörtlükler - Hayyam


Öyle davran ki, kimse bilgeliğinden
acı çekmesin. Kendini tut, öfkelenme.
Gerçek bir gönül arılığına
varmak istiyorsan,
senden başka hiç kimseye vurmayan
talihine Gülümse...
 
Varlık yokluk derdini aklından sil. Bırak ötekileri de kendini bil. Doldur şarabı geniş bir nefes al, Kaç nefes alacağın belli değil.

Yeryüzünü gül bahçesine çevirmekten
Daha güzeldir bir insanı sevindirmen.
Bin kulu azat edenden daha büyüktür
Bir hür insanı iyilikle kul edebilen.
 
 
 
Akla değer veren yok madem, 
Aklı az olanın parası çok madem. 
Getirin şarabı alın aklımızı 
Belki böyle beğenir bizi elalem.  
 
Dört unsurdan yaratmışsa seni felek
Ruha dair şu sözleri bilmen gerek
Seninledir insan, hayvan, şeytan, melek
Hangisine çekiyorsan O'sun demek
 
Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.
 
Bu uçsuz bucaksız dünya içinde, bil ki,
Mutlu yaşamak iki türlü insana vergi:
Biri iyinin kötünün aslını bilir,
Öteki ne dünyayı bilir ne kendini.
 
İnsanlık yaratılalı olgun kişiler
Bulduklarıyla yetinip dert çekmediler
Birbirine girdi gözü doymayanlarsa:
Çok isteme kaderden başın derde girer.


Yeryüzünü gül bahçesine çevirmekten
Daha güzeldir bir insanı sevindirmen.
Bin kulu azat edenden daha büyüktür
Bir hür insanı iyilikle kul edebilen.


Dert de neymiş? O mu bizi ağlatacak?
O mu sevinç bayrağımızı yırtacak?
Gelin, atalım şunu gönül yurdundan:
Yoksa içimizde fitne çıkartacak.


Sen nesin, varlık nedir, nerden bileceksin?
Dünyan esen yel üstüne kurulmuş senin.
İki yokluk arasında bir varlık seninki:
Hiçlik ne varsa çevrende, sen de bir hiçsin.


Dileğin Tanrı dileği değil ki senin;
Muradına ermeyi nasıl beklersin?
Doğru olan Tanrı' nın dilekleriyse
Yanlış demek senin bütün dileklerin.


Gönül dedi: Ben neyim ki, bir damla sadece;
Ben nerde, görmediğim koca deniz nerde!
Böyle diyen gönül denize kavuşunca
Baktı kendinden başka şey yok görünürde.


Hep bir çember, dolanıp durduğumuz!
Ne önümüz belli, ne sonumuz.
Kim varsa bilen, çıksın söylesin:
Nerden geldik? Nereye gidiyoruz?


Tepemizde dönüp duran gökler
Büyücünün fanusu gibidirler:
Güneş bu fanus içinde lamba,
Biz de gelip geçen görüntüler.


Yaşamak elindeyken bugüne bugün,
Ne diye bırakır, yarını düşünürsün?
Geçmiş, gelecek, kuru sevda bütün bunlar;
Kadrini bilmeğe bak avucundaki ömrün.


Kim için bu yerler gökler? Bizim için.
Biz görüş cevheriyiz akıl gözünün
Evren bir yüzük gibiyse çepeçevre
İnsan, taşında bir nakış o yüzüğün.


Gerçek eren içinde kir tutmayandır;
Varlığını korkusuzca hiçe sayandır;
Bu topraklar üstünde en temiz kişi
Sağlığında toprak kesilmiş olandır.


Ey zaman, bilmez misin ettiğin kötülükleri?
Sana düşer azapların, tövbelerin beteri.
Alçakları besler, yoksulları ezer durursun:
Ya bunak bir ihtiyarsın, ya da eşeğin biri.


Felek ne cömert ne aşağılık insanlara!
Han hamam, dolap değirmen, hep onlara.
Kendini satmıyan adama akmek yok:
Sen gel de yuh çekme böylesi dünyaya!


Okunu attı mı ölüm, siperler boşuna;
O şatafatlar, altınlar, gümüşler boşuna;
Gördük bütün insan işlerinin iç yüzünü:
Tek güzel şey iyilik, başka düşler boşuna.


Bilgenin yüreğinde her dilek,
Anka kuşu gibi gizli gerek.
Damla nasıl inci olur denizde:
Sedefler içinde gizlenerek.


Mal mülk düşkünleri rahat yüzü görmezler,
Bin bir derde düşer, canlarından bezerler.
Öyleyken, ne tuhaftır, yine de övünür,
Onlar gibi olmayana adam demezler.


Bu dünyadan başka bir dünya yok, arama;
Senden benden başka düşünen yok, arama!
Vaz geç ötelerden, yorma kendini:
O var sandığın şey yok mu, o yok arama!


Şu serviyle süsen neden dillere destan?
Neden hep onlara benzetilir hür insan?
Birinin on dili var, boşboğazlık etmez,
Ötekinin yüz eli var el açmaz, ondan!


Felek doğruyu eğriyi tartaydı,
Her işine güzel demek kolaydı.
Böyle özü doğruluk olaydı?
Evrenin özü doğruluk olaydı?


Yüreğim, kimselerden ihsan dileme;
Bu amansız felekten aman dileme;
Bil ki, derman aradıkça artar derdin:
Derdinle haldaş ol, derman dileme.


Yarım somunun var mı? Bir ufak da evin?
Kimselerin kulu kölesi değil misin?
Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya?
Keyfine bak: en hoş dünyası olan sensin.


Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti;
Derede akan su, ovada esen yel gibi.
İki gün var ki dünyada, bence ha var ha yok:
Daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki.


Can verinceye dek bu çorak yerde
Dertten başka ne geçer ki eline?
Ne mutlu çabuk gidene dünyadan;
Hele bu dünyaya hiç gelmeyene!


Dostum, olan olmuş, vahlanma boşuna;
Dünyayı kara zindan etme başına.
Yaşamana bak, elinden tek gelen bu:
Olacakları danışan var mı sana?


Dinle dinsizliğin arası bir tek soluk;
Düşle gerçeğin arası bir tek soluk.
Aldığın her soluğun değerini bil
Bütün yaşamak macerası bir tek soluk.


Tanrı evrenin canı, evrense tek bir beden
Melekler bu bedenin duyuları hep birden
Yerde gökte canlı, cansız ne varsa birer uzuv:
Budur Tanrı birliği, boştur başka her söylenen


Olanların olacağı belliydi çoktan;
İyiyi kötüyü yazmış kaderi yazan;
Ta baştan gereği düşünülmüş her şeyin:
Neden boşuna uğraşır, dertlenir insan?


O bilginler ki evrenin özetidirler;
Düşüncelerinin atı göklerde gezer;
İş kavramaya gelince Senin özünü
Şaşkınlıktan Felek gibi başları döner.

 Bu şarabı dilenci içti, bey oldu gitti.
Bu şarabı tilki içti, aslan kesildi.
Bu şarabı ihtiyar içti, oldu delikanlı.
Delikanli içti, ömrü bi uzadı, bi uzadı, bi uzadı.


Gül de şarab da bilene güzel gelir;
Sarhoş olmayan için sarhoşluk nedir?
Cebi boş gönlü dolu olmayan kişi
Her şeyden geçmenin tadını ne bilir?

 
Dün özledim de seni coştum birden bire; 
Çıktım senin yerin dedikleri göklere. 
Bir ses yükseldi ta yukarıda, yıldızlardan: 
Gafil, dedi; bizde sandığın Tanrı sende! 

Akılla bir konuşmam oldu dün gece;
Sana soracaklarım var, dedim;
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.
Evi barkı olmak nedir? dedim;
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek, dedi.
Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
Kurt, köpek, çakal, makal, dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim;
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
Benim bu deli gönlüm, dedim;
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
Hayyam' ın bu sözlerine ne dersin, dedim;
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.


Chuang Tzu - Faydasız Yazılar

Meyve vermeyen bir ağaç kadar
Faydasız olsun bu yazdıklarım.
Dallarını meyvesine tamâ edip
Kimse taşa tutmasın.
Bu yazdıklarım çok budaklı,çok bükümlü
Bir ağaç kadar faydasız olsun.
O zaman marangozlar
Kesip biçmeye değer bulmaz böyle bir ağacı.
Dokusu gevşek,gözenekleri geniş,reçinesiz
Bir ağaç gibi faydasız olsun bu yazdıklarım.
Odun olmaz bu ağaçtan desinler,
Yakmasınlar.
Faydasız olsun,yinede
Bir ağaç gibi olsun bu yazdıklarım:
Kökü toprakta;
Başı gökyüzüne dönük.
Belki kimse bahçesine dikmez,
Şehrin bulvarlarına da  sokmazlar onu.
Ama
Uzak, kıraç bir ıssızlıkta
Bunalmış bir yolcu
Dibinde oturacağı,
Sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye
Ferahlarsa
Bu yeter.

Güneşi İçenlerin Türküsü - Nazım Hikmet

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! 


Edip Cansever - Kontrbas Öğretmeni Rıza Diyor ki

Ölümüm yeni bir şey olmadı, vardı.
Ben tıraş olduğum zaman saat on üçtü, diyebilirim
Kolacıdan gömleğimi aldığımda saat on sekiz
Saat yirmi birdi tetiği çektiğimde
Neden derseniz
Saat yirmi birdi tetiği çektiğimde
Ve nasıldı, derseniz, bunu anlatabilirim
Bence bir yaradılış gibiydi ölüm, bunu anlatabilirim
Ve gittikçe çoğalan ve elimde olmayan
Bir boğuntudan doğmuş gibiydi
Bunu anlatabilirim.
Kolacıdan gömleğimi aldığımda saat on sekiz
Bir bira ancak içebildim
Bilardo oynayanları seyrettim — bilardo bilir misiniz
Yani bir kilisenin avlusunda biraz gezindim
 

Bir konsolosluk binasının önüne ancak gelebildim ki
Üç kavas gördüm, başbaşa vermiş konuşuyordular
Üç kavas
Hatmiler, şimşirler, menekşe gülleriyle çevrilmiş
Bir mezarlığın sözcüleri gibi
—Zakkumları mezarlara yakın dikmeseler ne iyi
—Ölümün rengi oluyor
Ancak duyabildim.

Ve tıraş olduğum zaman saat on üçtü
Diyebilirim
Kapı numaram yirmi bir

Kâğıt oynuyordu üç kavas
Ölümün bekleme salonları olmalı ki
Kâğıt oynuyordu üç kavas
Ben ancak girebildim.

Saat yirmi birdi ve neydim
Bin dokuz yüz yirmi birdi ve neydim
—Bir göl ki çocukluğumdan beri içimde
Ve dibinde güneş açtıkça sırıtan
Üç kavas —
Bir bira ancak içebildim
Neden derseniz
Bir yaradılış gibiydi ölüm, bana hiç danışmadan
Ve müthiş bir boğuntudan sızmış gibiydi
Ve saat yirmi birdi ve benim
Aklımda bir şey vardı
Üç kavas tarafından paylaşılan
Gibi bir şey vardı aklımda.

Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil
 
 

23 Aralık 2012

Cumhuriyet Öğretmeni KUBİLAY

   
Mustafa Fehmi Öğretmen ...Menemen’de yobazlarca şehit edilen Cumhuriyet Öğretmeni KUBİLAY anılıyor. Kubilay ’ ın asıl adı Mustafa Fehmi ’ dir. Kubilay bu adı İzmir Erkek Öğretmen Okulunda öğrenci iken almıştır. O dönemde tarih yazmış Türk kahramanlarının adlarını soyadı gibi almak gelenek haline gelmiştir. Kubilay şehit düştüğünde Menemen 43. Piyade Alayında yedek subay asteğmendi. Daha önce Aydın Gazipaşa İlkokulu Öğretmenliğinden Menemen Zafer İlkokulu Öğretmenliğine atanmış bulunuyordu. Şehit oluşundan sonra bu okula Kubilay İlkokulu adı verilmiştir.
    Menemen ayaklanmasının ardından şehit olan Öğretmen Kubilay, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki 24 Aralık 1930 tarihinde hazin bir törenle toprağa verilirler. Bu tarihten bir hafta sonra 2 Ocak 1931 cuma günü Menemen’de yurt çapında büyük bir anma töreni düzenlendi. Kubilay ’ ın annesi yurdun her yöresinden gelen binlerce, on binlerce yurttaşın, izcinin, öğretmenin ve gençlik temsilcilerinin katıldığı coşkulu ir anma töreni yapıldı. Devrim şehitlerinin mezarları başında Cumhuriyeti korumak için and içildi. Bir izcinin Kubilay’ın mezarı başında okuduğu şiir o dönemin duygularını çok anlamlı biçimde yansıtıyor.

 KUBİLAY
“İnkılap uğruna atıldın öne,
İnkılap uğruna can verdin Kubilay.
Bir örnek oldun sen mefkuremize
Işıklı bir yolu gösterdin bize
Ne mutlu sana ki , inkılap için ,
Göğsünün ilk defa sen gerdin Kubilay
Ne nutuk ,ne çelenk , ne süslü bir bez,
Sana borcumuzu eda edemez.
Akan yaşlarımdan sen bunları sez,
Vatanı ne çok severdin sen Kubilay “

    O bir Cumhuriyet genciydi ,O bir Cumhuriyet Öğretmeniydi.Onu bir kez de oğlu Vedat Aktuğ Kubilay’ın kaleminden dinleyelim.
“BABAM KUBİLAY “
    “Babam Mustafa Fehmi Kubilay , 23 Aralık 1930’da Menemen’de şehit düştüğü zaman ben henüz 18 aylık bir bebekmişim.Sevgili babamı tanıyabilecek bir çağda olmadığım ve onu bir defacık bile göremediğim için üzgünüm . Ama artık babamı herkes gibi ben de tanıyorum. O , devrim uğruna çekinmeden baş veren bir öğretmendir.Böyle bir babanın oğlu olduğum için kıvanç duyuyorum…

 Annemden ve akrabalarımdan edindiğim bilgilere göre babam 1906 yılında Kozan’da doğmuş ve sonradan ailesiyle birlikte İzmir ’e yerleşmişlerdir . Öğretmen okulunu Bursa’da bitirmiş , öğretmenliğe Aydın’da başlamıştır . Annemle tanışmaları ve evlenmeleri Aydın’da olmuştur.
    Babam Menemen’de askerlik görevini yapmakta iken , 23 Aralık 1930 sabahı menemen’e gelen ve kendilerine Mehdi süsü vererek Belediye meydanında halka isyana çağıran cahil yobazların karşısına dikildiği ve hareketlerine engel olduğu sırada yobazlar tarafından haince şehit edilmiştir . Hainler her zaman olduğu gibi cezalarını bulmuşlardır.
    Babam ve şehit iki bekçi , Atatürk Gençliğinin birer örneği olarak tarihte ve yaşayanların gönüllerine yaşıyorlar…Gerektiğinde , ben de babama layık bir evlat olarak , canımı vermekten çekinmeyeceğim .”
    Bu ülke “Kubilay”’arını , “Hasan Tahsin”lerini , “Efe”lerini , “Şahin Bey”lerini , “Sütçü İmam”larını , “Nene Hatun”larını unutmaz efendim unutmaz…Çünkü onlar Türk Öğretmenlerinin, gazetecilerinin ,  Kadınlarının ve halkının birer simgesidir.
Onlar tükenmez.       
mehmethekim.com

Düşünebilenler Düşünemeyenler


 
 Düşünebilenler Düşünemeyenler
Gel oğlum kalk bakalım tahtaya, sana bir sorum var.
- Buyurun, sorun öğretmenim
- Canlılar kaça ayrılır?
- Dörde ayrılır öğretmenim...
- Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım...
- Bitkiler, Hayvanlar, İnsanlar, Çocuklar...
- Çocuklar da insan değil mi oğlum?
- Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim...
- Peki, şimdi yeniden say bakalım....
- Bitkiler, Hayvanlar ve Çocuklar...
- Oğlum insanlara ne oldu?
- Düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, düşünemeyenleri de hayvanlaştılar öğretmenim. 


Jonathan Swift " Birbirimizden nefret etmeye yetecek kadar dinimiz var, ama birbirimizi sevmeye yetecek kadar değil."




22 Aralık 2012

Toprak Ana - Cengiz Aytmatov

Cengiz Aytmatov, Toprak Ana romanında erkekleri askere alınan bozkırın ortasındaki bir Kırgız köyünde geride kalanların çektiği sıkıntıları anlatıyor. Eldeki yetersiz yiyeceğin muhtaç olandan başlanarak dağıtılması, dört gözle beklenen hasat zamanları, umutların hasat zamanına ertelenmesi, savaş yüzünden ürünün hemen hepsinin merkezden istenmesi, boşa çıkan umutlar, yine açlık, sefalet, bir yandan cepheden gelen ölüm haberleri, umutsuz bekleyişler, savaşın uzun sürmesi üzerine aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, anaların evlatlarını bir bir askere göndermesi, ayrılıklar, gözyaşları... Yani tek kelimeyle ve bütün zulmetiyle; savaş. Cengiz Aytmatov, o her zamanki berrak ve akıcı üslûbuyla bizleri, adeta insanları öğütür gibi harcayan savaş düzeneğinin yarattığı trajedilerle sarsıyor.
 
 Seçilmiş sözler
 
Mutluluk, benim anladığım gerçek mutluluk, yaz yağmuruna benzemez, umulmadık anda birdenbire boşanmaz insanın tepesinden. Azar azar gelir, insanın hayata ve çevresine karşı davranışları getirir mutluluğu, azar azar, birike birike. Gerçek mutluluk böyle doğar…

Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir ve bu bizim hayata bakış açımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk, birbirini tamamlayan ufak tefek şeylerin birikmesinden doğuyor...

Mutluluk, yaz yağmuruna benzemez.
Umulmadık anda birden bire
boşanmaz insanın tepesinden.
Azar azar gelir.
İnsanın hayata ve çevresine karşı
davranışları getirir mutluluğu,
Azar azar birike birike.
Gerçek mutluluk böyle doğar.

İyilik, yola düşen, yoldan toplanan bir şey değildir. Tesadüfen ele geçen bir şey de değildir. İnsan iyiliği ancak başka bir insandan öğrenir...

Demiri nasıl tavında dövmek gerekiyorsa, çekiç darbelerini nasıl soğutmadan indirmek gerekiyorsa her kelimeyi de öyle tam zamanında söylemek gerekiyordu. O anı geçince söz soğuyor, katılaşıyor, insanın yüreğine taş gibi oturuyor ve bu ağırlığı kaldırıp atmak hiç de kolay olmuyordu...

Bir ananın mutluluğu milletin mutluluğundan doğuyor, aynı kökten olan ağacın dalları gibi bir kökten geliyor...

Bazıları uğradıkları felaketi pek çabuk unutarak yeni bir yola girmekte hiç tereddüt etmediler. Bazıları ise geçmişten kopamadı, kopma gücünü kendinde bulamadı ve umutsuzca çırpınıp durdu olduğu yerde. Aliman işte bu sonunculardan idi. Olanları unutamıyor, yazgısını kabul edemiyordu. Bana gelince bağışlanmaz bir hata işlediğimi söyleyebilirim: Zayıf olduğum için acıma hissimi yenemedim...

Bak Tolgonay, sen ve ben kim idik? Halkımız sayesinde büyüyüp adam olmadık mı? Öyleyse iyi ve kara günlerde beraber olacağız, mutluluğu da felaketi de paylaşmasını bileceğiz. Her şey yolundayken biz de halimizden memnunduk, şimdi bir felaketle karşı karşıya isek, herkes kendi başının çaresine baksın diyemeyiz ya.

 Geleceğin ne getireceğini kimse bilemezdi ve şimdi olanları düşünüp üzülmenin de hiçbir yararı yoktu. Önemli olan sonundaki zaferi kazanmaktı.
 Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir: bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelip durur.Insan tek başına böyle bir yolda ilerleyemez ama birleşenler, birbirine omuz verenler her engeli aşarlar.

 İşin en korkunç yanı, çocukların neden aç kaldıklarını, niçin yiyecek bulamadıklarını anlayamaması.

Varlık ve Zaman - Martin Heidegger

  "Varlık 'idesinin' menşei ve imkanlarını araştırabilmek için, formal-mantıksal 'soyutlama' yoluna gitmek, yani teminat altına alınmış bir soru ve cevap ufkunu tayin etmiş olmak asla yeterli olamaz. Yapılması gereken şey, ontolojik fundamental soruyu aydınlığa taşıyacak bir yol arayıp bulmak ve onu katetmektir. Bu yolun, yegane yol olup olmadığına ve hatta doğru yol olup olmadığına, onu katettikten sonra karar verebiliriz. Varlığın nasıl yorumlanması gerektiğine ilişkin kavgayı halihazırda çözümleyebilmemiz mümkün değildir, çünkü o henüz başlamamıştır bile. Netice itibariyle bu kavgayı 'zorla başlatmak' da mümkün değildir, çünkü kavganın başlayabilmesi için bazı hazırlıklara ihtiyaç vardır. İşte bu inceleme, tam da bu istikamette yol almaktadır.Yoksa asli zamandan hareket edip varlığın anlamına vardıran bir yol mu vardır? Yoksa bizatihi zaman kendini varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?"
(Martin Heidegger)
 
"Sıkıntı, korku ile karıştırılmalıdır. Korkunun dünyanın ya çevresel yahut birlikte bulunma bölgesine belli bir objesi bulunur. Bir âlet, bir eşya yahut bir şahıs korkunun kaynağını teşkil eder. Halbuki sıkıntının kaynağı belirsizdir ve lokalize edilemez. Bu kaynak, yokluktur. Yokluk ise hiçbir zaman objektif hale getirilemez ve  kavramlaştırılamaz."

Doğunun Limanları Amin Maalouf

Doğu’nun Limanları
 
 
“Adana’da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi. Ama bu bile dehşetti. Yüzlerce ölü. Belki de binlerce.” Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu ve Beyrut ile Fransa arasında yaşamı sürüklenen İsyan. “Doğunun Limanları” bu yüzyılın başını, bir insanın trajik tarihinin içinden anlatıyor.
 
 
 

21 Aralık 2012

Desiderius Erasmus - Deliliğe Övgü

Deliliğe Övgü , Erasmus - Fiyatı & Satın Al | idefix
 Deliliğe Övgü, Erasmus’un canlılığını, geçerliliğini ve çekiciliğini günümüze kadar değişmeden koruyabilmiş tek yapıtıdır.

Gülmece türündeki yapıta egemen olan iki temel görüş vardır. Bunlardan birine göre gerçek bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir. İnsana yeryüzünde yaşama gücü kazandıran şey, gerçek bilgelik olma niteliğiyle doğrudan doğruya deliliğin kendisidir. Kitapta delilik, kendi kendisine övgüler sıralar; bu arada çocuklukta ve yaşlılıkta, aşkta, evlilikte ve dostlukta, politikada, savaşta ve bilimde deliliğin nasıl her zaman egemen olduğu gösterilir. Tüm uğraş alanları, bu arada özellikle din kurumu ve din adamları bu panorama çerçevesinde sergilenir.

Deliliği konuşturma kisvesi altında Erasmus, çağının kilisesine ve o kilisenin mensuplarına en acımasız eleştirileri yöneltir. Bu niteliğiyle “Deliliğe Övgü” çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri olmuştur. Yapıtın yazılışını izleyen yüzyıllarda -haklı olarak- düşünce düzeyindeki bağnazlığın her türlüsüne yönelen bir eleştiri diye yorumlanması, belki de güncelliğini yüzyıllar boyunca korumasının altında yatan en önemli nedenidir.
 
 - - - - - -
 
İnsanlar akla ne kadar bağlanırlarsa, mutluluktan o kadar uzaklaşırlar. Davranışlarını akla göre düzenleyenler, delilerden daha deli olduklarından, insanlıklarını unutur, Tanrılığa özenirler. Bilim üstüne bilim, sanat üstüne sanat yığarlar. Bütün bunları da doğaya karşı savaşmak için kullanmaya kalkarlar. Ey ulu Tanrılar; kendilerine deli, akılsız, budala, avanak gibi güzel adlar verilen kişilerden daha mutlu kişiler var mıdır yeryüzünde?..


İnsan Ve Deliliği 
 
 İnsancılık deyimiyle dilimize çevrilen humanisme (ümanizm) bir yenidendoğuş akımıdır. İlkin antikçağ yapıtları üstünde çalışma ve onları meydana çıkarma anlamını dilegetiriyordu. Ortaçağın karanlığında insanlıklarından çıkan Avrupalılar insan'ı Hellen putçuluğunda arıyorlardı. Biraz da Diogenesin gün ışığında fenerle adam aramasına benzeyen bu iş, sonunda felsefesel bir deyişe dönüştürüldü. Deyim, değer ölçüsü olarak insanı alma anlamıyla tanımlandı. Ortaçağ tanrıcılığından öylesine bıkılmıştı ki, her türlü değere ölçüt olarak konulması düşünülen insan, sonunda Tanrının yerine konuldu. Kutsal Roma İmparatorluğunun evrendaşçılığı, bencil bir bireyciliğe dönüştü. Bir bakıma Kutsal Roma İmparatorluğu (Sacrum Imperium Romanum) bunu hak etmiş sayılırdı. Ne var ki böylesine bir bireyciliğin sonu el altından gene Tanrıcılığa varıyordu. Konuşma dilinde bencilik'le eşanlamda kullanılan bireycilik terimi, felsefede birey'i baş gerçek sayan ve her şeyin birey için olduğunu savunan bir dünya görüşünü tanımlar. Tarihsel süreçte ,burjuva sınıfının belirmesiyle meydana çıkmış ve çökmeye yüz tutan metafizik dünya görüşünün yerini almıştır. Gerçekte dil ve kılık değiştirmiş bir metafizikten başka bir şey değildir: Metafizik dünya görüşünün baş gerçeği olan Tanrı'nın yerine Tanrı niteliğinde bir insan anlayışı getirmektedir: Rönesans düşüncesinden bu yana Olguculuk, Mahçılık, Pragmacılık'tan günümüz Varoluşçuluğuna kadar bütün bireyci öğretiler zorunlu olarak öznel düşünceci (sübjektif idealist)'dirler. Tek sözle hepsinde temel bireysel düşünce, eşit ruh, eşit Tanrı'dır. Olaylara yön veren formül budur. Bu görüşün elde etmek istediği amaç da her şeyin birey'i göz önünde tutarak düzenlenmesidir. Örneğin, ekonomi, toplumu değil, birey'i geliştirmek için düzenlenecektir; eğitim, toplumu değil, birey'i yetiştirmek için düzenlenecektir. Bu anlayışa göre toplum, birey'lerden kurulu olmakla birey'in ürünüdür. Birey'in zenginliği ve mutluluğu toplumun zenginliği ve mutluluğu demektir. Bu görüş, bilimsel olmak iddiasına rağmen, zorunlu olarak halk dilindeki anlamına dönüşüyor ve bencil bir ahlak yaratıyordu. Bireyci insancılığın ünlü düşünürleri Erasmus, Machiavelli ve Montaigne ister istemez böylesine bir anlayışı pekiştirerek yeni toplumsal tedirginliklerin tohumlarını atıyorlardı. Hollandalı bilgin Erasmus (Didier Erasme, 1467-1536), mutluluğa erişmek isteyen insanlara yeni bir yol gösteriyor: Delilik yolu... XVI. yüzyılın başında yayımlanan Deliliğe Övgü (Encomium Morias) adlı ünlü yapıtında şöyle diyor: İnsanlar akla ne kadar bağlanırlarsa, mutluluktan o kadar uzaklaşırlar. Davranışlarını akla göre düzenleyenler, delilerden daha deli olduklarından, insanlıklarını unutur, Tanrılığa özenirler. Bilim üstüne bilim, sanat üstüne sanat yığarlar. Bütün bunları da doğaya karşı savaşmak için kullanmaya kalkarlar. Ey ulu Tanrılar; kendilerine deli, akılsız, budala, avanak gibi güzel adlar verilen kişilerden daha mutlu kişiler var mıdır yeryüzünde?.. 
 
Erasmus, yenidendoğuş çağının büyük adlarından biridir. Evlilikdışı doğmuş bir çocuktu. Yaşadığı sürece kendi mutluluğunu yaratmasını, yarattıktan sonra da korumasını bilmiştir. Bencildi. Büyük kavgalardan, tartışmalardan kaçınırdı. Ne Katolik, ne de Protestan olduğu halde, küçük kurnazlıklarla, her iki yönü de oyalayabilmiş, üstüne sıçratmamıştır. Felsefe alanında büyük bir değer taşımaz. Ancak klasik Yunan ve Latin düşüncesini çevirip yayarak çağını geniş ölçüde etkilemiş, uyarmıştı. Aykırı düşüncelerinden, alaycılığından ötürü kendisini Fransız düşünürü Voltaire'e (1694-1778) benzetirler. İnsancıdır (hümaniste). Bir bakıma, bütün bu nitelikleriyle, örnek bir yeniçağ adamıdır. Hollanda' da doğdu, Fransa'da okudu, İtalya'da gezdi, İngiltere'de yaşadı, İsviçre'de öldü. Altmış dokuz yıllık ömrü mutlulukla geçmiştir.

Mutluluğu akıldışı yaşamakta bulan Erasmus, bu düşüncesini şöyle savunuyor: Ey ulu Tanrılar, ne komedyadır bu deliler sürüsü, ama ne de mutludurlar. Biri bir kadıncığın aşkından ölür, kadın onu ne kadar sevmezse onun sevgisi o kadar artar. Bir başkası evlenirken kızdan çok, parasını alır. Beriki karısına eliyle sevgililer bulur. Ötekiyse, karısını öylesine kıskanır ki, bir an bile gözünden kaçırmaz. Birdenbire gelen ölümle kederlenen bir adam, bin bir çılgınlık yapar, göz yaşı oyunu oynatmak için parayla ağlayıcılar tutar. Ötede bundan ötürü için için sevinen bir başkası kederli görünmeye zorlar kendini, dişini sıkıp kaynanasının mezarı üstünde ağlar. Daha ötede, mutluluğu uykuda bulan tembeller, kendi işlerini bırakıp başkalarının işlerini düzenlemek için koşup duranlar. Kimi borçlarını ödemek için ödünç almakla zenginleştiğini sanır. Şu doymak bilmez tüccar ufak bir kazanç için denizlerde dolaşır, bir kez elden gidince dünyanın bütün altınlarının geri veremeyeceği hayatını dalgaların keyfine bırakır. Kimi de evinde rahat rahat oturacağı yerde, savaşa gider. Bütün insanların en delisi tüccarlardır. Durmadan kazanmak için en alçak araçları kullanırlar; yalan, yalan yere yemin, hırsızlık, hile, aldatmalar bütün ömürlerini doldurur. Bu aşağılıklarına rağmen, gene de kazandıkları altınların kendilerini yükselteceğine inanırlar. Yükselirler de nitekim. Toplum, parası olana değer verir. Birçok din adamları da bu aşağılık zenginlikten bir parça koparmak için onlara en şerefli Tanrı katları verirler. Ey ulu Tanrılar, bu çılgınlar sürüsü, aldatmak istedikleri kimselerce aldatıldıkları zaman, sizler de kahkahalarla güler, mutlulanırsınız sonunda. 
 
Erasmus, deliliği şöyle tanıtıyor: Tanrılar ve insanlar üstüne sevinç saçan yalnız benim. Anamın adı Neotet'tir (gençlik). Mutluluk adalarında (Kanarya adalarının eski adı) doğdum. Methe'yle (sarhoşluk) Apoidia (bilgisizlik) benim sütninelerimdir. İzzetinefis, yüze gülme, tembellik, şehvet, bunaklık, zevkusefa, Komos (içki sofraları Tanrısı), Morpheus (rüyalar Tanrısı) hizmetçilerimdir. Bu sadık hizmetçilerimle, dünyayı yönetenleri yönetirim ben. 
 
İlk mutluluğunuz şu güzelim dünyaya gelmektir. Dünyaya gelmenizi ananızla babanızın evlenmesine borçlusunuz. Hizmetçilerimden unutmak olmasaydı ananız o acılara bir daha katlanıp sizi doğurmazdı. Çocukluk akıldan yoksun olduğundan, eğlendirir, haz verir. Delilik olmasaydı gençliğin ne tadı olurdu? Nitekim gençliğin adına delikanlılık demiyormuyuz? Yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç, ne haz, ne de mutluluk vardır. Tanrı insanlara akıldan çok tutku verirken, ne yaptığını hepimizden iyi biliyordu. Eğer hizmetçilerimden yüze gülme, iki yüzlülük, kurnazlık olmasaydı, kadınla erkeği hiçbir güç bir arada tutamazdı. Kral halkını, koca karısını, uşak efendisini, dost dostunu bunlarsız yönetebilir mi sanıyorsunuz? En büyük mutluluk, insanın kendinden hoşnut olması, elindekilerle yetinmesidir. Hizmetçim izzetinefis olmasaydı bu mutluluğu sağlayabilir miydiniz? Hele insanın kendinden hoşnut olması kadar güzel ve hoş, oysa delice ne vardır? Kutsal Kitap'tan birkaç yaprak ezberlemekle cennete gitmeyi garantilediğini sanan şu zırdeli ne kadar mutludur. Akıllıyla deliyi ayırt eden nedir? Biri aklının, öbürü tutkusunun peşinde gider. Oysa akıllıyı aklının peşinden sürükleyen de tutkusudur. Ama o öylesine bir zavallıdır ki, mutluluk sağlayan bir tutku yerine, mutsuzluk sağlayan bir tutku seçmiştir. 
 
Hele bakın: Kirli ve iğrenç bir doğum, zahmetli bir eğitim, her yönden gelen tehlikelerle dolu bir çocukluk, yorucu incelemelere, öğrenmelere boyun eğen bir gençlik, hastalıklar ve sakatlıklarla çevrili bir ihtiyarlık, acı bir zorunluk olan ölüm... Bu bahtsız ömür süresince sayışız tehlikeler, hastalıklar; korkular, yoksulluklar, hapis, alçaklık, utanç, acı, pusu, ihanet, dava, hakaret, hile... Eğer insanların çoğu akıl yolundan gitselerdi, dünya üstünde kendini öldürmedik adam kalmazdı. Oysa ben, bütün bu dertleri birbirinden ayırıp bin bir biçimde yumuşatmasını bilirim. İnsanlara bilgisizliği, umursamazlığı dağıtırım. Kimine daha mutlu bir talihin tatlı umudunu yollar, kiminin ayaklarına sevimli şehvetin bir günlük güllerini serperim. Gönderdiğim düşler onları bağlar. Ölüm perisinin eğirecek ipliği kalmamış olsa bile, yaşamaya karşı en ufak bir tiksinti duymak şöyle dursun, onları yaşamaktan ayrılmaya zorlayan nedenler ne kadar artarsa, yaşamaya bağlılıkları da o kadar artar. 
 
Mutluluk bilgisizliktedir; bir adam vardı. Bu adam evlendikten sonra, karısına bir kutu dolusu elmas verdi. Elmaslar sahteydi. Adam, karısını, verdiği elmasların pek değerli olduğuna inandırmıştı. Kadıncağız çok mutluydu. Bu değersiz cam parçalarına bakarken gözleri doluyor, elleri titriyordu. Bilgisizliğin verdiği bu mutluluğu, hangi bilgi verebilir? Ya da bu elmasların sahteliğini bilmeyenin mutluluğuyla, bu elmasların gerçeğini boynuna takanın mutluluğu arasında ne fark vardır? 
 
Ah şu mutlu deliler... Yaptıkları bin bir deliliğe ne de güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için nasıl da hazırlanıyorlar, deliliklerini armağanlandırmak için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına dizilince kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu kadar yüz hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun tuttuğu oruçları sayacak ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi geminin yetmeyeceği kadar çok tören, tespih,. mırıltı götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokunmadığını söyleyerek övünecek. Öteki, gemicilerin en yoksulunun bile giymekten utanacağı pis cüppesini gösterecek. Başka biri de kayaya yapışık sünger gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını ilerisürecektir. Kimileri de yalnızlıktan avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek olmak isteyenlere verecek cennetim yok benim, gidin kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!.. Oysa önemi yok bu sonucun. Onlar şimdi benim verdiğim umutlarla mutludurlar.

Mutluluk bilgisizliktedir. Eğer şu piskopos, giymiş olduğu ak kaftanın kusursuz bir ömür sürmek, başını örten çift boynuzlu ve uçları birbirine tek düğümle bağlı külahın eski kutsal kitapla yeni kutsal kitabı birleştirmek, ellerindeki eldivenin dünyanın kötülüklerini ellerine bulaştırmamak, asasının kendi güdücülüğüne bırakılan sürüyü sürekli olarak gütmek ve dikkatini onların üstünden bir an bile eksik etmemek anlamlarına geldiğini bilseydi, mutlu olabilir miydi? Böylesine bir sorumluluğun altında yaşayamaz, ezilir giderdi elbet. Oysa piskoposlarımız o kadar budala değildirler. Kendileri otlamaya bakar, sürüleri otlatmak işini İsa'ya bırakırlar.
Orhan Hançerlioğlu 
 

Osho - Duygusal İyileşme


 “Duygular kalıcı olamaz. Bu yüzden onlara duygular (emotions) denir. İngilizcedeki motion, “hareket” sözcüğü buradan gelir. Onlar hareket eder; bu nedenle onlar duygudurlar: Birinden diğerine sen sürekli değişirsin. Şu an sen üzgünsün, bu an sen mutlusun; şu an sen öfkelisin, bu an sen şefkatlisin. Şu an sen sevgi dolusun, diğer bir an nefretle dolusun; sabah güzeldi, akşamsa çirkin. Ve bu böyle sürer. Bu senin doğan olamaz çünkü tüm bu değişimlerin ardında onların hepsini bir arada tutan ip gibi bir şeye ihtiyaç vardır.

Bir çelenkte sen çiçekleri görürsün ama ipi görmezsin. Bu duygular bir çelenkteki çiçekler gibidir. Bazen öfke çiçek açar, bazen üzüntü, bazen mutluluk, bazen acı…bazen de ıstırap çiçek açar. Bunlar çiçeklerdir ve hayatın tümü de çelenktir. Bir ip olmalıdır; yoksa sen çoktan parçalara ayrılmış olurdun. Sen bir varlık olarak devam edersin; o halde ip nedir, kutup yıldızı nedir? 
Sende kalıcı olan şey nedir?”

 

Ekmek Arası - Charles Bukowski

Ekmek Arası, Charles Bukowski, Metis Yayınları


"İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi."
 
 
 
 
 

Timsah Sokak Şiirleri - Murathan Mungan

AYNANIN ÖNÜNE BIRAKILMIŞ
Neden ağladığımı bilmiyorum, diyorsun
çünkü bir şeyler değişiyor içinde
kendini ikna etmiyor düştüğün boşluk
bildiklerin başkalaşıyor gözlerinin önünde
yabancılığı öğreniyorsun


gece söndürür hayalet olmaya yetmeyenlerin ışığını
güçlü olmaya benden daha çok ihtiyacın var çünkü haksız olduğunu
kalbinin bir yerinde biliyorsun


gündüzün kepenklerinde duyduğun güven
çelimsiz gölgelerin fısıldadığı
küçük sırlarla büyüyorsun

 zamanın ve aynanın önüne bırakılmış
kısa bir mektup bu belki çok sonra anlayacaksın içindekileri

Ama şimdi okuyorsun...
 Aynı yaşamıyor herkes
Aşkı da, ayrılığı da.
*
 Zaman aldıklarını
Bir daha yerine koymadı.
*
Yıllara kaptırdıklarını olgunluk sanıyorsun.
*
 Hem çok zor, hem çok kolay
vazgeçmeyi öğrendiğin yaşların başlangıçları...
*
 dokunmanın doldurulmaz yeri
sızlıyor şimdi aramızdaki boşlukta.
sen yoksun, ben yokum
koca bir geçmiş şimdi tek başına
alçak sesle konuşmakta...
*
 güçlüyken de
güçsüzken de
kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiç bir çaresizliğe.
*
 hem çok zor, hem çok kolay
vazgeçmeyi öğrendiğin yaşların başlangıçları.
*
 "Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum
Ne tuhaf, vaktim olmazdı
yalnızlığı bunca bilirken
kendimi hiç yalnız sanmazdım
çevremde hep birileri vardı,
ben hep birilerinin yanındaydım
günler belirsiz bir gelecek için neredeyse kendiliğinden hazırlanırdı
aramızda habersiz gidip gelen gündelik armağanlarla
kendi kendini taşıyan bir ırmağın akıntısında hayat
bizi kendi sahillerimize ulaştırırdı
bazı evlerden taşınırdık, bazı insanlar girip çıkardı hayatımıza
bazı mektuplar alırdık, bazı sözler, çiçek selamları
sonraları bazı tanıdıklarımızın ölümleriyle de karşılaştık
elde olmayan nedenle
sudaki halkalar gibi genişleyen
küçük alınganlıklardan büyük dargınlıklara
vazgeçişler, unutuşlar, kayıplar
birbirimizi çok sevdik hep
yıllarla azala azala

şimdi ne zaman yalnız kaldığımı düşünsem,
yalnız olmadığımı kanıtlamak istiyorum kendime
eskiden iki albüme sığdırdığım hayatım,
şimdi sığmıyor eskilenlerle çoğalmış fotograflara
telefonun başına geçiyorum
alt alta dizilmiş onca ad arasında seken ömür parçası
gün ölüyor meşgul numaralarla
şimdi ne zaman yalnız olduğumu düşünsem,
şimdi ne kadar yalnız...
yalnız olduğumu anlamam için beni hiç yalnız bırakmadınız.

Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum
her zaman yalnızdım, bunu biliyorum
büyücü ellerimin kara sanatı yazı
en çok ben onardım dostlukları, en çok benim elim dikiş tuttu
bağışlamasız sanarken kendimi
en çok ben unuttum kalbimin benden sakladıklarını
tığla içeri çektim takılmış kazakların ipini
denenmemiş başlangıçları göze aldım,
hafifletilmiş hasarları, görmezden gelinen enkazı
mutfağı beklemek hep bana kaldı
bir şiirden bir romandan bir filmden çıkıp
her seferinde aydınlık bir inat gibi yeniden karıştım hayata
hiç el değmemiş gibi yeniden konuk geldim
odalarınıza, ruhlarınıza
buraya

eski aşklarım neredesiniz? Hepinizi çok özledim.
Şimdi birdenbire bir köşeden çıkıp bana,
yalnızca, Merhaba, deseniz,
o zamanlar hiç mutlu etmediğiniz kadar mutlu edersiniz,
bir zamanlar bütün ağladıklarımı geri verebilirim size
sağ olun demenk isterim, sağ olun, sağ olun
sanki beni yeniden sevdiniz
ama biliyorum, pis bir yağmur başlıyor, şemsiyem yok yanımda,
yağmurda yürümekten nefret ederken, yürümekte ısrarlıyım gene de
isterseniz, kederdeki bütünlük, diyelim buna
ne kadar ıslansam, o kadar çıkacağım sanki
bir zamanlar çok daha bütün olduğumu sandığım
o yıkanmış zamanlara...

yeni değil keşfine gençlik verilmiş gerçekler
her zaman yalnızdım
kitaplar kadar yalnız
yalnızca yalnızlığımdan gürültücü bir kalabalık yaptım
herkes için farklı aldanışlar kurtarılmış hayatlar yok pahasına

her zaman yalnızdım
yanardağlar kadar yalnız
ey kafiye sevenler,
şimdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız!

nankörlük etmeyeyim gene de,
yalnızlığımı daha az hissettiğim anlarım oldu yalnız

evimde hep aynı anda çalar telefonla kapı
gene öyle oluyor; hiç yalnız bırakmazlar beni
yalnızlık bilgisiyle çatılmış arkadaşlıkların korunaklı gölgesinde
yalnızlık için çalar telefonlar kapılar
İstersen bana uğra, ya da, Akşama buluşalım, ölmeden yapacak çok
iş var"
*
 zamanı yıllarla tartanlar
yanılırlar
hiçbir şey tartılmaz başka bir şeyle
hatta çoğu zaman kendiyle bile
yaşanır, içini tohuma bırakır
geçer gider
geçmez sandıkların bile

hiçbir geçen tartılmaz kalanla
neyin kaldığını çoğu kez kendi de bilmezken insan
kimse kimse kimse
sahi kimse
ya da hiç kimse
söylediklerimden çok
sustuklarım
seçtiklerimden çok
reddedilmek için
ne kadar varsam
o kadar kimseyim kendime

güç kötü bir şey
kaderken de
kaldıramazken de
güç kötü bir şey
güçlüyken de
güçsüzken de
kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe
kimin kaldığı yer var ki dünyada
kaldım sandığın yer
bizden geçendir çoğunlukla
içimizi parçalaya çoğalta
hâlâ gittiğim sona aceleci adımlarla
bütün iş birinin dediği gibi,
yavaşça acele etmek aslında

ölene kadar yavaşla işte
ölene kadar yavaşla
ne başkalaştırırsan o kadarsın
başkalarının imtihanlarından büyük gelecekler umma

çaresizlik bile bizden bir başkası yapmaya yetmez
bize biçilmiş döngüye katlanırız yalnızca
bir bakıma hiçbir yerdeyiz
bir bakıma yalnızca buradayız
var oluşumuzun ağırlığı altında ezilirken yapayalnız
ait olduğunu sandığın bütün grupların içinde yapayalnız
reddin imkânları sayım kayıpları yoklama kaçakları
sanma ki hayat bizi bekler başka kıyılarda
oysa biz buradayız
halsiz, kanıtsız
yılların neyi tarttığını bile bilmeden
kendi gücümüzün altında azala azala

kollarımız kadar kulaç kalplerimiz kadar sahil
hiçbir adanın almadığı yalnızlarız,
tamamlanmamış haritasında
define ve varlık
geleceğin tarihe dağıttığı kayıplar
bir gün birbirini bulmanın umuduyla

gölgemizle barışmanın uzun yolculuğu: büyümek
kendiyle tanışmayı erteler insan çoğu zaman
hayat yanlışlarla kısalır
başka biri olarak girdiğimiz bir kapıdan
bir diğeri olarak çıkarız
gündeliğe katlanmak için başkalarını kandırırken kendimizi yanıltırız
içimizi denerken yüzeriz farklı yüzlerle kendi içimizde bile
bu yüzden aşk yalnızca bir fikirdir
bu sefer gerçekleştirdiğini sandığın bir fikir
hep öyle oldu bende
hep saklı kaldı içimdeki anahtar
ve hep aynı kilitte kırıldı

fikirler de zamanla değişir
kırıldıkları yerde
kırıldıkları yer her şeyi değiştirir

zamanla bir şey söylemez artık kırılmak bile
sonra başka bir başlangıcın kapısında
aynı korkularla kalakalırız
daha önce de söylemiştim:
kimse yoktur kimsenin kimsesizliğine
her şiirin gizi başka bir şiirle
açıklar kendini
demiştim ya, hep öyle oldu bende
böyle katlandım kimsesizliğe
o birini ararken bile biliyordum
hiç kimse hiç kimse hiç kimse
*
 Aynı ölmüyor herkes
Kimi azala azala

Ağaç geleneği temsil ediyor
Oysa hızlı trenler ölçüyor hayatı
Gecikme bağışlamayan adımlar
Çürük terazilerde ağır çekiyor
Başkalarına benzemenin karanlık imkanları
tartıyor içimizi
kendini kemirirken başarıyla işaretli yollar, yokuşlara sunulan fırsat
Alçak denklem trapezde genleşiyor
Kanına düşen demir, yüklenen adrenalin, kaçınılmaz adres
Zaman bütün başlangıçları eskitiyor
aynı kalmıyor kimse aynı düşünmüyor

Kendini bulmak dünyanın her yerinde zaman alırken
Cunta günlerine verilmiş gençlik
Hayat geri istiyor

Özgürlük dediğin öksüzlüğe kalıyorsun
debisi yüksek nehirler akıp durdu içinde
şimdiki çaresizliğin haksız bir dinginlik
içindeki saf şiir, kendinden hayat yapan toy tedirginlik
yıllara kaptırdıklarını olgunluk sanıyorsun
görünür oluyor dünya yuvarlaştıkça
bütün maceraları kuşatan politika
o zaman da biliyordun, şimdi de biliyorsun
yıllarca başkalarının anlamasını beklediğin gerçeklerin
yasını tutuyorsun

su üstünde sektirir gibi
geçmişe fırlattığın taş
bir başkasının çocukluğuna düşüyor
erkekliğin yeniyetmeliği bitiyor
her yeni aşkla tekrar başa dönüyorsun
o zaman da bilmiyordun şimdi de bilmiyorsun

Aşağılanmanın boy aynasında
Boy ölçüsü alınan cesaret
Hayat birkaç beden önden gidiyor
Kendi gölgende kalıyorsun hep
Kimsesizliğine terzi olmuyor kimse
Neye soyunursan soyun
Memleket kadar giyiniyorsun
Bir bedenin sonunu gören çabuk giysiler gibi
tükene tükene
kendini geçiyorsun
o zaman da biliyordun şimdi de biliyorsun
aynı ölmüyor herkes
teyel yerlerinden kumaş kendini ödüyor
aslına bakacak olursan
kim yaşadığını ne kadar biliyor?
*
 çok zaman sonra oturup
bir fincan kahve içebilmeli insan
eski sevgilisiyle
geride bunu bırakabilmeli
yalnız ya da birlikte çekip giderken bir ilişkiden

her şey dün gibiyken
yıllar geçti
uzakta birbirimizden

cam kenarına oturduğum masadan
yüzüme sokağı vuran tülün gölgesinde
düşünüyorum:
yavaş yavaş anıların da terk ediyor beni
git gide azalıyor
günün birinde
birlikte
bir fincan kahve içebilmenin
sadakati
hayali

neden mümkün olmuyor
ayrılmak
yok pahasına tüketmeden her şeyi

garbage'ın şarkısı:
"cup of coffee"
benim yıllar önce aşkımıza verdiğim
söz gibi, hayal:
yıllar sonra insanın eski sevgilisiyle
hüzün, şefkat ve incelikle bir fincan kahve içebilmesi

neden yıllar sonra bir araya getiremiyor bizi
hüzün, şefkat, incelik ve bir fincan kahve
yalnızca bu kadarına azalmışken
bir zamanlar yaşanan
o büyük aşkın ikindisi

fincanın üzerinden birbirimize bakarken
ikimiz de biliyoruz giden gitti
daha kapıda ayrılacak yollarımız
buluştuğumuz kafeden
kendi hayatlarımıza dağılırken
yine de birbirimizden hatırladıklarımıza değmez mi
o bir fincan kahve
ağzımızda yıllardır zehir zemberek bekleyen

ya da boş ver, en iyisi
garbage dinleyelim ikimiz de
kahvelerimizi içerken kendi evlerimizde
*
 kaç hikayede kıydın kendine
bir aşk için

aşk için söylenmiş bütün sözler yaban
bütün yaralar derin
tekrarlayarak karşılaştırılmaz yaralar
derin

ümitsiz durumlar için
bir yerlerde bulunduğunu sandığın
o bir kaç kelime
mümkün mü

dilin ucu bu kadar uzakken sahibine

-söz dediğin
ancak yarası birbirine benzeyenlere-
sürdürmek için birkaç imkan
uçurum kıymetinde
eksilmek
ne kadar eskitse de

unutulmuş kabuklar
çok eski yaraların izinden
kanamaya başlar yeniden
insanın kendinden bile derin
çok derin

placebo
teselli yerine geçecek ilacı
birbirine benzemeyen günlerin
kaybolmanın kardeşliğinde
kimse kıyamaz kendi azrailine
bekler yabanını ellerin

çırpınmak faydasız
nasıl çıkamazsa insan
kendi gövdesinden dışarı
-çıkamazsın cezan dolmadan
kapatıldığın aşktan-
çünkü aşk hapishanedir
kendini biriktiren
için için ve kendiliğinden
çözülen günü geldiğinde
kilidinden
gün saymayı bilen
kalbin sağlam kanı
sabrın şaman rüyası
bu sefer de hayatta kaldın
eski yaralarının izinden
*
 vahşi bir bitki gibi kendi zehriyle çürümeyi
ayrılıklar öğretti bana

yüzümdeki buz buharlanıyor
camların saydam kayıtsızlığında
bakışlarım dalgın çivi, ölü pencere
daha dündü her şey
zamandaki inkar mı, bendeki yarılma mı
dünyayı bu kadar değiştiren
herkesin gözü önünde
şimdi var oluş kuşkulu,
sessizlik tehlike, anılar cinnet değerinde
yaralı bir hayvan nasıl sığamazsa dünyalara
inanç tazeler gibi
etimden taşıyorum parçalana parçalana

biri öksürecek olsa apartıman aralığında
kapılara fırlıyorum
içimi çarpa çarpa
sonra alt katların birinde kapanan kapı
kopmuş bir halat öylece duruyor yokluğun ağzında

salonun ortasında kara tabut
sessizliğin bütün gücüyle bana bakan
bir ölü kadar kayıtsız, zalim
şu siyah eşya
gün boyu
tuzaktaki bir hayvan gibi bakıyorum
çalsa, çalsa, bir çalsa
bazen başkaları arıyor,
bazen kötü bir şaka ucuzluğunda: yanlış numara
günler, geceler, saatler, aylar
zamanın ne olduğunu en çok ayrılıklar öğretti bana

merdivende ayak sesleri
içimin kapıları açılıyor her seferinde
kimse yok, kimse yok, kimse yok ki,
yalnızlıkta seslerin birbirine ne çok benzediğini
ayrılıklar öğretti bana
sesi taşan radyo, biri kızartma yapmış, erken bırakılmış çöp torbaları,
bazen silinmiş basamaklarda ıslak bez kokusu
yanılmaların ne demek olduğunu da ayrılıklardan öğrendim
zaman gözlerimi değiştirdikten sonra
bir yabancı gibi gördüm
mutsuzluktan bir türlü büyümeyen çocukluğumu
her yıl bütünlemeye kaldığım o uzun yazlar bile öğretemezken bana

ancak yıllar sonra elinden tuttum kendi çocukluğumun
sahip çıktım içimdeki parçalanmaya

sonra ne mi oldu?
hiç, her zamanki gibi
her şey yerini buldu
an etimi dağlarken
elimden tuttu zaman
tenimden sıyırıp aldı yılan gömleğini
bir zamanlar beni kahreden aşkın
en çok ayrılıklar öğretti bana
intiharın hiç değişmeyen ihtimali olduğunu hayatımın

gün günden seyreldi içim
unutmaya başladım
unutmaya başladım
telefon da evdeki herhangi bir eşya gibi
gelip yerleşti gündelikteki yerine
eşyanın zamanla nasıl uysallaştığını
en çok ayrılıklar öğretti bana
kapılar yeniden kapı
basamaklar yeniden merdiven oldular
büyüsünü yitirmiş ayrıntıların ardından
hiçliğe düşmeden anmak geçmişi
her şeye rağmen ayrılıktan önceki kendimize benzemek
her seferinde altın kural, öğrendim:
aşk değil aldanmak kalbin en büyük zaferi
bakmayın bu aşkta boy verdiğine
içimdeki vahşi kederin
kökü bir öncekinde
kendimden budadığım sürgünde
zamanla hiçbir şeyin eskisi kadar acı vermediğini
ayrılıklar öğretti bana
*
 çok sonra yazılır
içinde yaşadığın günlerin şiiri
belleği vardır yaraların
kapandıktan sonra da işleyen
hatta aynı kalmayan kişileri
sökülmüş zamana gönderen
zarfı açar ya da kaparken
adres yanıltmasın sizi
kendinden bile taşınır insan
ne sokağın kalbi, ne kalbin evi
yalnızca şiir kendini seyrediyor şimdi

Artık burada oturmuyor bu şiiri yazan
*
 ...geldiğini biliyorum
ve senin artık eski sen olmadığını
Ben gidiyorum.